Ayakız'ın gözleri umutsuzlukla dolmuştu ki, sonraki saniye bir bebek ağlaması mağaranın soğuk duvarlarında yankılanmaya başladı. Neyse ki sadece kordonu kesmişlerdi. Bebek, aralarındaki bağlantının kopuşuyla keskin bir acı hissetmiş olacak ki ağlamaya başlamıştı. Çünkü aynı acıyı Ayakız'da hissetmişti. Ayrılığın acısı…
Çocuğuna bir şey olmadığını yaşlar içinde kalan gözleriyle gören Ayakız, hemen uzandı ve onu bir kere daha istedi. "Hadi bana verin…" Onu bir an önce kollarına almak, koklamak, sevmek ve emzirmek istiyordu. Şimdi kordan da kesildiği için daha önce fark etmediği bebeği ile arasındaki bağın koptuğunu hissetmişti. Şimdi sadece onu tutup, koklarsa yeniden hissedebilir gibiydi.
Şef Yanlı ise adamından bebeği alırken hiç duymamış gibi yaptı ve "Oğlum Zebil, buraya gel!" diye seslendi.
Kalın sesi mağaranın karanlık köşelerine doğru yankılandı ve oradan zayıf ayak sesleri ile bir karaltı hareketlendi. Yavaşça ortaya gelen küçük ve zayıf bir çocuktu. Tıpkı Şef Yanlı'ya benzeyen keskin yüz hatlarına sahipti ve bu da onu, daha çocuk olmasına rağmen kararlı ve güvenilir bir lider gibi göstermeye yetiyordu.
"Hmm. " Şef Yanlı yanına gelen oğluna baktı ve onay verircesine başını salladı. İşte gerçek bir Azgın Alev kabilesi adamı böyle olmalıydı. Kan gibi kıpkızıl saçlar, kırmızıya çalan koyu gözler ve her an, avına saldırmaya hazır vahşi bir duruş.
"Al onu!" dedi bebeği uzatırken. "Azmış Mağaramızın sonraki şefi olarak yeni üyelerle ilgilenmelisin." Doğrusu buymuş gibi göstermesine rağmen, bebeği çocuğun kucağına iterken ekledikleriyle de kötü niyetini hiç saklamıyordu. "Onu öldürme ama öldüğünden de emin ol!"
"Seni alçak!" Ayakız yavaş yavaş kendine gelirken, şefin ne yaptığını görmüştü. "Onu bana vereceğine söz vermiştin!"
Şef Yanlı ise "Sadece ona dokunmayacağıma söz vermiştim ve sözümü tuttum. Şimdi sıra sende." diye karşılık verirken, sözünü tutmuş onurlu bir adam gibi görünüyordu.
"Şef bilgedir!"
"Şef yalan söylemedi!"
Diğerleri hemen hayatları boyunca en iyi yaptıkları şeyi, yani 'yalakalığı' yaptıktan sonra açgözlü gözlerle Ayakız'a baktılar ve ondan sözünü tutmasını beklediler. Bir ayakları çukurda olmalarına rağmen hala sıcak ete olan arzuları dinmemişti.
Ayakız ise yaşlı gözlerini kapatmadan önce, Zebil'in kucağında çaresizce çırpınan küçük oğluna baktı. Gittikçe uyuşan uzuvlarından, canının çekildiğini hissedebiliyordu. Pan'ın ruhu bedenini terk ediyordu. Ölümü yakındı. Sadece onu bir kez olsun emzirebilmek istemişti…
Çünkü mağarada halihazırda Zebil gibi büyümüş çocuklar vardı ama oğlu daha küçücüktü, yeni doğmuştu. Büyük balığın küçük balığı yediği, güçlülerin zayıflara acımadığı bu vahşi dünyada, onu en azından bir kere olsun emzirerek destek olabilmeyi dilemişti.
Olsun diye düşündü Ayakız. Sen diğerleri gibi değilsin. Farklı olduğunu biliyorum. Babanın günahlarını taşımıyorsun, tertemiz doğdun. O yüzden ak sütüm için ağlamayı bırak da annenin günahlarından da sakın. Bırak ak sütüm seni karartmasın…
"Sadece bir kere olsun onu tutmak isterdim…" diye mırıldanırken gözlerini açtı Ayakız. Kurumuş göz pınarlarından son damlalar düşerken artık geriye pişmanlık kalmamış, yerini kararlılık almıştı. Etrafına toplanmış azgın hayvanlara aldırmadan oğluna baktı ve "İsmi Adam olsun!" dedi sadece.
Tıpkı müjdelediğin gibi olsun, Gabriel…
"O zaman tamam." dedi Şef Yanlı. Adam'ı tutan oğluna uzaklaşması için elini salladı. Nihayet beklediği an gelmişti. Şimdi bir bebeğin açlıktan ağlamasını değil, bir dişinin zevkten inlemesini duymak istiyordu.
"Tamam Şef!" diye cevap verdi Zebil ve hemen kucağındaki Adam ile uzaklaştı. Kimsenin şefe 'baba' deme hakkı yoktu. Yoksa mağaradaki çocukların yarısı şefe baba derdi ve otoritesi sarsılırdı. Neticede kardeşleri arasında en güçlü olduğu için değil, en kurnaz olduğu için öne çıkmıştı. Çoktan büyük ağabeylerinden birinin ayağını kaydırmış ve babasının gözüne girmişti.
Adam'ı erkek bebeklerin bulunduğu uygun yere götürdü önce. Orası sıcak ve rahattı. Hayvan derileri ile kaplanmış, parlayan taşlarla süslenmişti. Parlayan taşlar onları hem ısıtıyor hem de büyümeleri için besliyordu. Sonra babasının sözlerini hatırladı ve onu kız bebeklerin bulunduğu atıl yere rastgele bıraktı.
Artık onu umursamıyordu. Muhtemelen daha büyüyemeden orada ölürdü. Zaten son doğan çocuk olduğu için diğerlerinden daha yavaş büyüyecek ve gelecek mücadelelerden sağ çıkamayacaktı.
Lakin olur da sağ kalırsa, bu mağarada doğan son çocuk olduğu için bir unvanı daha olacaktı. O da, 'Baharın Habercisi' idi…
Ellerini ovuşturan Şef Yanlı, "Hadi başlayalım…" diyerek yaklaştı, büyük bir iştahla.
Ayakız ise kararlı gözlerle ona baktı. O gözlerde hiç korku ya da umutsuzluk yoktu. Yanlı, o gözleri gördüğünde bir an için duraksadı. O bakışları daha önce de görmüştü…
Ayakız'ın "Demek sıcaklığımı hissetmek istiyorsunuz?" derken, yüzünde hiç ifade yoktu.
Şef Yanlı bir şeylerin yolunda olmadığını, Ayakız'ın sözlerinin beklediği gibi isteksiz ve umutsuz olmayışından hissedip duraklarken, adamları o kadar akıllı değildi.
"Evet evet… Hadi aç şu bacaklarını!" derken Ayakız'a iyice yaklaşmışlardı. Bir ruhpanı ilk kez tadacak olmanın heyecanı, mantıklarını gölgelemişti.
Yanlı, "Geri çekilin sizi aptallar!" diye bağırsa da her şey için çok geçti. Evet hatırlamıştı… Kızıl Ay yükseldiğinde, kan oluk gibi akardı. Bir zamanlar Ayakız'a verilen unvanı hatırladığında teri buz gibi soğudu ve onu titretti.
Bir anda gözlerinde kızıl bir parlaklık beliren Ayakız, "O zaman istediğiniz kadar hissedin!" diye sessizce söyledi.
Boom!
Sözlerini adete gözleri kör eden bir alev patlaması takip etti. Ayakız'ın bedeninden güneşin yüzeyi gibi kavurucu ve parlak bir ısı yükseldi ve karanlık mağarayı gündüz gibi aydınlattı.
"Ahhhgggr!!!"
İki iri adam, ağaçtan düşen solmuş yaprakları gibi savruldular ve sert kayalara şiddetle çarptılar. Birisi sanki bedeninde hiç kemik kalmamış, sümüksü bir canlı gibi yavaşça kaydı ve yere yapıştı. Çoktan ölmüştü.
Diğeri ise hemen ölecek kadar şanslı değildi. Kömürleşmiş derisi yüzünden tanınmaz hale gelse de yerde bir süre daha acı içinde kıvrandıktan sonra ölebildi. Muhtemelen Demirpençe idi…
"Sen!" Yanlı zamanında kaçmayı başarsa da ateşin gücü yüzünden tüm derisi kızarmıştı. Hissettiği güç karşısında dili tutulmuş, adeta nasıl hakaret edileceğini unutmuştu. Beşerler böyleydi işte. Güçlüyken zayıfı ezmeye bayılırlardı ama gerçek gücün karşısında hep korkudan titrerlerdi.
"Ben ne?" dedi Ayakız. Patlamayla açığa çıkan görkemli alevleri soğumak yerine gittikçe güçlenmeye devam ediyordu. Kana bulanmış ince hayvan derilerinden giysileri çoktan yanmış, kar gibi teni açığa çıkmıştı. Görenleri büyüleyebilecek yeşim gibi pürüzsüz teninde en ufak bir kusur yoktu.
Bedeni kükreyen alevlerle örtülmüş, arkasında yavaşça şekil alan iki alev kanadıyla ayakları yerden kesilmişti. Yanıyor ve uçuyordu. Tıpkı bir Anka kuşu gibi…
Yanlı ise yavaşça göğe yükselen Ayakız'a bakarken sakin ifadesini korumaya çalışıyordu. Bir ruhpanın ya da savaşçının uçabilmesi, onların tamamen bambaşka bir ligde olduğunu gösteriyordu.
Kendisini sakinleşmeye zorlayan Yanlı, "Anlamadığım bir şey var" dedi önce. Sonra da "Madem bu kadar güçlüydün, neden bizimle mağaraya geri döndün? cennet bahçelerine gidebilirdin…" diye, sanki önemli olan buymuş gibi sordu.
Sadece zaman kazanmaya çalıştığını bilen Ayakız ise onunla fazla oyalanmak istemiyordu. "Seni ilgilendirmez! Ne yaptıysam oğlum için yaptım." diye cevap verdi. Zaten fazla vakti kalmamıştı ve güçlerini son bir kez kullanıyordu. Yine oğlu için…
"Anlıyorum…" dedi Yanlı. Sonunun geldiğini anlamış gibi, "Bizi zaten hiç gözüne sokmamıştın." dedi. "Ama beni hafife almasan iyi edersin!"
Tuhaf, maymunsu bir hayvan kükremesinin eşlik ettiği hafif bir parlamayla gücü yükseldi ve derisi hafifçe parlamaya başladı. Yanıkları bile gözle görülür hızlarda iyileşmeye başlamıştı. Bedenindeki parlaklık dalgalandı ve elinde ışıktan bir baltaya yoğunlaştı. Bu sefer çok daha gerçekçi görünüyordu.
"Kana Susamış Baltan mı? Hmph!" Ayakız, Şef Yanlı'nın ömür boyu gurur duyduğu taşkın yeteneğini küçümsemişti. "O küçük şeyle ne yapacaksın? Onunla ancak kendi zayıf kabile adamlarını korkutabilirsin. Nicesini acımasızca öldürdün! Artık daha fazla yaşamana gerek kalmadı!"
Sonra öfkeli bir Anka kuşu gibi kanatlarını çırptı ve gökten düştü. Her şeyi yok etmeye kararlı, kudretli bir ejderha gibi Yanlı'ya hücum etti.
Yanlı, bir an için güneşin karşısında durduğunu hissetti ve sert bacakları yumuşadı. Baltasını şiddetle savursa da kavrulup, eriyerek düşmeden önce son anlarında "Merhamet!" diyen çığlıkları duyuldu. Şimdi öldürdüğü onca insanın neden son anda böyle bağırdığını anlamıştı.
Ayakız ise erimiş pelte haline gelen Yanlı'ya ikinci kez bile bakmadı. Lakin yüzü iyice solgunlaşmış, artık ayaklarını bile hissetmiyordu. Süzülmek yerine yürümek istese muhtemelen yapamazdı.
Mağarada ne olduğunu bilecek yaşta olan çocuklar ise dehşete düşmüş şekilde kaçacak delik arıyorlardı. İçeride karanlık bir yer kalmamasına rağmen köşelerde saklanmaya çalışıyorlar, birbirlerinin arkasına geçmek için itişiyorlardı. Kimse ölmek istemiyor ve bir diğerini öne itiyordu.
Ayakız'In bakışları taş salonu taradı ve iri bir kardeşinin arkasına saklanmış Zebil'de durdu. İri çocuk yaklaşan alev topunu görünce korkudan bayılınca Ayakız hemen alevden bir el ile Zebil'in boynunu kavradı.
Zebil ise babasıyla aynı kaderi yaşayacağını düşündüğü için çoktan altına yapacak kadar korkmuştu. Hissedebildiği azıcık içgücü toplamaya çalıştı ama güneşin önünde ateş yakmaya çalışıyor gibi çabaları beyhudeydi.
"Yapma, beni öldürme!" diye yalvarabildi sadece. Kısa hayatında hissettiği en büyük çaresizlikti bu. Gizlice içinden yemin ediyordu, eğer kurtulursa bir daha asla bu kadar çaresiz kalmayacak, güçlü olmak için her şeyi yapacaktı.
"Hak etmeyen birini niye öldüreyim?" diye karşılık verdi Ayakız. Solgun hali ifadesine vurmuş, bu da olabildiğince soğuk görünmesine sebep olmuştu. Harıl harıl yanmasına rağmen, Zebil, onun soğuk bakışları altında titredi. Sanki ölümün onu tuttuğu hayaline kapıldı bir an için. Ama o bir an, ölünceye kadar unutamayacağı bir travma olacaktı onun için.
Ayakız'ın niyeti de buydu zaten. "Sadece seni önceden uyarmak istedim. Oğluma zarar vermeyi ya da ondan intikam almayı düşünme bile!"
Sonra da "Hayır hayır hayır!!!" diye korkuyla sayıklayan onu bir kenara fırlattı. Tutulan boynu tamamen yanmıştı ama ölümcül değildi. Sadece unutmaması gerekeni hatırlatan bir iz kalacaktı yerine.
"İyi!" dedi. Ama der demez ağzından, burnundan ve kulaklarından kanamaya başladı. Zamanı tükenmişti. Ama iyiydi, onun da ölmesi baharın yakın olduğunu gösteriyordu. Orada arkası dönük şekilde durdu ama asla dönüp oğluna son bir kez bakacak cesareti kendisinde bulamadı. Eğer son bir kez daha bakarsa, ayrılmaya dayanamayacağı ve oğlunu yakacağından korkuyordu.
"Annen seninle kalamaz ama gitmeden önce, senin için bir yol açmama izin ver…"
İçinde durdukları mağaranın en geniş salonuydu. Etrafta buraya bağlanan küçük oyuklar da vardı ama asıl olan iki tüneldi. Burada sadece yukarıya doğru giden, yani dışarıya açılan bir tünel ve daha da aşağılara doğru, belki de cehennemin dibine kadar giden diğer tünel vardı.
Ayakız salonun ortasında durdu ve tüm gücünü son bir kez daha ateşledi. Öfkeli bir ejderha gibi yükselen alevleri çıkışa doğru yönlendirdi.
BOOM!
Mağaranın çıkışı, çok kalın bir buz tabakasıyla mühürlenmişti. Ateş, buzla çarpıştığında büyük bir patlama oldu ve her yeri buharla doldurdu. Buz tamamen kırılmasa da son derece sıcak ateş yüzünden çatlamıştı. Artık erimesi kolaylaşmıştı.
Patlamanın gücü Ayakız'ı derinlere doğru inen karanlık tünele itti ve yanarak gökyüzünden düşen bir Anka kuşu gibi, karanlığın içinde gittikçe uzaklaşan bir alev topuna dönüştürdü…
Tüm bedenini içeriden yakarak yok eden alevlerle sarmalanmışken, en sonunda yaslandığı soğuk taşa uzandı ve içinde biriken tüm alevi son bir parlamayla oraya işledi.
Sonra tüm bedeni alevler içinde yok olarak toza dönüştü. Geriye soğuk bir ceset bırakmaktansa sıcak bir mezar taşı bırakmayı uygun görmüştü.
Elinin şekliyle yanmış ve eriyerek bir güneş sembolü oluşmuş kayanın altında, geriye sadece bir kolye kalmıştı…
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..