Bölüm 281: Yüz Savaşın Tanrı-Kralı

avatar
8252 19

Emperor’s Domination - Bölüm 281: Yüz Savaşın Tanrı-Kralı


 

Bölüm 281: Yüz Savaşın Tanrı-Kralı

 

Li Qiye uzaysal kesesini arkasında bırakıp çıkıyordu. Chi Xiaodie ise harabe tapınakta ne diyeceğini bilemez halde kalakalmıştı. Mazlum mazlum bakıyordu. Aslan Kükreyişi Ülkesi büyük tarikatlar ya da antik krallıklarla kıyaslanamazdı belki ama yine de gizli güçleri vardı ve sıradan bir küçük ülkeden çok daha güçlüydü.

 

Göklerin hayran olduğu bir prenses ve altın kız olan Chi Xiaodie, her zaman diğerleri tarafından şımartılmıştı; ancak bugün Li Qiye ile bu ıssız topraklara bir hizmetçi olarak gelmişti. Şimdi de bu kirli ve yorucu işi yapmak zorundaydı.

 

Daha önce hiç böyle hizmetçilik işi yapmamıştı, ama bugün dünyanın her yerinde görülebilen sıradan bir hizmetçi gibi bu işi üstlenmişti.

 

Chi Xiaodie uzun süre suskun kalmıştı, sonra nihayet Li Qiye’nin uzaysal kesesini aldı ve temizliğe başladı. Bir Kraliyet Asili olsa bile, daha önce hiç toz almak, yerleri silmek, bitkilerle uğraşmak gibi sıradan işlerle uğraşmadığı için bu iş onun için büyük bir meydan okumaydı. Chi Xiaodie güçlerini kullanarak temizlik yapmaya kalktığında ortaya şapşalca bir durum çıktığından, şu an pek de kusursuz bir iş çıkaramıyordu.

 

Buna rağmen işini sessizce yapıyordu. Mağdur ve keyifsiz hissetse de, yapabileceğini kanıtlamak için bu kirli işe sonuna kadar katlanacaktı.

 

Sinirliydi ama Li Qiye’ye mi sinirliydi yoksa kendisine mi, bunu bilmiyordu. Özetlersek, Chi Xiaodie geçmişte hiç böyle bir iş yapmamıştı ve geçmişteki hali bu halini görse fazlasıyla şaşırırdı.

 

Chi Xiaodie sinirli mizacına ve kalbindeki kedere sabırla dayanıyordu. Nihayet tapınağı temizleyebilmişti.

 

Ataların İlahi Tapınağı’ndan ayrıldıktan sonra Li Qiye etrafta gezip karşıki dağlara bakıyordu. Dağlar sanki yüksek bulutlara ulaşan dalgalar gibiydi. Aynı zamanda fark edilemez derinlikleri olan ve tahmin edilemeyecek tehlikeler barındıran vadiler de vardı – epey heybetli bir manzaraydı.

 

Li Qiye yavaşça ilerledi; bakıldığında yakın gibi gözükse de bu dağlar millerce uzaktaydı.

 

Li Qiye sonrasında tapınağın ters bölgesindeki bölgeye ulaştı. Burası küçük bir tepeydi; önündeki yüksek dağlara ve geniş nehirlere kıyasla gerçekten hiç dikkat çekmeyen ve önemsiz bir tepeydi.

 

Ancak bu küçük tepede, içinde sadece beş odası olan bir dao mabedi vardı. Yeşil çinileri ve gri duvarları vardı, ne kadar eskiden yapıldığı tahmin edilemiyordu. Yeşil çinilerin üzeri kalın bir toz tabakasıyla kaplandığından artık gri gözüküyordu ve çatlakların aralarından yabani otlar çıkmıştı.

 

Ancak iyice eskimiş Ataların İlahi Tapınağı’na kıyasla bu dao mabedi çok daha iyi durumdaydı. En azından ziyaretçilerden kalma izler vardı.

 

Binaya yaklaşınca, ana kapıda asılı bir tabela gözüküyordu, üzerinde iki kelime yazılıydı: Baki Avlu. Bu sözcükler kim bilir ne kadar süredir zamanın akışına dayanıyordu. Başlangıçta zift karası yazılmış kelimeler artık fark edilemeyecek beyazlıktaydı.

 

Mabedin kapısı tamamen açıktı ve üzerinde bir kilit yoktu, Li Qiye de yavaşça içeri girdi. İçerde gök gürültüsüne benzer bir horlama sesi tüm mabedi sarsıyordu. İçerdeki odalardan birinden geliyordu; Li Qiye de sese doğru yürüdü ve yatağa uzanmış yaşlı bir daoisti gördü.

 

Yaşlı daoistin yüzü yukarı bakıyordu, garip bir şekilde uyuyordu. Kollarını ve bacaklarını da açmış tüm yatağı kaplamıştı; bir daoist için oldukça yakışıksız bir pozdu bu.

 

Eski, yırtık pırtık ve yağlı bir cübbe giyiyordu. Kim bilir cübbesi kaç yıldır yıkanmıyordu. Darmadağınık saçlarının görünüşünün aksine kokmaması büyük şanstı. Aksi takdirde ufunet dayanılmaz olurdu.

 

Bu yaşlı daoist paçoz gibi görünse de, aslanımsı burnu ve geniş ağzıyla, heykele benzeyen bir yüze sahipti. Oldukça etkileyiciydi, tamamen enerji dolu ve dinç bir ruha sahip bir gezgine benziyordu.

 

Yaşlı daoistin uykusu epey derindi. Li Qiye odaya girmiş olsa da hala horlamaya devam ediyordu. Gök gürültüsü horlayışını duyan biri onu herhangi bir gücün uyandırıp uyandıramayacağı konusunu düşünebilirdi.

 

Li Qiye bu uyuyan yaşlı daoiste hiçbir şey söylemeden baktı. Sonra da dao mabedinin etrafına baktı ve her bir çiniyi titizlikle analiz etti; sanki arkeolojik çalışmalar yapan bir uzman gibiydi.

 

Li Qiye hiçbir şeye dokunmuyordu, incelemesini sadece gözleriyle yapıyordu. Sonunda dikkatle “Baki Avlu” tabelasına baktı ve sessizce çıktı.

 

Li Qiye Ataların İlahi Tapınağı’na vardığında hava kararmaya başlamıştı ama pırıl pırıldı. Yabani otlar ve sarmaşıklar sökülmüştü, eski tapınağın iç kısmı tamamen temizlenmişti ve kırık bölgeler de tamir edilmişti.

 

İnsanoğlunun lekelerinden tamamen arınmamış olsa da öncesine göre kesinlikle çok daha iyi bir haldeydi. Şimdi insanların yaşayabileceği uygun bir görünümü vardı ve önceki çürümüş halinden eser yoktu.

 

İçerde Li Qiye, Chi Xiaodie’nin ana odanın ortasında durduğunu gördü. İçerde iki heykel vardı ama bu heykeller ölümlülerin taptığı tanrılar değildi.

 

Chi Xiaodie heykellerden birine büyülenmiş gibi bakıyordu. Çok tanıdık olduğunu hissediyordu ama kim olduğunu söyleyemiyordu.

 

Li Qiye geri dönünce ona sordu: “Buradaki… Ne heykeli bu?” Heykelin pozu çok garipti, sanki diz çökmek istiyormuş gibiydi ama yine de dik duruyordu; sanki bir ünvanın bahşedilmesini bekliyor gibiydi. Aynı zamanda hangi açıdan bakılırsa bakılsın gözleri gizlenmişti; belli ki iki göz işlenmişti ama bu garip poz yüzünden görülmüyordu.

 

Chi Xiaodie onları da iyice temizlemişti. Heykellere baktığında, özellikle de bu garip pozdaki heykele baktığında çok aşina ama yine de tanınmaz bir hisse kapılıyordu.

 

Li Qiye de heykele bakıyordu. Cevabı vermedi, onun yerine bir soruyla karşılık verdi: “Sen ne düşünüyorsun?” Duyulmayacak bir iç çekti. Yıllar kalpsizdi ama o dönemdeki enerjik zamanlar tıpkı dün gibiydi.

 

Chi Xiaodie dalgın bir şekilde yanıtladı: “Bilseydim sana sormazdım.”

 

Li Qiye kahkahasını tutamamıştı, sonra yavaşça konuştu: “Chi Klanı’nızın atası.”

 

Chi Xiaodie, Li Qiye’nin cevabını duyunca şok içinde haykırdı: “B-bizim atamız mı?”

 

Şimdi bu heykelin neden bu kadar tanıdık geldiğini anlamıştı. Chi Klanı’nın ata salonu da atalarına tapıyordu; oraya eskileri onurlandırmak için nadiren gidiyor olsalar da, Chi Xiaodie birkaç kez girmişti.

 

Sonrasında bir kez daha sordu: “Ama neden böyle garip bir pozda?” Li Qiye’nin her şeyi bildiğini hissetmişti. Kendisi Chi Klanı’nın bir soyu olsa da, atalarını Li Qiye gibi bir yabancı kadar iyi bilmiyordu. Belki de Li Qiye haklıydı, insan okumalıydı. Ne kadar okudukça o kadar bilirdi.

 

Li Qiye bir süre heykele bakarak sessiz kaldı, sonra cevapladı: “Bu poz, kendisine Yüz Savaşın Tanrı-Kralı ünvanı bahşedildiği ana ait.”

 

Chi Xiaodie bunu duyunca donakalmıştı: “Yüz Savaşın Tanrı-Kralı!”

 

Atasının böylesi bir ünvanı olduğunu bilmiyordu ve heyecanla sordu: “Atamız bir tanrı olarak kutsanmış mıydı?”

 

“Öyle de diyebilirsin. Efsanevi bir varlık atanızın kahramanlıklarını gördü ve ona özellikle Yüz Savaşın Tanrı-Kralı ünvanını bahşetti. O dönemdeki ünvanlar içindeki en otoriter ünvanlardan biri olarak düşünülebilir.” Li Qiye hafifçe iç çekti ve devam etti: “O çağda, atanız insan ırkının gururuydu.”

 

Chi Xiaodie sessizce mırıldandı: “Yüz Savaşın Tanrı-Kralı!” O sırada resmen kanı kaynamıştı. Atalarının dünyayı silip süpürdüğü, şeytanlara ve tanrılara karşı savaştığı gözünün önüne gelmişti. Ataları ne kadar destansı ve azametliydi? Çabaları ne kadar onurlu ve yüceydi?

 

İçinden çıkması zor bir şok yaşıyordu, efsanelerde boy göstermiş atasının şanını hissedebiliyordu.

 

Bir süre sonra düşüncelerini topladı ve sordu: “Tüm bunları nasıl biliyorsun?” Chi Xiaodie bu olayları Chi Klanı’nın soyundan geldiği halde bilmiyordu ama Li Qiye avucunun içi gibi biliyordu.

 

Li Qiye döndü ve konuştu: “Bu yüzden fazla okuduğumu söyledim. Eline kitap almayan ya da çok nadir okuyanların hazır torbadan farkı kalmaz; koca memeli ama kuş beyinli bir kız olmak iyi değildir.”

 

Chi Xiaodie’nin kaşları çatılmıştı ama bunun nedeni artık sadece sinirlenmesi değildi, utanmıştı da. Arkasını döndü ve diğer heykele baktı.

 

Bu heykel de birçok eli olan kadim bir adamdı. Her el farklı bir şeyi yapıyordu ve aynı değildi. Bazı eller silah tutuyordu, bazıları da göğe uzanıyordu; aynı zamanda farklı el mühürleri olanlar vardı.

[Ç.N: Burada aslında 10 milyon el diye geçiyormuş, ama bunun kelimenin tam anlamını yansıtmadığını düşünüyorum.]

 

Chi Xiaodie, bu çok elli heykele baktı ve sordu: “Bu kim?”

 

Heykellerden biri atasıydı, bu yüzden diğeri de hayali bir karakter olmamalıydı.

 

Li Qiye heykele döndü ve ağzını açmadan önce biraz bekledi: “Sayısız Görüntülü Gerçek Tanrı!”

 

Chi Xiaodie hayretle cevap verdi: “Sayısız Görüntülü Gerçek Tanrı mı?” Daha önce hiç bu ismi ya da ünvanı duymamıştı. Bir kez daha sordu: “Bu Gerçek Tanrı atamızın bir takipçisi miydi?”








Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 43988 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr