Huzur veren ay ışığının altında çalışmalarını sürdürmeye devam eden ikili önlerindeki kapağı açılmış iki tabutu incelerken gözleri memnuniyet ile parıldarken kalpleri heyecanla çarpıyor ve gülümsemeleri daha da genişliyordu.
İçlerinde yükselen hislerle birlikte kafalarında yaşayacakları rahat, doyurucu ve memnuniyet verici hayat şekilleniyor ve kendilerini daha da heyecanlandırıyor, neşelerine neşe katıyorlardı.
İki yağmacı turnayı gözünden vurmuşlardı.
Biri gri, biri de beyaz renge boyanmış, meşe ağacından yapılma tabutlar önlerinde dizilmiş, kendileri tarafından incelenmeyi bekliyordu.
Gri tabutun içinde çürümenin yavaştan başlamış olduğunu gösteren, keskin ve mide bulandırıcı kokuyu taşıyan 14 yaşında bir çocuk bedeni bulunuyordu.
Çocuk şık bir şekilde giydirilmiş ve özenle son yolculuğuna hazırlanmıştı ama hırsızlar ölü çocuğun üstünde bulunan şık kıyafetleri kazanabilecekleri paraları ve onların gerçekleştireceği hayalleri için bir hedef olarak görüyordu.
Ayrıca çocuğun yanında bir önceki mezardan çıkana kıyasla daha iyi bir durumda olan bir kılıç da bulunuyordu.
Çocuğun üstündeki kıyafetlerde çürümeye veya yırtılmaya dair herhangi olumsuz bir işaret yoktu ama cesedin mide bulandırıcı kokusu hayal dünyalarından çıkıp gerçekliğe dönmelerini sağlamak için yetmişti.
Bu onların için ekstra bir iş anlamına geliyordu: kıyafetleri düzgün bir şekilde temizlemek.
Beyaz olanında ise bir kadın bedeni buluyordu.
Göğsünün hemen üzerinde biten ve omuzlarıyla kollarının bir kısmını açıkta bırakan beyaz renkte göz alıcı bir elbiseyle gömülmüştü.
Boynunda gümüş renkte iskelete sahip, üstünde yakut, safir ve zümrütlerin bulunduğu oldukça pahalı olan bir gerdanlık bulunuyordu. Kollarındaysa altından yapılma ve süslemelere sahip oymalı bilezikler vardı.
Kadın adeta bir prensesi andırıyordu. Kendisini uyandıracak prensi bekleyen bir prensesten farksız gibiydi.
Elleri göğsünün üzerindeydi, yüzüne kondurulmuş ve hâlâ da bozulmamış olan gülümsemesiyle sonsuz uykusunun tadını çıkartıyordu.
"Hazine bulduk! Hazine!" diye coşkusunu içinde tutamayarak fısıltılı bir tonda bağırdı Thev.
Kahverengi gözlerindeki açgözlülük o sırada yerini umuda bırakmıştı. Uzun bir zaman sonra tükenmişlik ve çaresizlik duygusunun karanlığına düşerek kaybettiği umudunu geri kazanmıştı.
"Soylular amma da geri zekâlı! Ölüleri resmen hazine! Hazine be!" diyerek aynı şekilde karşılık verdi Rob, mavi gözleri kapakları açılmış tabutların üzerinde gezerken.
"Artık nereye gidiyoruz? Nerede yaşayacağız?" diye sordu Thev, topraktan farksız gözlerini ayın huzurlu görüntüsüne dikerken ve devam etti heyecanını bastırmaya çaba bile göstermeyerek. "Şöyle günün her saati güneş alan sıcak bir ev almamız lazım! Ayrıca büyükte olmalı! Kocaman olmalı!"
"Bahçeli olmalı! Bahçeyi sakın ha unutayım deme! Bahçe en önemlisi," diyerek ekledi yüzündeki neşeli gülümsemesiyle Rob.
Biraz önceki acımasızlık ve açgözlülük dolu gülümsemeden eser dâhi kalmamıştı.
"Aynen, aynen öyle!"
İkili birbirlerine baktılar ve ardından tabutlara. Gülümsediler ve ayı izlemeye devam ettiler kısa bir süre.
Rob ve Thev, doğduklarından beri köle olarak soylu aileler arasında oradan oraya savrulmuş ve zorlu şartlar altında onların merhametsiz tavırlarına göğüs gererek yaşamaya çalışan bir başka göçebe köle ailenin çocuklarıydılar.
Aslında ikili birbirlerine bir arkadaştan daha yakındılar. Onlar, akrabaydı.
İkisi de anne tarafından kuzen olan bu ikilinin ailelerinin göçebe kölelik yapıyor oluşlarının sayesinde ikili birçok soylu tanımış ve yer görmüştü. Bunun sonucuysa soylulara karşı olan nefretlerine bir kaynağın daha eklentisi olmasını sağlamış ve sahip oldukları hayattan kurtulup alacakları intikamların yeminleri için birer temel olmuştu.
Rob'un ailesi, aşırı derecede çalışmalarından dolayı vücutlarının artık kaldıramamasından, soylular tarafından maruz kaldıkları zorbalıktan ve çalışma alanında kendilerine sağlanan kaynakların yetersizliği ve kalitesizliği yüzünden ölümcül bir hastalığa yakalanmış, hayatlarını kaybedip kendisini dünyada yapayalnız bırakmışlardı.
Kabullenilmesi akıldan dahi geçmeyen oldukça zor bir yaşantıyı tecrübe etmişti Rob.
Ailesinin trajik ölümün ardından Thev'in ailesi onu yanlarına almış ve ona da sofralarında bir yer açarak onu kendi ailelerinin bir parçası haline getirmiş, yalnız kalmamasını sağlamışlardı.
Normal bir durumda kim olursa olsun bir başkasını daha yanına almazdı. Özellikle de köleler için geçerliydi bu. Çünkü bu başka bir doyurulacak boğaz, bir başka sorumluluk ve bir başka gider kaynağı demekti. Kimse kendilerini bulundukları durumdan daha zor bir duruma sokmak istemez, düşünmezdi bile.
Böylesine asil ve iyi niyetli bir davranışın bulundukları duruma rağmen yapılmış olması onların ne kadar iyi birer insan olduklarının göstergesiydi ama hayat böylesi bir davranış için o kadar da hoşgörülü sayılmazdı.
Rob ve Thev ikilisi yirmili yaşlarının ortalarına kadar göçebe bir şekilde oradan oraya gidiyor, hiç durmaksızın çalışmaya devam ederek yaşamlarını sürdürmeye ve hayatta kalmaya çalışıyordu.
Oldukça sessiz, sakin ve huzurluydu. En azından bir kölenin düşüncesine göre.
Ta ki Thev'in ailesinin de başına gelen iğrenç olayına kadar...
Bir gün Thev'in annesi bir soylunun dikkatini çekmişti ve bu, onun ve kocasının sonunu getirecek olayın başlangıcına işaret olmuştu.
Soylu, yaşlı biriydi. Ellili yaşlarının ortasında, ölüme ne yakın ne de çok uzaktı. Yakışıklı değildi, hatta çirkin bile denilebilirdi.
Davranışlarıysa… Onların da iyi olduğunu söylemek boka güzel koktuğunu söylemek kadar gerçekçiydi.
Adam oldukça gaddar, merhametsiz ve pintinin tekiydi. Tam bir soylu bile denilebilirdi, kölelerin düşüncelerine göre.
Domuz olduğunu söylemek hakaret bile sayılmazdı.
Thev'in annesi bir gün tarlada olan işlerini yarına bırakmamak ve ceza almamak için geç vakitlere kadar kalmaya karar vermişti. Thev'in annesi o gün nöbet tutan muhafızlar tarafından zorla kimsenin kendilerini duyamayacağı depoya sürüklenmişti.
Kadın direnmişti ama nafile bir çabaydı ve sonucunda, kendisini soylunun önünde bulmuştu.
Kocası ise önceden oraya getirilmiş ve bu olaya zorla tanıklık ettirilmiş, sonrasındaysa karısıyla beraber yakılarak canice öldürülmüştü.
Çocuklar ise bütün bu olaya gizlice şahit olmuş, soylulara karşı olan nefretlerini iyice köklemişlerdi.
İşte o gün göçebe bireyler olarak yetim kaldıkları ve nefretlerinin kalplerini yiyip bitirdiği, onların yollarından sapmasına sebep olmuştu.
Kendilerine bakan, koruyuculuğunu üstlenen kişileri, ne kadar istemeyerek de olsa, geride bırakmalarının ardından bildikleri ve yapıyor oldukları tek iş olan köleliği yapmayı reddetmişler ve hırsızlığı kendilerine yeni yolları olarak belirlemişlerdi.
Köleliğin verdiği zorluklarını iyice bilen birileri olarak kendilerinin bu yola itilmesi kaçınılmaz bir hadiseydi ama bundan kendileri pişman değillerdi ve yolda yürüyüşleri, onlar için hiç de zor olmamıştı. Tam aksine bu durum onların daha iyi bir şekilde yaşamalarını sağlamıştı, ne kadar para konusundaki fazlalık pek de aşırı olmasa bile.
Köle olarak çalışmaktan daha kolaydı, daha rahattı ve huzurluydu.
İkilinin gittiği kasabalar, sahip oldukları zayıf güvenliği ve soylu tabakanın kasabaya verdiği önem göz önüne alınarak özenle seçiliyordu ve bu sayede rahatça, hiç yakalanamadan yaşayabiliyorlardı.
İşlerini iyi biliyorlardı ve bunu hakkınca da yerine getiriyorlardı.
İkisinin de kaderleri köle olarak doğmalarıyla birlikte belirlenmişti ama onlar bu kaderin dışına çıkmaya karar vermiş ve kendilerinin kim olduklarını dünyaya göstermişlerdi.
En azından onların düşüncesi bu yöndeydi.
Onlar köle olabilirlerdi ve bu onların ezilmeye karşı gayet kolay hedef olmasına sebep olmuştu ama onlar kaderlerini değiştirmiş. Yine de onlar soylulardan pek de aşağı kalır bir yanları yoktu.
Bunun en büyük örneği olarak ise Thev'in annesinin ve babasının sonunu getirmiş olan adamın ölümü öne sürülebilirdi.
Bir gece vakti o soylu tek başına kasabanın sessiz sokaklarında gülerek, kahkahalar atarak gezerken onu yakalamış ve kimsenin onları duyamayacağı yakınlardaki ormana çekmişlerdi. Onunla yüzleşmiş ve onun yaptığı şeyleri yüzüne vurmuşlardı.
Sonrasıysa sabaha kadar acı dolu bir işkence seansından başka bir şey değildi. En sonunda da soylu adamın acısı Thev'in kendisi tarafından kafasının ağaca defalarca kez vurulmasıyla son bulmuştu.
Müthiş bir gaddarlık, dehşet ve intikam yeminliklerine olan bağlılığın yegâne örneğiydi.
Bu olaya dair bir utanma hissî bulunmuyordu içlerinde. En ufak toz zerresi kadar bile yoktu. Onun yerine cesaretleri ve kendilerine olan güvenleri daha da artmıştı.
Kendilerini bir köle olarak doğmuş olmalarına rağmen farklı olduklarına, güçlü olduklarına inanmaya başlamışlardı.
Ellerinde kanı bulunan soylunun ölümüyle birlikte kendileri tamamıyla değişmişti.
Normalde sokaktan geçen yalnız, savunması olmayan kişileri veya da tavernadan çıkmış zilzurna sarhoşları soyuyor ve onları bayıltarak kurtuluyorlardı işin içinden.
Lakin son zamanlarda mezar yağmalarına başlamışlar ve bu işte oldukça da iyiydiler. En azından şu ana kadar hiç yakalanmamışlar ve sorunsuz bir şekilde devam ediyorlardı.
Evet, onlar da biliyordu böyle bir işin riskli olduğunu. Gece vakti bir nöbetçi tarafından görülme ihtimalleri vardı ama iyi araştırma yapıyorlardı önlem olarak.
Sonuçta acı yoksa kazanç da yoktu.
Thev yavaşça ayağa kalktı ve gerindi. Gözlerini batmakta olan masum aya dikmiş ve hayaller dünyasında gezinmeye devam eden arkadaşına çevirmişti.
Mezar yağmacıları olarak işlerinin son aşamasına gelmişlerdi.
Yapmaları gereken iki tane küçük görevleri vardı: cesetleri sessizce ormana götürmek ve hızlıca üstlerinde değerli olan neleri var neleri yok götürüp kaçıp kaybolmak.
Söylemesi kolay yapması zor türden şeylerdendi.
"Hey, kalk bakalım! Seni hayalci! Daha işimiz bitmedi bile," diye söylendi yapmacık bir şekilde.
Hayallerinin bölünmesine karşılık hayal kırıklığıyla somurtarak Thev'e bakmış, ardından bıkkınlıkla derin bir nefes alıp ayağa kalkmıştı.
Adam ve çocukla birlikte gömülmüş olan kılıçları sırtına asmış ve hemen ardından da çocuğun cesedini sağ omzuna yüklenmiş, adamın ve kadının cesetlerini Thev'e başıyla işaret ederek ilerlemeye başlamıştı.
Üç cesetten yayılan koku dayanılmaz ve iç karartıcı olsa bile Rob ve Thev direnmeye çalıştılar yol boyunca.
Mezarlıktan çıkmaları oldukça kolay bir şekilde gerçeklemişti ve bundan dolayı içlerine küçük şüphe tohumları ekilmişti.
Oldukça dikkatli bir şekilde girdikleri mezarlığın girişinden hiçbir sorun yaşamadan cesetlerle ve taşıdıkları değerli eşyalarla birlikte çıkmışlardı.
"Sonunda! Sonunda, isteklerimize bir adım---" diye başladı Thev ama Rob tarafından sözü kesildi.
"Bir değil! Kesinlikle ve kesinlikle, on adım! Hatta yüz bile olabilir!" diye heyecanla söyledi.
"Evet, evet! Kesinlikle!"
Fısıltılı konuşmalarından sonra sessiz kıkırdamalar takip etti.
Ormanın karanlık görüntüsünün oluşturduğu kasvet dolu havaya rağmen ikili sıkıntısız bir şekilde ilerliyor oluşlarının içlerinde oluşturduğu rahatlamayla gülümseyerek derinlere doğru ilerlemeye devam ettiler.
Yüzlerinde gülümsemesi, gözlerinde parıltılar hiç eksilmiyordu. Aksine attıkları her adımda daha da genişliyor ve neşeyle bezeli hislerin oluşmasını sağlıyordu içlerinde.
Bir süre sonra ikilinin adımları yavaşlamaya başladı ve gözlerinin önüne serilen muhteşem kaleye kadar da durmadılar.
Kale bakımsız geçen günlerin ardından kendini tamamen doğanın kollarına bırakmış ve bir ay içerisinde etrafını yeşil sarmaşıklar ve otlar kaplamıştı.
Bir ay önceye kadar askerlerin etrafında devriye gezdiği kale lanetlenmiş olanlardan bir farkı kalmamış bir şekilde çökmüştü. Geceyle birlikte oldukça uğursuz bir hâl alıyordu gözler önüne serdiği manzara.
İkili bir süre durdular ve ardından kaleye beceriksiz bir reverans yapıp yollarına devam etmişlerdi.
Bu onlar için bir gelenek haline gelmiş olan bir tür imza hareketiydi.
Eğer bir tehlike içerisinde değilseler ve rahat bir durumdaysalar kendilerinin kazancını sağlayan kurbanlarının önünde reverans yaparlar ve bu sayede onlarına teşekkürlerini sunmuş olurlardı.
Hastalıklı ve berbat bir eğlence anlayışı geliştirmişlerdi kendilerine.
İkili küçük bir göl ile karşılaşana kadar ilerlemelerine hiç durmadan devam etmişti. Göle ulaştıkları anda yorgunlarını azaltmak için oturup biraz dinlenmeye, ellerini ve yüzlerini yıkayıp kendilerine gelmeye çalıştı.
"Benim acil bir işim var," diyerek Thev'in konuşmasına dahi izin vermen ayağa kalktı ve koşar adım göl kenarından uzak bir yere, ormanın karanlığına doğru ilerledi Rob.
"Sana acıyı az at diye defalarca kez uyarıda bulundum ama yok! Sen ne yaptın? Acıyı bol attın..." diyerek söylenmesine devam etti Thev. Rob'un gittiği tarafa doğru bakıp kafasını onaylamaz bir şekilde iki yana sallıyordu.
Thev işlerinin son aşamasının başlangıcını ölü adamın üstündekilerden kurtularak başladı.
Üstündeki kıyafetlerin kokusundan gölde yıkayarak kurtulabilirlerdi ve bu onlara göre zaten bir problem olarak düşünülemezdi şu anda.
Yüzünde gülümsemesi, zihninde dönüp duran hayalleri ve ıslığıyla tutturduğu keyifli melodisiyle önünde işe odaklandı.
Thev fark etmemiş olsa bile o sırada arkasında çocuğu yavaşça eski hâline, yaşıyor olduğu zamankine dönüyordu.
Çocuğun mermer beyazı teni yavaşça buğday rengini alırken dudakları da kan kırmızısı haline geri dönüyordu.
Bilinmeyen bir sürenin ardından bedenin gözleri ani bir hareketle açıldı ve canlılığın ateşiyle parıldayan bir çift ela gözün ortaya çıkmasını, dünyayı bir kez daha görmesini sağladı.
Ela gözlerin sahibi yavaşça doğruldu ve önüne kısa bir bakış attı.
Çocuk tanıdık bir yerde olduğunun farkındaydı ama karanlık ormanın oluşturduğu manzara kendisinin tam olarak nerede olduğunu çözmesi konusunda önünde bir engel teşvik ediyordu.
Başarısızlıkla sonuçlanan çevre gözlemesinin ardından ela gözleri kendi üzerine döndü ve bu kızıl kahve rengindeki ince kaşlarının kafa karışıklığıyla çatılmasına sebep oldu.
Üstünde beyaz ve gri tonlarında şık bir takım bulunuyordu.
'Neler oluyor burada?'
Bakışlarını üstünden çekti ve yakınında fark etmiş olduğu kılıç kınına çevirmiş, bu da kaşlarının kalkmasına sebep olmuştu.
Elleri kendinin iradesi dışında hareket ederek kına doğru uzandı ama sonra farkına vardığı melodik ıslık sesiyle donakaldı.
Şaşkınlık, şüphe ve korku bir anda içinde patladı ve kalbinin deli gibi atmasına sebep oldu ama hemen kendini sakinleştirmek için ilk baştaki sorusuna dönmüş, kendisinin bir nebze de olsa merak ile rahatlatmıştı.
Merakla kaşlarını çattı ve melodinin sahibine çevirdi dikkatini.
Adam, onca çıkartmış olduğu sese rağmen kendisini hâlâ fark etmemiş ve tamamen önündeki iş tarafından bütün dikkati absorbe edilmişti.
Çocuk sabırla bekledi bir süre. Adamın kendisinin farkında olmadığını anladığında yavaş adımlarla önünü tamamen adam çevirdi yavaş ve sakince. Sonrasında ayağa kalkmayı denedi ama daha tamamen kalkamadan gördüğü görüntüyle birlikte donakaldı ve bu sefer kaşları V harfini oluşturacak şeklini aldı.
'Anne?' diye bir düşünce çıkabildi zihninden gördüğü ölü yüze dikmişken ela gözlerini.
Öfke, hiddetli bir tsunamiden farksız bir şekilde içinde yükselmeye başlamışken gözlerinde fırtına bulutları oluşmaya başlamış ve yıldırımlarını çarpacak hedefi olan adama dikmişti gözlerini. Dişlerini ve yumruğunu sanki kırmaya niyetliymiş gibi sıkıyordu.
Bilinmezliğin kendisine kazandırdığı avantajı devam ettirmeye niyetli olarak hafif ve nazik hareketlerle kını yerden kaldırdı, sonrasında kılıcı ses çıkartmamaya özen göstererek çekti.
Bunları yaparken adamın neşeli ıslık melodisi devam ediyordu ve kendisini hâlâ fark edememişti. Hayallere dalmış bir şekilde önünde işine devam ediyordu: kadının üstündeki değerli eşyaları çalmaya.
Alastair sessizce derin bir nefes aldı ve adamın kalbini hedefledi.
Shink!
Kılıcı delici bir saldırıyla ileriye doğru savurdu ve başarılı bir şekilde kılıç adamın sırtından girerek adamın kalbini delmiş ve göğsünden dışarıya çıkmıştı.
Acısız ve hızlı bir ölüm adamı bekleyen tek şey olmuştu.
Shiss!
Alastair kılıcını hızlıca çekti ve kanlar içinde olan ve şaşkın bir şekilde ne olduğunu bile fark edemeden ölmüş adamın âciz görüntüsüne dikti şimşekler çakan gözlerini.
'Piç herif!'
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..