Zaman belirsiz ve sessizce aktı. Cehennem mağaralarının gittikçe ısınmasından, baharın yaklaştığı da belli oluyordu. Tan yeri ağarmış, sabah olmak üzereydi…
Mağarada ise hayat bilindiği gibi, barışçıl olmaktan uzaktı. Özellikle yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, her lokma için mücadele gerekliydi.
"Kemiğimi geri ver!" Küçük bir çocuk bağırdı. "Onu bana Şef verdi."
"Kapa çeneni küçük maymun!" Daha büyük bir çocuk, eline geçirdiği küçük kemikteki son parçaları sıyırmakla meşguldü. "Büyük maymun burada aç, görmüyor musun? Zaten ot yemekten bıktım, daha fazla ses çıkarırsan seni de yerim!"
"Ben de açım! Seninle ölümüne dövüşeceğim!" Küçük çocuk kemiğinden vazgeçemeyecek kadar açtı. Büyük çocuğun elindeki kemiği kapmaya çalışırken, "Hepsi eski ruhpanın suçu, yaşlıları yakmasa hepimize yetecek kadar et olurdu…" diye söyleniyordu.
Pek çok beşer kabilesi gibi Azgın Alev kabilesinde de ölmüş olanların etini yemek bir zorunluluk olarak başlasa da bir gelenek haline gelmişti. Akrabaların etini yemek, onları onurlandırmanın bir yoluydu.
Böylece kişi ölse bile, etini yiyenlerin bedenlerinde yaşamaya devam edebilirdi. Eti yenen kişinin ruhu, bilgeliği, gücü ve özellikle şansı miras alınmış kabul edilirdi. Bu yüzden beşerler, özellikle de başarılı insanları yiyip tüketmek için can atarlardı.
Diğerlerini bilemeyiz, lakin gücün aktarıldığı kısmında doğruluk payı vardı. Özellikle bu dünyanın canlıları bedenlerine doğanın saf enerjisini özümseyebildikleri için kemikleri, damarları ve kasları bu güçle dolu olurdu.
Yemek yiyerek, kavga ederek ya da sadece uyuyarak veya nefes alarak bedenlerine emebildikleri bu doğal enerjiyi, 'İçgüç' olarak tabir ederlerdi. İçgüç, onların yaşam gücü ya da kısaca canları idi.
Kişi yaşadığı sürece bedeninde içgüç birikmeye devam ederdi. Kavga etmek, özel bitkiler ya da güçlü hayvanların etlerini yemek gibi özel yöntemlerle daha da geliştirilebilirdi. Kişi öldüğünde ise bedenlerinde biriken içgüç zamanla dağılırdı. Eskiler o yüzden birisi öldüğünde etleri için, 'soğumadan yiyin' veya kanları için, 'sıcak için' derlerdi ki içgüç israf olmasın…
Kısacası bu geleneğin ölmüşlere saygı ya da onları onurlandırmakla ilgisi yoktu. Güce duyulan açlığın somutlaşmış bir uygulamasıydı. Sadece zayıfların, düşen güçlüleri yiyerek yeni güçlüler olma çabasıydı. Sonra onlar da düştüklerinde etleri çiğ çiğ yenirdi. Alem bu şekilde dönmeye devam ederdi.
"Çekilin önümden sizi işe yaramazlar!"
Çok az saçı olan iri bir çocuk, küçük bir kemik için kavga eden veletleri geçti ve mağaraya hâkim bir köşeye yöneldi.
Bu köşede salonu çevreleyen pek çok oyuktan birisi vardı. Ama bu oyuk diğerlerinden farklıydı, çünkü şefin oyuğu idi. İçi en değerli hayvan derileri ile doldurulmuştu. Oyuk mağaranın salonundan biraz daha yüksekte duruyor ve içerisi neredeyse ayrı bir oda kadar genişti.
İri çocuk oyuğa yaklaştı ve içeride oynaşan erkek ve dişilere baktı. Salonda açlıkla mücadele edenlerin aksine buradakilerin karnı tok, altları yumuşaktı. Özellikle bu oyuktakiler mağara şefi tarafından özenle seçilen mahsulün kremasıydı. Güçlüydüler ve çoktan ergenlik dediğimiz döneme ulaştıkları için yoğun bir şekilde çiftleşmekten başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı.
Gelen Taşkafa idi. O, Zebil'in A takımının tankıydı. Yani önden gideni, en iri ve dayanıklı adamıydı.
İçeriye baktığında dişilerle oynaşan diğer elitler dışında, odanın en derin kısmında, yekpare kemikten bir tahtta oturan heybetli mağara şefi, Zebil'i gördü.
Oturduğu taht, bir çeşit dinozor benzeri devasa bir hayvanın başı gibi görünüyordu. Ağzı 90 derece açılmış, içi değerli hayvan derileri ile donatılmıştı ki, bu da onu oturmak için heybetli bir taht haline getirmişti. Böylesine büyük bir başı olan bir hayvanı nasıl ve kimin öldürülebildiği ise, en az bu iskeletin mağaraya nasıl taşınabildiği kadar merak konusuydu.
Şimdi sadece kemikleri kalmış olsa da devasa görüntüsü, bakanların korku hissetmesi için yeterliydi. Sökülmeden kalmış mızrak gibi dişlerine ise birer kafatası geçirilmişti. Bu kaba ama etkili taht, orada oturan kişiden korkulması gerektiğini ve gücü elinde bulundurduğunu adeta haykırıyordu. İyi bir otorite sembolünün yapması gerektiği gibi…
Taşkafa içeri girdiğinde Zebil'e selam vermeden önce diğerlerine göz gezdirdi. Son derece belirgin kasları yüzünden gergin bir derisi olan Demirderi'ye ilişti gözleri. Her zamanki gibi iki dişiyi kollarına almışken çok otoriter görünüyordu. Taşkafa, dayanıklılıkta bir numaraysa, o iki numara olurdu.
Sonra tam da odağını şefe kaydıracaktı ki Çataldil'i gördü. "Sen!" Hemen öfkelendi çünkü Çataldil yine kadını ile oynaşıyordu.
"Oh?" Çataldil de kafasından boynuz şeklinde dumanlar çıkarak gelen Taşkafa'yı fark etti. "Kardeş Taşkafa değil mi? Ne zaman geldin, biz de Mine ile seni bekliyorduk."
Mine, onun çatallı diline dolanmış minyon bir dişiydi. Lakin minyon denilmesine bakmayın. Boyu en azından 170 cm civarında vardı ve daha gençti. Büyüdüğünde boyu muhtemelen 2 metreye yaklaşırdı ki bu Azman kavminin dişileri için kısa sayılırdı. Erkekler, rahatlıkla 3 metreyi bulabilirlerdi. Üstelik daha safkan azmanlar ise 5 metreye varan boylara sahip olurdu.
"Sana kadınıma yaklaşmamanı kaç defa söyledim!" Taşkafa'nın iri elleri, kaçmasına fırsat vermeden hemen küçük kıza ulaştı ve onu kendi yanına çekerken, "Sen de herkese kuyruğunu sallıyorsun!" diye bağırdı.
Mine ise iri eller tarafından adeta kaldırılıp savrulurken, "Ama…" diye kendisini savunmak istedi ama hiç direnecek gücü yoktu.
"Kardeşim, neden bu kadar aşırı tepki verdiğini hiç anlamıyorum?" Çataldil, hala Taşkafa'nın kucağına çekilen kıza bakarken dudaklarını uzun diliyle yalıyordu. "Sadece bu dişiyi senin için sıcak tutuyordum."
"Şimdi şefi görmeye gidiyorum." dedi Taşkafa arkasını dönerken. "Sonra kadınımı ne kadar ısıttığını kendim göreceğim!" derken sinirli sinirli uzaklaştı.
"Hehehe!" Çataldil bir başka dişiyi koynuna çekerken, onun gidişini sinsi gülüşüyle izledi.
"Şef!" Taşkafa bir eliyle Mine'yi tutarken, Zebil'in yanına geldi.
Zebil ise ürkütücü kemik tahtındaki değerli hayvan derileri üzerinde, bir dişinin kucağında uzanıyor ve dişinin onu nazikçe beslemesine izin veriyordu. Taşkafa bu dişiye bir göz attı ama fazla bakmaya cesaret edemedi. Zira bu cilveli dişi, bu sıralar Zebil'i tamamen eline geçirmiş, onun yeni favorisi olmuştu. Bu yüzden de oldukça kibirli, burnu havadaydı.
Önce güzelliği sonra kurnazlığı ile öne çıkan bu dişiye Nara deniliyordu. Gerçek bir gücünün olmaması kötüydü.
"Sen mi geldin, Taşkafa?" Şef rahatını hiç bozmadan uzanmaya devam ederken sordu. Zira şu anda mağaradaki hayat olabildiğine sıkıcıydı. Dişilerle oynaşmaktan başka yapacak bir şey de yoktu ki, Zebil gibi güçlü olmayı arzulayanlar bu kadarıyla tatmin olmazdı.
"Evet Şef. Mağarayı dolaştım. Bir kişinin açlıktan ölmesi ve bir kişin de pan yılanı tarafından ölesiye emilmesi dışında her şey yolunda. Kalan etler olay yerinde kapışılmış." diye raporunu verdi.
"Ha, iyi o zaman." dedi Zebil. Sonra da elini sallayarak, "Geç şöyle otur. Al biraz pişmiş et ye." derken, bir çömleğin içindeki lapa haline gelmiş yanık eti gösterdi. "Demirpençe'den kalanlar… "
Taşkafa, yanında kıskançlıkla Nara'ya bakan ve muhtemelen onun yerinde olmayı çok arzulayan Mine'yi çekiştirerek gösterilen yere geçti. Eti alarak, "Demirderi'nin babasından beklendiği gibi… Eti çok sert, piştiği halde yenmiyor." dedi.
Zaten yiyecek kıtlığı olduğu için et lüks haline gelmişti. Arada sırada acından ölen veletler olmasa, kalan tüm eti neredeyse Zebil kontrol ediyordu. Onu da sadece seçtiği adamlarıyla paylaşırdı ki, bu sayede yiyeceği kontrol ederken kabileyi de kontrol edebiliyordu.
O yüzden ödülü hakkında yapılan yorumu görmezden geldi ve "Kazı işleri nasıl gidiyor? Sence çıkışa yakın mıyız?" diye asıl merak ettiğini sordu.
Taşkafa ise başını salladı ve "Bu çelimsiz veletler çok zayıf ve buz çok kalın! Fazla ilerleme olmuyor. Dışarısına dair henüz bir emare yok." dedi. "Neyse ki Ayakız'ın darbesi buzu fena çatlatmış. Mağaranın ısısının artmasıyla kazabildiğimizden daha hızlı eriyor."
Ne güç! Zebil, Ayakız'ın dehşet verici gücünü hatırlamadan edemedi. Eli istemeden boğazındaki kapanmaya yüz tutmuş yanık izlerine gitti.
Karanlıkta nice zamandır buzu kazıyorlardı ama bir arpa boyu yol alamamışlardı. Oysa o, tek bir darbede buzu kırmıştı! Eğer ikinci bir darbe için yaşayabilseydi, herkesten önce cehennem mağaralarından çıkabilirler ve engin ovalara olan yolculuklarına başlayabilirlerdi.
Cevaplar zaten Zebil'in beklentisi dahilindeydi. O yüzden çok şaşırmadan, "Isının artması hem iyi hem de kötü. Çıkışı kapatan buzu yakında kıramazsak, buralara neden 'Cehennem Mağaraları' dendiğini öğrenmek zorunda kalabiliriz." dedi.
Kısa bir sessizlikten sonra, birden konuştu. "Ha, bu arada zayıf dedin de aklıma geldi. Adam'dan ne haber? Daha ölmedi mi piç?"
"Hayır. O piçin kesin 9 canı olmalı!" Taşkafa'nın memnuniyetsizliği ifadesinden anlaşılıyordu. "Pan yılanı dilini soktu ölmedi. Daha sonra aç bıraktık yine de yaşadı. Ondan daha etli veletler acından ölürken, hala nasıl yaşıyor anlamıyorum. Çok fazla yosun yiyor olabilir mi?"
"Sanmam," diyen Zebil ise devam etti: "Biraz büyüdü diye buzda çalışmaya zorluyoruz ama hala dayanıyor piç! Hem hiç kıyafet de vermedik. Isınması için birkaç parça deri verdiklerimiz bile soğuktan hasta olup ölebiliyor. Et yemeden buzun soğuğuna bu kadar zaman dayanması imkânsız olmalıydı."
"Haklısın şef." Taşkafa da şaşkındı. Kelleşmeye yüz tutmuş başını okşayarak, "Daha biraz önce gördüm, kaytardığını bahane edip ağzını burnunu kırdım. Bu sefer de ölmezse, artık doğrudan yapmayı umursamıyorum!" diye karşılık verdi. "Bakalım bu sefer nasıl kurtulacak!"
Önceki ruhpanın çocuğu, yani Kutsal Çocuk olduğu için doğrudan harekete geçmek akıllıca bir seçenek değildi. Pan ile doğrudan ya da dolaylı ilişkisi olan birini nedensiz öldürmek, şanssızlık getirebilirdi.
Şefi besleyen güzel Nara, bu sırada söze girdi. "Lilith yardım ediyor olabilir mi?"
Konu Lilith'den açılınca, şimdiye kadar konuşulanları çok da umursamıyormuş gibi uzanmaya devam eden Zebil, birden doğruldu ve "Sanmam." dedi. "Zira şu anki durumundan Adam'ı sorumlu tutuyor olmalı. Araları açık diye biliyorum."
Lilith'in durumu tüm kabileyi ilgilendiriyordu. Adam'la yaşanan hadise yüzünden korkulan olmuş gibiydi. Bir ruhpan olarak pan yılanı ile arasındaki uyum güçlü olmalıydı ki dış gücünü uyandırabilsin. Lakin ilk bağlanma aşaması yarıda kesildiği için birbirlerine uyum sağlamakta zorlanıyorlardı. Hala dışgücü nasıl kontrol edebileceğini tam öğrenememişti.
Nara ise başını sallayarak karşılık verdi. "Dişilerin duygularını fazla hafife alıyorsunuz. Adam'a bu konuda kızsa bile birlikte büyüdüler. Bazı hisler geliştirmiş olması muhtemel."
"Haklı olabilirsin." dedi Zebil. "Ama ne yapabilir ki? Daha kendini yakmadan ateşini bile kontrol etmeyi beceremedi."
"Hepsi Adam yüzünden! Annesi büyükleri öldürdü, kendisi de ruhpanımızı bozdu, uğursuz…" Taşkafa'nın yumrukları sıkılmıştı. "Ruhpanımız doğru düzgün meditasyon yaparak dışgücünü geliştiremediği için, biz de içgücümüzü geliştirmekte zorlanıyoruz."
Dışgüç de içgüce benzerdi ama adından da anlaşılacağı gibi bedenin içinde değil, dışında kullanılan bir kuvvetti. Bu güçte, içgücün aksine beden ikincil, ruh birincil önemdeydi. Bu yüzden sadece Yüce Yaratıcı Pan tarafından seçilen ruhpanlar, dışgüç geliştirebilirdi.
Fakat yine de içgüce göre ustalaşması daha zordu ama gücü de çok daha fazlaydı. Zira içgücün kuvveti, bedende depolanmış doğal enerji miktarıyla sınırlıyken, dışgüç kullananlar dışarıdaki sınırsız doğal enerji kullanabilirlerdi. Bu da sınırsız güç demekti.
Bu güce erişebilmeleri için sadece ruhlarını güçlendirmeleri gerekiyordu ki, ruhlar sadece Pan'ın yardımı ile güçlenebilirdi. Yani sadece Tanrı tarafından seçilenlerin kullanmaya layık olduğu türden bir güçtü…
İçgüç ve dışgüç birbirine bağlıydı ama aynı zamanda birbirine zıttı.
Doğada saf halde bulunan enerjilere müdahale edildiğinde zıt kutuplara ayrılırlardı ve bu kutuplar birbirini iterdi. Bu yüzden içgüç geliştiren savaşçılar, dışgüce erişemezken; dışgüç geliştiren ruhpanlar da içgüç geliştiremezdi.
Bu denge sayesinde, bir ruhpan ne zaman meditasyon yapsa, ortamdaki doğal enerjiyi kutuplarına ayırır ve dışgüç ile ruhunu geliştirirdi. Açığa çıkan ve kullanılmayan içgüç ise savaşçılar için bir fırsat yaratırdı.
Taşkafa, "Sadece Lilith ateşini kontrol edebilmeyi öğrense, buzu kırma konusunda da rahatlayabilirdik. Ve her gün bu sefil hayatı yaşamak zorunda da kalmazdık." dedi, bir avuç eti mideye indirirken. Ama sonra da başını sallayarak, "Unut gitsin… sanırım ruhpanlık aceleye gelmiyor. Eminim bir yolunu bulacaktır." diye de ekledi.
Zira şu anki durumdan memnuniyetsiz olsalar da ruhpanlar, manevi önderlerdi. Gücünü tam olarak uyandırdığında en az şef kadar otoritesi olacaktı. Ayrıca arkalarında Kudretli Pan vardı. Kim onlar hakkında uygunsuz konuşmaya cüret edebilirdi!?
Zebil ise düşünceli bir şekilde, "Aslında gelebilir…" dedi. "Küçük ruhpanımızı ziyaret etsem iyi olacak. Onun için tahsis ettiğim oyuk ve sağladığım tüm imkanların tadını çıkarıyor olmalı. Karşılığını verme vakti geldi. Sadece bu ayrıcalıkları ona kimin sağladığını hatırlatılması gerekiyor…"
Daha sonra Zebil, ruhpanı ziyaret etmek ve mevcut ilerlemesi hakkında bilgi almak için hareketlendi. Nara'ya iyi yiyeceklerle dolu bir çömlek hazırlamasını söyledi ki, böylece acele etmesi için onu azarlamaya eli boş gitmemiş olurdu.
Zebil, Lilith'i ziyaret etmek için hazırlanırken; ağzı ve burnu yer değiştirmiş Adam da yediği dayak yüzünden haşat olmuş bedenini zorlukla Lilith'in oyuğuna sürüklüyordu…
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..