“Sen Corvus Tiamat mısın?”
Corvus çoktan ayağa kalkmış ve kadına doğru titreyen ellerle yaklaşmaya başlamıştı.
“Sana soruyorum? Corvus Tiamat sen misin?”
“E… evet benim.”
Kadın, kucağındaki bebeği babasına uzattı.
“Çocuğu iyi eğitin. Önemli olan özünü iyi kontrol edebilmesi. Vücudundaki dövmelere gelince… onlar zaman içince çocukla birlikte değişecek, yani merak etme. Neyse. Montis gerekli açıklamları yapar. -bebeğe döndü- Atalarının ruhuna onur getiresin.”
Corvus “dövmeler” kısmından sonrasını dinlememişti. Oğlunun bedenini saran çizgi şeklindeki dövmeler daha çok ilgisini çekiyordu.
“Yüce Şef torunun isminin Sargon olmasını istedi ancak tabii ki babası olarak sen karar vereceksin.”
Yavaş yavaş gözleri dolmakta olan Corvus’a hüzünlü bir bakış attı ve başka bir şey demeden halen açık olan çatlağa girip kayboldu.
Corvus oğluna baktığında üç şey görüyordu: oğlu, krallığın varisi ve eşinin ölümünün sorumlusu.
Çocuğuna kavuşmasının mutluluğu ve eşinin katilini kucaklamasının acısı göğsünü doldurdu Bilge Kral’ın. Ardından acıdan mı yoksa sevinçten mi olduğunu kimsenin bilmediği göz yaşları döküldü.
Küçük Sargon doğduğu ilk andan itibaren bir Uyanmıştı. Bu yüzden vücudu ve beyni yaşıtlarına göre çok daha hızlı gelişiyordu.
Bir yaşına geldiğinde çoktan sütten kesilmiş, desteksiz yürüyebilen ve komplike olmasa da uzun cümleler kurabilen bir çocuktu.
Aslında bilişsel düzeyi daha yüksekti ancak büyük bir problemi vardı küçük prensin.
Doğumunda olan olaylar abartılarak anlatılmış, üstüne her geçen gün kızıllaşan gözleri ve zamanla zincir şekline dönüşen dövmeleri de eklenince küçük yaşında bile bakıcıları için korkunç bir figür haline gelmişti.
Ülkedeki gelenekçi muhafazakarlar prensin durumunu iyice büyütmüştü. Onlara göre Bilge Kral’ın gelenekleri çiğnemesi yüzünden tanrılar veliaht olarak bir şeytan göndermişti. Bu kızıl gözlü küçük şeytanın gözlerine bakmak ailenize ölüm getirirdi. Onunla konuşursanız sizi manipüle eder, kölesi ederdi.
Bu yüzden prensin bakıcıları prensin sorularına kısa cevaplar verir, temel ihtiyaçlarını karşılar karşılamaz da prensten uzaklaşırlardı. Bu yüzden prens Sargon her ne kadar çabalasa da üç yaşına gelene kadar çevresindeki insanlara sorduğu sorulardan ya da sohbetlerinden istediği verimi alamadı.
Üç yaşına geldiğinde babası ilk defa oğlunu görmeye geldi.
“Benim kim olduğumu biliyor musun?”
Sargon karşısındaki bu uzun boylu adam ilk defa görmüştü. Ancak gördüğü herkesten farklı olduğunu bir şekilde hissediyordu. Tanıdık bile geldiği söylenebilirdi bu adamın. Ancak küçük prens her ne kadar zorlasa da bu adamı tanıyamadı.
Daha önce gördüğü kimseyi unutmamış ve haklarında az çok bilgi edinmiş olan prens, çocukça bir utangaçlığa kapılıp kafasını eğdi. Daha önce sorularına yeterli cevaplar alamadığı için karşısındaki adama kim olduğunu sormasının anlamsız olacağını düşünüyordu ama içindeki o tanıdık his prensi soru sormaya itti.
“Kim… Kimsin sen?”
Sargon gözlerini yere dikmiş olduğu için göremiyordu ama Bilge Kral’ın yüzünde hüzünle dolu bir ifade vardı. Kendi çocuğunun onu tanımaması, daha doğrusu üç yıldır kendi çocuğunu görmeye gelmemesi üzmüştü belkide kralı. Birkaç derin nefesin ardından kendini toparladı.
“Ben Kızıl Dağ’ın Kralı Corvus Tiamatım.”
Prensin yüzü heyecanla yarı-kızıl gözleri de ışıkla dolmuştu. Kafasını hemen kaldırıp heyecanla konuştu.
“Sen o hikayelerdeki büyük krallar gibi misin?! Güçlü ve herkesi koruyan cesur savaşçı kral sen misin?!”
Küçük çocuk “büyük” derken kollarını olabildiğince yanlara açmış, “savaşçı” derken de elindeki hayali kılıcı sallayarak birkaç hareket yapmıştı.
Bu sefer ise yüksek heyecanından dolayı Bilge Kral’ın yüzündeki tebessümü fark edememişti.
Bilge Kral çömeldi ve cevap verdi.
“Hayır ben o hikayelerdeki büyük - ü harfini uzatmıştı- krallardan değilim.”
Çocuk bunu duyunca hayal kırıklığına uğrayıp tekrar başını eğdi. Karşısındaki adama karşı ilgisini az da olsa kayıp etmişti.
Tam o anda adamın sözleriyle eskisinden daha çok heyecanlandı.
“Ben o krallardan çok daha büyüğüm.”
Çocuk eğildiği için yüzünü daha rahat gördüğü adamı incelemek için kafasını hızla kaldırdı.
Karşısındaki yüz geniş bir alınla başlıyor biraz köşeli bir çeneyle sona eriyordu. Adamın bir köprüye benzer ancak biraz sola doğru yamulmuş olan burnunu, alnı ile köşeli çenesi arasındaki biraz yamulmuş bir köprüye benzetti. Adamın sık ve ince kaşları altında dinlenen gözleri ise geceye benziyordu çünkü gece gibi karanlıkken içinde yıldızlara benzeyen ışık noktaları vardı. Çocuk yüzü inceleyip düşüncelere dalmışken hayatından ilk defa duyduğu soruyla irkildi.
“Peki sen kimsin?”
Küçük çocuk kim olduğunu biliyordu. Ne de olsa herkes ona Sargon diyordu. Hoş özünü kontrol edemediği için yaraladığı bir bakıcısı ona “şeytan” demişti ama genelde Sargon denilirdi kendine.
“Ben Sargon. Bir de Tiamat var ama galiba o benim ikinci ismim.”
Sorgon, Tiamat der demez aklında bir anısı canlandı. İki bakıcısının “ikinci ismi” aynıydı ve bu iki bakıcıdan biri diğerine “kardeşim” diyordu. Karşısındaki adamın isminin Corvus Tiamat olduğunu hatırladı. Az öncekinden daha büyük bir heyecan sardı kalbini.
“Senin de ikinci ismin Tiamat, benim de. O zaman sen benim kardeşim mi oluyorsun?”
Bilge Kral, oğlunun kendini tanımaması yüzünden biraz buruk da olsa kahkaha atmadan edemedi.
“Sen benim oğlumsun Sargon!”
Kral’ın oğlu demek prens demekti. Duyduğu hikayelerde prensler da babaları kadar “büyük” olurdu. Yani Sargon da “büyük” olmalıydı.
Sevinçle yerinde birkaç kere zıpladı ve hayali kılıcını çekip birkaç kez daha havayı kesti.
Babası ilk defa duyduğu bir duyguyla çocuğunu seyre dalmışken odaya geliş amacını hatırladı ve ayağa kalktı.
Çocuk babasının ayağa kalktığını fark edip havayı doğramayı kesti ve babasına bakmaya başladı.
“Duyduğuma göre çok zekiymişsin Sargon.”
Sargon artık bir prensti. Yani bir prens edasıyla konuşması gerekiyordu. Göğsünü kabarttı ve konuştu.
“Çok zekiyim tabii! İstersen bine kadar sayabilirim hatta! 1,2,3…”
“Saymanı dinlemeyi çok isterdim ama o kadar zamanım ne yazık ki yok. Onun yerine sana bir soru sorayım. Diyelim ki iki şeker yedin iki şeker daha yersen, kaç şeker yemiş olursun?”
Sargon hiç düşünmeden cevap verdi. Hatta soru kendine basit gelmiş olacaktı ki aşağılarcasını bir bakışla birlikte dört parmağını kaldırdı.
Üç yaşından beklenmeyecek kadar hızlı ve kesin cevap karşısında kral afalladı ama Sargon tıkanana kadar giderek zorlaşan sorular sormaya devam etti.
Sorular sadece matematik problemleriyle kısıtlı değildi aksine çoğunlukla günlük yaşamla ilgiliydiler.
“Ortaya çıkar mısın Melena?”
Sargon az önce sorulan sorunun cevabını ararken önce babasının sözleri, ardından hiçlikten var olan kadın karşısında dikkati dağıldı.
“Bu kadının adı Melena. Artık senin güvenliğinden ve bakımından sorumlu olan o. Her ne kadar prens olsan da ona kötü davranamazsın. Anladın mı?”
Sargon, karşısındaki kadının gözlerine dikti gözlerini. Bir şey deniyor gibiydi. Melena bu sert bakışlara sevecen bir karşılık verdi ama Sargon’u ilgilendiren bu değildi. Karşısındaki kadının gözlerine bakıp bakmayacağını merak ediyordu. Çok geçmeden Melena, küçük prensin merakını sona erdirdi. Korkusuzca gözlerinin içine bakıyordu genç prensin.
Sargon babasını incelediği gibi Melena’yı da incelemeye başladı. Melena’nın sarı parlak saçları, uzun kirpikleri ve sık kaşları Sargon’un ilk dikkatini çeken şeydi. Güzellik kavramına her ne kadar hakim olmasa da içinden bir ses bu kadının güzel olduğunu söylüyordu.
Bu kadın yine hikayelerdeki kraliçelere benziyordu. Sarı saçları ve -galiba- güzel bir yüzü vardı.
“Sen kraliçe… yani annem misin?”
Melena yanında ki krala döndü ama iş işten geçmişti artık. Kral’ın yüzü kararmış, arkasını dönüp kapıya yönelmişti bile.
“Önce okuma yazmayı öğrensin. Ardından öğrenme hızına göre düzeyi yükseltin. Vücudu yeterince geliştiğinde de Usta Montis liderliğinde eğitimleri başlasın.”
Sargon babasının ani gidişi karşısında üzülmüştü ama karşısındaki “kraliçe” ile daha çok ilgileniyordu.
Melena kaygıyla Kral’ın gidişini izledikten sonra küçük prensin sorusunu cevaplamak için döndü.
“Hayır Prens Sargon. Ne yazık ki Kraliçe birkaç yıl önce öldü. Ancak üzülme, Kraliçemiz hem çok iyi bir insandı hem de çok güçlü bir savaşçı. Tanrıların ona iyi davranacağına eminim.”
Sargon ölüm kavramına da hakim değildi ancak kraliçe “tanrılar” denilen insanların yanına gitmişti ve yakın zamanda dönmeyecekti. Bu durum onu biraz üzmüştü ve tekrar yere dikmişti gözlerini.
Melena prensin hüznünü fark etmiş olacaktı ki genç prensi kucağına aldı.
“Yaşadığımız yerin adının neden Kızıl Dağ Krallığı olduğunu biliyor musunuz prensim?”
Bu yeni soru prensin hüznünü az da olsa dağıttı.
“Bilmiyorum.”
“O zaman Kızıl Dağda bir tur atarken size anlatayım.”
Melena’nın uzun gezisinin ardından genç prens yorgunluktan uykuya daldı. Devam eden günlerde prensin hayatı biraz değişti. İlk önce Melena’dan okuma yazma ve matematik öğrenmeye başladı.
Ardından dil ve tarih dersleri geldi. Bu dersler için uzun beyaz sakalları olan kel adamlar geldi. Sargon’un en çok ilgisini çeken bu yaşlı adamların hepsinin birbirine benzemesi ve sağ ellerindeki orta ve işaret parmakları arasındaki nasırlar ve morluklardı.
Sargon’un da orta ve işaret parmakları arasında da yaşlılarınkine benzer morluklar ve kızarıklıklar vardı. Bunun nedeninin kalemi ve defterleriyle geçirdiği zorlu zamanlar olduğunu biliyordu.
Bir benzerlikleri olması Sargon’u bu adamlara biraz yakınlaştırmıştı ama Sargon’un alışkanlık edindiği bir testi vardı. İlk defa karşılaştığı kişilerin gözlerine kilitlenirdi. Bu yaşlı adamlar da aynı testten geçmek zorundaydı doğal olarak.
Bilinmeliydi ki bu “yaşlı adamlar” Kızıl Dağ Kralığının en büyük akademisyenleri ve öğretmenleriydi. Yani gelenekler onlar için bir saçmalık, bir bebeğin şeytan olması ise imkansızdı. Krallığın yaptığı açıklama onlar için tek gerçekti.
“Kutsal Kraliçemiz doğumun ağırlığını kaldıramadı ve bizleri terk etti.”
Bu yüzden biraz korkutucu da olsa ilk defa gördükleri bu iki küçük kızıl gözden gelen bakışlara ilgiyle karşılık verdiler. Hatta bir tanesi “izninle Sargon, gözlerine yakından bakabilir miyim?” demişti.
Tüm bu korkudan eser olmayan bakışların ardından Sargon bu yaşlı adamları da artık “iyiler” sınıfına koymuştu.
Zaman geçtikçe derslerin ve yaşlı adamların sayısı arttı. Sargon önüne çıkan tüm soruları kolayca cevaplıyordu ama artık sıkılmaya başlamıştı. Artık yedi yaşına varmış bir çocuktu. Tabii vücudu on yaşında bir çocuğunkine benziyordu.
Melena bir gün Sargon’u normalden erken kaldırdı. Güneş daha doğmamıştı bile. Genç Sargon yarı uykulu halde sarayın koridorlarında sallana sallana yürürken sordu.
“Nereye gidiyoruz Melena?”
“Bugün yeni bir eğitmeninizle tanışacaksınız prensim.”
Sargon derin bir of çekti ama yoluna devam etti. İlerledikçe kafası karışıyordu. Son koridordan sola girmeleri gerekiyordu ama Melena sağa dönmüştü.
“Hey Melena yanlış yoldan gidiyoruz.”
Melena hafifçe kıkırdadı ama ağzından başka ses çıkmadı. Birkaç dakika sonra sarayın arka tarafından çıkmış, Kızıl Dağ’a tırmanmaya başladılar.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..