Bölüm 1364: Barajdan Patlayan Su Gibi
Rüzgardaki ses mesafeye uçarken, Yun Che orada şaşkınlık içinde duruyordu ve dünya gözlerinin önünde dönmeye başlamıştı.
"Büyük Kardeş, sorun ne?'' Feng Xian'er aceleyle adımlarını durdurdu.
Yun Che önündeki boş havaya baktı. Gözleri sersemlemiş ve şaşırmıştı, sanki vücudundaki tüm kan akan uyuşmuş gibi durmuştu. Şaşkınlıkla birkaç kelime kekeledi: ''Sen de bu sesi... Duydun mu?''
"Ses mi? Hayır duymadım." Feng Xian'er başını salladı. Rüzgarın havadaki ıslığının yanı sıra başka bir ses duymamıştı.
Yun Che'nin şu anki işitme yeteneği, Feng Xian'er'inkinden çok daha kötüydü. Feng Xian'er bile bu sesi duymadıysa o zaman sadece işitsel bir halüsinasyon olabilirdi.
Ama Yun Che başını salladı, başını o kadar çok salladı ki neredeyse titriyordu. Sonraki anda vücudunu döndürdü ve yavaşça diz çöktü.
"Ah! Sen... Sana ne oluyor?'' Feng Xian'er aceleyle ona yardım etmeye çalıştı ama o da onun eylemleri ile tamamen şaşkına dönmüştü.
"Hayır... Bu onun sesi... Bu onun sesi..." Yun Che'nin görüş alanı giderek daha da bulanık bir hale geldiği gibi kalbi kaotik bir şekilde atmaya başlamıştı. “Gökler tarafından sonsuza dek ayrılmış" olduklarından beri on yıldan fazla olmasına rağmen peri benzeri figürü ve sesi her zaman kalbinin ve ruhunun en derin kısmına, asla dokunulmayacak bir yere, en derin acısını ve suçluluğunu içeren bir yere kazınmıştı.
Anıları öldüğü gün bile loş olmazdı.
"Beni oraya götür... Beni oraya götür!'' Yun Che, bambu kulübenin yönüne doğru pençeli elini uzattı, ancak tüm vücudunu geride bırakan zayıflık ve titreme, ona ayakta durabilmesi için fırsat vermiyordu.
"Ah... Pekala. Hadi... Hadi oraya gidelim... Hemen oraya gidiyoruz!”
Feng Xian'er, Yun Che'nin vücudunun titremesini eşsiz bir netlikle hissediyordu. Anormal olan cildi gittikçe daha da renk değiştiriyordu ve ifadesi o kadar şaşırmış ve dağınık görünüyordu ki, ruhu delinmiş gibi görünüyordu... bundan tamamen korkuyordu ve panikleyerek başıyla sözlerini onayladı. Bir kez daha o tehlikeli bambu korularına doğru harekete geçmişlerdi.
Aynı zamanda kaynak enerjisini Yun Che'nin vücudunu en dikkatli ve titiz şekilde korumak için kullandı.
Bambu korusuna doğru uçtular ve yaklaşan auraları ormanın sınırına yaklaştıkça garip bir şekilde uyanık olan Yun Wuxin'in ormandan bir “swoosh” ile çıkmasına neden oldu. Çok daha yüksek bir sesle daha öncesinde bağırdığı gibi küçük yüzündeki ifadesi son derece vahşileşmişti: “Hey! Siz ikiniz neden geri döndünüz!? Hemen buradan ayrılın, eğer bunu yapmazsanız...''
Elini uzattı ve "Eğer gerçekten gitmezseniz bu sefer ikinizi de uçuracağım." dedi.
Yun Che'nin bakışları bambu katmanlarını delmek istiyormuş gibi çılgınca döndü. Tam o anda, rüya gibi bir ses bambu korusunun derinliklerinden yumuşak bir şekilde çaldı: “Xin'er, kiminle konuşuyorsun?”
ZZZZZNN————
Bu peri benzeri ses, sis kadar hafif bir şekilde yankılanarak rüzgarla taşındı. O anda Yun Che ruhunu tamamıyla kaybettiğini hissetti. Önündeki dünya soluk beyaza döndü ve vücudundaki tüm kan delice kafasına koştu... Orada bir heykel gibi taşlaşmıştı. Nefes almayı tamamen durdurmuştu, kendi kalp atışını bile hissetmiyordu. Aslında, aniden gerçek dışı ve fantastik bir rüyaya dalmış gibi tüm vücudunun varlığını bile hissedemediği bir noktaya gelmişti...
“Ah!” Feng Xian'er onu bir kez daha destekledi. Yun Che'nin bedeninin tamamen kendine yaslandığını hissetti. Vücudu titriyordu ve gözleri ışıklarını kaybetmişti... Sanki aniden tüm ruhunu kaybetmiş gibiydi.
"Küçük... Peri...'' Mırıldandığı gibi figürü tamamen kontrolden çıkmıştı. "Küçük Peri... bu sen misin... bu sen misin... Küçük Peri!!''
Sadece kullandığı çağrış biçimi bir daha asla ömrü boyunca göremeyeceği bir figürü çağırmıştı, bu öyle bir şeydi ki tüm yaşamı boyunca suçluluk içinde boğulmasına neden olabilecek bir çağrıydı.
Yun Che'nin yoğun tepkisi ve kontrol dışı çığlıkları sadece Feng Xian'er'i korkutmamıştı aynı zamanda Yun Wuxing'i de korkuttu. Gözleri genişledi ve ifadesi birkaç derece daha endişeyle büyüdü. “Onun... Onun nesi var? Bu... Bunun benimle bir ilgisi yok, değil mi?''
“...” Feng Xian'er şaşkınlıkla Yun Che'ye baktı. Bu soruya cevap vermesi mümkün değildi.
Bambu korusu hafifçe ayrıldı ve ortasından yavaşça bir figür ortaya çıktı. Onun ayak sesleri çok hafif ve nazikti. Sanki bulutlara basıyormuş ya da bir rüyada yürüyormuş gibiydi ve hala en çok sevdiği beyaz elbiseleri giyiyordu. Kar kadar saf görünen elbiseleri, inci yeşimi kadar kusursuzdu. Aurası ve eğilimi hala geçmişte olduğu gibiydi, varlığı puslu ve hafif görünüyordu. Sanki bu sıradan dünyayı aşmış gibi, sanki göksel bir varlık ya da bir rüya gibi, sanki bir havai fişek demetiydi. Tıpkı ölümlü alemlerde bulunmaması gereken bir varlık gibiydi.
Sadece öncesine göre bu bambu kulübesi soğuk rüzgarlara dayanabiliyormuş gibi görünüyordu. Tıpkı Yun Che gibi vücudundan yayılan kaynak yolun aurasının tek bir izi yoktu. Ama Yun Che'nin yaşlanmasıyla karşılaştırıldığında, kalbi ve ruhu tamamıyla keder ve depresyonun eteklerinde batmışken bu haliyle bile göklerin onu seçmekte ısrarcı olduğu belli oluyordu. Tüm kaynak gücü gitmiş olsa bile zaman ve zor bir hayat yüzünde herhangi bir iz bırakmamıştı. Cennet ve dünya arasındaki tüm parlaklık ona çekilmeden önce sessizce orada durdu.
Chu Yuechan...
Yun Che'ye baktı ve Yun Che de ona baktı. Bakışları buluştuğu anda dünya aniden donmuş gibi görünüyordu. Orada ne renk vardı ne de bir ses... Gözlerinde sadece yansıyan bir görüntü vardı, bir rüyadan daha hayali bir görüntü vardı.
"Anne!?” Yun Wuxin bağırdı. Küçük ve narin vücudu döndüğü gibi sıcak ve nazik bir kaynak enerji tabakası yanına geldi ve anında vücudunu kapladı. Sadece bu soğuk rüzgarın onu etkileyeceğinden korkuyordu. ''Rüzgar bugün çok soğuk, dışarı çıkmamalısın.''
“...” Kızının endişeli sözlerine cevap vermedi. Sadece sersemlemiş bir halde Yun Che'ye bakıyordu. Güzel gözleri gittikçe puslu bir denize dönüşmüştü. Dudaklarından yumuşak bir üfürümle dökülen sözler, uykusunda konuşuyormuş gibi görünmesini sağlıyordu: “Bu... Sen… misin...”
“...” Yun Che başını salladı ama daha güçlü bir şekilde başını sallamak için hiçbir gücü yoktu. Öne çıkmak istedi ancak vücudu talimatlarından herhangi birini dinlemeyi reddetti. Ağzını tekrar tekrar açtı ve o kadar çok titreyen bir sesle konuşmadan önce çok uzun bir zaman aldı ki, kendini açıkça duyamamıştı: "Evet... Benim... Benim…”
“...” Chu Yuechan'ın vücudu hafifçe rüzgarda sallandı ve ayrılan dudaklarından başka bir ses çıkmadı. Hayatın cilveleri, onun önündeki adamın görünüşüne damgasını vurmuştu. Kayıp ve umutsuzluk yüzünde kederlenmişti ve daha öncesinde parlak gözleri de bulanıklaşmıştı... Ama ilk andan itibaren, onun o olduğunu biliyordu.
Kalbinin iplerini dağıtan adam tüm duygusal savunmalarını eritmişti. Acımasız olan adam, vücudunu, kalbini ve ruhunu tamamen ele geçirdikten sonra onu sonsuza dek terk etmişti...
Başka bir rüzgarın ona da çarpmasıyla birlikte kendisininde yavaşça çökmesini engelleyememişti...
"Ah! Anne... Neyin var senin? B… Beni korkutuyorsun!'' Yun Wuxi aceleyle onu destekledi. Önce annesine, sonra Yun Che'ye baktı, kalbi şaşkınlık ve panik ile doluydu.
“..." Nihayet soğuk rüzgarın etkisi Yun Che'yw doğru azalmıştı. Yavaşça ilerlerken elini uzattı. Kendi ayak izlerini hissedemiyordu ve vücudu görünmez bulutlarla destekleniyormuş gibi hissediyordu. Adım adım, hayallerinde dahi hayallerini kurmaya cesaret edemediği o anın geldiğini düşünmek, ölümlü vücudunu, mevcudiyetinin en sınırlarına kadar zorlamasını sağlamıştı.
“...” Yun Wuxin onu engellemek için hareket etmedi... Neden bir şey yapmadığını bile bilmiyordu. Yun Che annesinin önünde durduğunda bile şaşkınlığından ne yapacağını bilmiyordu.
Chu Yuechan yavaşça elini uzattı ve Yun Che'nin yüzüne dokundu. Derisinin kaba ve keskin hissi dünyadaki her şeyden daha gerçekti. “Sen... Hala... Hayattasın…”
(FN: Hiç sorma be yenge, hamam böceği gibi şerefsiz.)
"Ben... Hala hayattayım...'' Yun Che başını salladı ve konuşmak için tüm varlığını doruklarına kadar zorluyordu: "Sen de... Hala... Hayattasın...''
İki kişi birbirine bakıyordu. Onu bir daha asla göremeyeceğini ve onu her düşündüğünde sadece bir ömür boyu acı çekeceğini düşünmüştü.
(E.N: Burdakiler Yun Che'nin düşünceleri. Alttakiler ise yengemizin.)
Onu bir daha asla görmeyeceğini ve onu her düşündüğü zaman sadece bir ömür boyu pişmanlık duyacağını düşünmüştü... İnsanlara her zaman zalim şakalar yapan kader de arada bir şefkatli olabiliyordu. Sadece bu merhamet eylemi yaklaşık on iki yıl geç kalmıştı.
Chu Yuechan'ın elini tuttu, avucundan kalbinin ve ruhunun her köşesine yayılan bu nazik his, ona tüm bunların bir rüya olmadığını söylüyordu. Bir kez daha Küçük Peri'nin elini tutmuştu ve bir daha gitmesine izin vermek istemiyordu.
Kalplerinde bulunan tüm bu zamana kadar tohumlarını ektikleri pişmanlık ve suçluluk duyguları tamamen açılmıştı. Yaklaşık on iki yıldır "sonsuza dek göklerin ayırdıkları" birbirlerine söylemek istedikleri bin ifade ve on bin kelime sessizliğe dönmüştü. Karşılarındaki kişinin yüzü ve figürü bazen açık ve farklıydı, bazen bulanıktı ve tüm dünya gerçeklik ile fantezi arasında sürekli olarak dönüyordu.
"Anne... Neyin var senin? Yoksa... Hasta mı oldun?'' Yun Wuxin küçük elleriyle giysilerinin köşelerini hafifçe kavrarken Yun Che'nin ve annesinin birbirine geçen ellerine baktı ve çekinerek sordu.
Sesi Yun Che'nin istemeden dönmesine neden olmuştu. O anda bakışları Yun Wuxin'e yaşamında hiç olmadığı kadar derinden bakmasını sağladı. Zaten dayanılmaz derecede düzensiz kalbi ve ruhu daha da yoğun bir şekilde titremeye başladı...
Soyadı Yun...
On bir yaşında...
Yoksa o... Olabilir mi... O benim...
Chu Yuechan titreyen diğer elini uzattı ve kızının narin elini zorlukla kavrarken konuştu: "Xin'er, o senin baban.''
“...” Yun Che'nin vücudu şiddetle sallandı ve görüşü bir kez daha tamamen bulanıklaşmıştı.
Arkasında duran Feng Xian'er, iki elini dudaklarını götürerek kapatmıştı. Onun güzel gözleri genişçe açılmıştı.
“...” Annesine bakıp Yun Che'ye baktıktan sonra Yun Wuxin'in dudakları, çekinerek söylediği gibi biraz ayrıldı, “Ama babam... Zaten... Zaten bu dünyadan gitmiş değil miydi?”
Chu Yuechan başını salladı ve gözlerinin köşelerindeki parıltılı gözyaşları, evrendeki en görkemli yıldız ışığından daha kusursuz ve güzeldi. "Annen sana yalan söyledi. Baban sadece hayatta değil... Aynı zamanda bizi bulmayı bile başardı... Xin'er, şu andan itibaren bir baban var... Mutlu musun?”
''Ba... Baba?'' Yun Wuxin'in dudakları, Yun Che'ye şaşkınlıkla bakarken ayrıldı, gözleri o kadar pusluydu ki tartışılmaz sulu bir sis tabakası ile kaplanmış gibi görünüyordu.
''Wuxin... Kızım...'' Tam önünde duran bu kıza bakarken Yun Che'nin kalbindeki kaos ve bozukluk en doruk noktasına ulaşmıştı. Yun Wuxin'e dokunmak için titreyen elini uzattı... Kızı, hayatının devamı...
(FN; Çağan Irmak filmi gibi sahne helal olsun yazar kardeş.)
Yun Wuxin bundan kaçınmadı ama eli tam yüzüne gelecekken havada durdu. Kaba ve kirli parmaklarının kusursuz ve hassas yüzünü kirleteceğinden korkuyormuş gibi ona dokunmaya cesaret edememesine yol açmıştı. Bu dünyadaki en işe yaramaz babayı kabul etmeye istekli olmayacağından korkuyordu. Ve tüm bunların aniden bir kabarcık gibi paramparça olacağından daha da korkuyordu...
''Sen... Gerçekten benim babam mısın?'' Kızın sesi tekrardan kulaklarında çınladı. Ona çok ciddi bir şekilde bakıyordu. Hayatında hiç bu kadar güzel bir çift göz görmemişti. Hayatında gördüğü tüm güzel manzaraları aşmıştı, gökyüzündeki tüm yıldızları geçmişti.
Başını salladı ama itiraf etmekten çok utanıyordu. Bu anne ve kız on iki yıldır yalnız kalıyordu... Doğumuna tanık olmamıştı, büyürken ona eşlik edememişti. Babası olarak onun için hiçbir şey yapmamıştı, bir gün, bir an, hatta tek bir nefes için bile... Peki bu gerçeği kabul etmeye nasıl layık olabilirdi?
''O zaman...'' Küçük kız titrek ve güvensiz bir sesle, "Babama karşı çok sert davrandım bu yüzden... Babam bana kızacak mı?''
Bu yumuşak sözler, Yun Che'nin vücudunun ve ruhunun her köşesinde sayısız sıcak hava ipliği patlamış gibi hissetmesine neden olmuştu. Dünyası tamamen bulanıklaşmıştı ve vücudu kendi kızına sarılırken titreyerek öne eğildi. Ona sıkıca sarıldığı gibi gözyaşları anında kendini bırakıvermişti, zayıf görünümlü omzu şu anda tamamıyla sırılsıklam olmuştu.
"Babam... Aslında ağlak birisiymiş.'' Yun Wuxin babasının kucağında sürünerek yatarken kendi kendine yumuşak bir şekilde mırıldanmıştı ve bunu söylemeden önce de yarı saydam gözyaşları yüzünden sessizce akmaya başlamıştı.
Babasının gözyaşlarının gerçekten ne kadar değerli olduğunu bilmiyordu çünkü ruhunun acısına katlanırken, hatta yaşam ve ölüm sınırları arasında mücadele ederken bir kez bile tek bir gözyaşı dökmemişti.
Ama şu anda gözyaşları çılgınca patlayan su barajından dışarı çıkan su gibi akıyordu.
''Ssss... Cough... Cough...'' Umutsuzca gözyaşı selini durdurmaya çalışırken şiddetle dişlerini sıktı ama ağlamayı bırakamamıştı. Aslında, tam bir cümle bile söyleyememişti... Tek bir kelime dahi ağzından çıkamıyordu...
Benim Yuechan'ım...
Kızım...
Bizim kızımız...
Bu zamana kadar burada durduğu süre boyunca kasvetli hali tüm bedenini ele geçirmişti ve yaşamaktan daha çok ölmeyi yeğliyordu. Ama şu anda hissettiği duygular, istediği sondan çok daha farklı bir sona doğru ilerlediğini hissetmesini sağlamıştı.
Şu anda hala hayatta olduğu için inanılmaz şanslı ve minnettar hissediyordu...
Hayatta olmak gerçekten güzeldi...
Ah, evet. Bu dünyada hayatta olmaktan daha iyi bir şey yoktu...
[Sefix: Bu bölümlük, bölüm notunu gözyaşlarımda gizledim. Sonraki bölüm görüşmek üzere.]
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..