Bölüm 596

avatar
6285 19

I Shall Seal The Heavens - Bölüm 596


Bölüm 596: Yağ Tükendi ve Lamba Kurudu

İkinci Zirvede bir çam ağacına yaslanmış olan Song Jia gözlerini Dördüncü Zirve yönen dikmişti. Aynı sırada gözleri karmaşıklıkla doluydu ve göz yaşları yüzünden aşağı boşalmaya başlamıştı.   Kulaklarında çınlayan tıbbi hapın şarkısı kalbinde dalgalanmalara neden oluyordu. Zihninde anılar birer birer su yüzüne çıkıyordu.   Babasının ve kendisinin görüntüsü zihninde belirmişti….   Bazı insanlar kızlarını “avuçtaki inci” olarak adlandırırdı. Song Jia’nın anımsadıklarına göre… babası da ona avucundaki inci gibi muamele etmişti.   Tıbbi hap şarkısı yükselip alçalarak yankılanırken tüm Birinci Gök boyunca yayılıyordu. Bir milyon insan bu şarkıyı işitmiş ve Fang Yu da dahil herkes bundan etkilenmişti. Olduğu yerde karmaşık duygularla dolu bir halde sessizce oturuyordu. Bir yandan anılarla dolarken bir yandan da üzgün bir haldeydi. Babasını anımsamıştı, bilgin bir havaya sahipti ve nazik gibi görünse de aynı zamanda oldukça katı birisiydi. Aynı zamanda hoş anılarla dolu çocukluğu gözlerinin önüne gelmişti.   Fang Yu’yu en çok üzen şey, Dördüncü Zirveden gelen şarkının içindeki Meng Hao’nun gerçek babası olmayan birine karşı gösterdiği aile sevgisini net bir şekilde hissetmesiydi.   “Baba,” diye mırıldandı, “geçmişte gerçekten de doğru kararı verdiğinden emin misin?” Bu noktada Fang Yu’nun gözleri dolmuştu. Çocukluk zamanlarına dair anılarında annesinin nasıl sürekli ağladığını ve babasının gözlerinde karmaşık ve derin bir bakışla pencereden uzaklara doğru baktığını anımsamıştı.   Bu bakış Fang Yu’nun o zamanlar tam olarak anlayamadığı bir çeşit baba sevgisini içinde barındırıyordu. Şimdi düşününce bunu fark etmişti. Bu bakıştaki sevgi ona karşı değil, o sıralarda çok çok uzaklarda bilinmeyen bir yerde bulunan birine karşı olan sevgiydi.   Baba ve annenin sevgisi birbirinden tamamen farklı şeylerdi. Babanın sevgisi tıpkı bir dağ gibi daha sessiz ve daha vakurdu. Bir çocuk için babası koruyucu melek gibi olurdu. O çocuk artık yeniyetme zamanlarına geldiğinde işler değişirdi. Baba artık o kişi için bir engel olmaya başlardı. Bunun ardından kendini ondan daha üstün olarak görmeye başlardı.   Fakat orta yaşlarına gelindiğinde o dağa bakar ve aniden onun seni çok çok uzun süredir gururla izlediğini fark ederdin. Sen ne kadar kibirli olsan da, ne kadar bencil ve dar görüşlü olsan da o daima seni affederdi. Tek bir kelime bile etmeden affederdi.   O anda kendini harap hisseder ve aniden bir şeylerin farkına varmaya başlardın. Bu… bir babanın sevgisiydi.   Ona sahipken bu sevgiyi derinden hissedemezdin. Ama onu kaybettiğinde kalbinin Göğünü kaybetmiş gibi hissederdin!   Bir çocuk ebeveynlerinin korumasına ihtiyacı olduğu zamanlarda buna sahip olamadıysa… bunun yarattığı hüzün o kişiye engin bir ağlama hissiyatı verirdi.   Meng Hao hap yaparken tıbbi hapın şarkısı tüm Birinci Gök boyunca yankılandı. Bütün dağ zirvelerindeki toplam bir milyon öğrenci tamamen sessizliğe gömülmüş durumdaydı. Paragonlar bile düşüncelerde kaybolmuşlardı.   Şarkıyı dinliyorlar ve geçmişi düşünüyorlardı….   Geçmişte kendimi olağanüstü olarak görürdüm. Bayım, geçmişte bana bir çok şey söyledin. İşlerime karışmaya çalıştın ama o sırada ben de senin eskisine göre değiştiğini hissettim. Artık kendi başıma uçabileceğimi düşündüm.   Ama sonra kanatlarım kırıldı ve yorgun düştüm. Uzun bir süre uçtuktan sonra aniden arkama baktım, seni ve bana söylediğin onca şeyi düşündüm. Ama arkama baktığım esnada tek görebildiğim şey senin mezarındı. Mezarının önünde durdum ve ağladım. “Baba… hatalıydım.” demek istedim.   Geçmişte seni küçük gördüm, ardından sana arkamı dönerek kendimi kanıtlamak için ayrıldım. Yılların ardından dünyayı fethettikten sonra bütün zaferlerimle senin şaşkın yüzüne bakmak için geri döndüm. Ama gördüğüm şey senin ne kadar gurur dolu olduğundu. Kalbim acıyla doldu. O sırada saçların çoktan beyazlamıştı. Yaşlanmış babamı kucakladım ve fısıldadım:   “Baba, geri döndüm.”   Anılara dalıp gitmiş olan Ji Xiaoxiao’nun yüzünden yaşlar akıyordu. Aklından bir çok düşünce geçiyordu….   Li Shiqi’nin zihninde ise Ustasının görüntüsü belirmişti. Kendi babasının kim olduğunu bilmiyordu. Gözlerini dünyaya ilk açtığında ilk gördüğü kişi Ustası değil başka birisiydi.   Fakat hayatının bu noktasında artık Ustasının babası olarak görüyordu.   Ona Usta dese de içten içe ona baba diye sesleniyordu.   Li Shiqi henüz kundaktayken ailesini kaybetmiş ve evlat edinilmişti. Büyürken güzelliği de giderek ortaya çıkmaya başlamıştı. Fakat genç yaşından beri garip bir sakatlıkla lanetlenmişti. Ustasının yıllar süren çabaları sayesinde normal bir hayat yaşayabilmişti.   Ustası olmasa Li Shiqi bu durumda olamayacaktı.   Bir seferinde uzun zaman önce Ustası Li Shiqi’yi memleketini aramak için götürmüştü. Uzun arayışların ardından Li Shiqi en sonunda yumuşak sesiyle konuşmuştu. “Usta, artık aramana gerek yok. Bu hayatta sen benim Ustamsın. Umarım sonraki hayatta babam olursun.”   Hap yapımından doğan şarkı yankılanmaya devam etti. Herkes duygusal olarak etkilenmiş durumdaydı.   Meng Hao’nun ifadesi boştu. Bu tıbbi haplar, bu hap ocağı ve şarkı Meng Hao’nun Ke Yunhai’den ayrılmak istememesiyle ve bir babanın sevgisine olan hasretiyle doluydu.   Meng Hao o sırada farkında olmasa da arkasında beyaz cübbeli bir figür belirmişti. Figürün saçları uzundu ve vücudu zayıftı. Tüm benliği bir zaman aurası ve kadimlik yayıyordu.   Bu kişi Ke Jiusi’den başkası değildi.   Meng Hao’nun arkasında dururken sanki sonsuzluğa bakıyormuş gibi hap ocağına gözlerini dikmişti.   Tıbbi haplar Meng Hao tarafından yapılmıştı. Fakat hapların şarkısı hem Meng Hao’nun hem de Ke Jiusi’nin sesini içinde barındırıyordu.   Ardından ölüm çanı çalmaya başlamıştı. Tekrar ve tekrar çınlamaya devam etti….   Ölüm çanı her ölen öğrenci için çalınmazdı. Hatta Oturum öğrencisi yada Elit Çıraklar için de çalınmazdı.   Yalnızca Tarikata inanılmaz hizmetlerde bulunmuş olan kişiler için yeraltı dünyasında koruma sağlaması için ölüm çanı çalınırdı.   Böyle insanların dışında… sadece bir Paragon öldüğünde Tarikatta ölüm çanları duyulurdu….   Çan dokuzuncu kez çaldığında Meng Hao aniden titredi. Yavaşça kafasını kaldırdı, aynısı Ke Jiusi için de geçerliydi.   “Çanlar….” diye mırıldandı. Kalbi korkuyla doldu ve aniden her şeyi bir kenara bıraktı. Hap yapımını, yada bu dünyanın hayali olmasını ve antik zamanları tamamen unuttu. Bu yaptığı hap partisi Göksel Hap olsa bile umrunda olmayacaktı.   Vücudu sarsıldı ve bir farkındalıkla beraber gece gibi bir karanlık tüm benliğini sardı. Titreyerek ayaklandı.   O anda hap ocağından bir kükreme sesi duyuldu. Tıbbi haplar ve hap ocağı aniden kendilerini patlattılar; Meng Hao ile olan bağları koptu ve Meng Hao’nun ağzından kan sızdı. Kan patlayan tıbbi hapların kalıntılarının üzerine saçıldı; bu kan Meng Hao’nun sonsuz baba sevgisine dair inanılmaz düşüncelerini içinde barındırıyordu.   “Baba….” Meng Hao hiç tereddüt etmeden dışarı fırladı.   Hap yapım atölyesini terk ederken parçalanan hap ocağının içindeki dokuz yok olmuş haptan tamamen bihaberdi. Fakat, bu hap partisi on haplıktı. Dokuz yol olan hapın tıbbi kuvvetleri onuncu hapta bütünleşmişti.   Ortaya çıkan bu onuncu hap ışıl ışıl parlarken hayali olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşüyordu!   Bu hap aynı zamanda Meng Hao’nun gerçek duygu ve hislerini içinde barındıran kanı da içeriyordu. Bu yüzden hap tam anlamıyla bir değişim geçiriyordu. Bu hiçlikten bir şey yaratmakla aynı şeydi!   Fakat bu hapın hiçlikten yaratılması yada Meng Hao’nun hayalini kurduğu bütün niteliklere sahip olmasının bir önemi yoktu. Meng Hao’nun zihninde o anda tıbbi hapa yer yoktu. Sadece kaygı duyuyordu. Bu kaygı öylesine şiddetliydi ki ona gerçekte kim olduğunu unuttumuştu….   Hap yapım atölyesinden çıktı ve ışık ışınına dönüşerek inanılmaz bir hızla Ke Yunhai’nin Ölümsüz mağarasına doğru fırladı.   Ölüm çanı Birinci Göğün yedi zirvesi boyunca çınlıyordu…. DONG…. DONG…. Çan on üçüncü kez çalarken Meng Hao Ölümsüz mağarasına ulaşmıştı.   Kapının mühürlü olduğunu görünce gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kapının önünde dizlerinin üstüne çöktü.   “Baba!” sesi çok yüksek değildi ama yine de tüm Dördüncü Zirveyi doldurmuştu. Gözleri ıslaktı. Tam olarak ne zaman başladığını bilmese de şuan bu hayali, antik dünyaya tamamen kendini kaptırmış haldeydi. Ke Yunhai onun kalbinde gençliğinden beri var olan baba sevgisi boşluğunu doldurmuştu.   Bu boşluk Meng Hao’nun genelde dikkatlice gizlediği bir şeydi. Ona kimsenin dokunmasını istememişti, kendisi bile.   Ama bu hayali dünyada ortaya çıkan Ke Yunhai… onu doldurmuştu.   Meng Hao’nun kalbi adeta paramparça olmuştu. Ona göre Gök ve Yer rengini tamamen kaybetmişti. Tüm benliği tarif edilemez bir his ile yıkanmıştı; sanki vücudu bir kara deliğe dönüşmüş ve onun ruhunu ve hayatını içine çekiyor gibiydi. Her şeyini alıp götürüyordu.   “Baba….” Meng Hao bir yandan ağlarken bir yandan da Ölümsüz mağarasının kapısına baktı. Ölüm çanı yankılanmaya devam ediyordu. Şuan on dokuzuncu kez çalıyordu. Çanın her çalışı Dördüncü Zirvenin etrafını yeşil bir ışık ışınının sarmasına neden oluyordu. Şuan dağın etrafında on dokuz tane parlak ışık halkası vardı.   Meng Hao’nun yüzünden akan yaşlar yere düşerken, Ölümsüz mağarasının kapısı sessizce açılmaya başladı. İçeriden aniden Ke Yunhai’nin yorgun sesi duyuldu.   “Ağlama.”   Meng Hao’nun kafası hemen kalktı ve vücudu titremeye başladı. Hiç tereddüt etmeden içeriye daldı. Ölümsüz mağarası karanlıktı ama yine de taş yatakta bacaklarını çaprazlamış şekilde oturan Ke Yunhai’nin figürü belirgindi.   Ke Yunhai şuan öncekinden de yaşlıydı. Tamamen yıpranmışlık aurası yayıyordu. Vücudundan beyaz ışık boğumları yayılıyordu; görünüşe göre vücudu şuan meditasyonda ölme işlemindeydi.   Yanında duran lamba ise… yaşı tükenmiş ve lamba kurumuştu. Onun ışığı zayıftı, en ufak bir rüzgarla sönecek gibiydi.   Bir kenarda devasa bir tabut uzanıyordu, onun yüzeyi uğurlu hayvan oymalarıyla doluydu. Tabut sıradan görünse de dikkatlice bakınca ne kadar inanılmaz olduğu fark ediliyordu.   “Jiusi, ağlama…” dedi boğuk sesiyle, ona sevecen bir ifadeyle bakıyordu. “Artık büyüdün. Baban sonsuza kadar yanında olamaz. Şuandan itibaren sadece kendine bel bağlayacaksın…. Fakat, senin için yapmak istediğim son bir şey var. Meditasyonda ölmeden önce sana bizzat kendi yapımım olan değerli bir ömürlük hazine vermek istiyorum!”   Dışarıdaki ölüm çanı elli yediye ulaşmıştı. Doksan dokuz olduğunda ruh dağılıp gidecekti. Çanın yarattığı doksan dokuz ışık halkasıyla beraber Gök ve Yere geri dönecek ve yeraltı dünyasına girecekti….

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44247 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr