Kramado Zindanı.
1. ve 2. katlarda Kramanoimler denilen yaratıklar beliriyordu.
Başlı başına bu bile başlangıç seviyesi bir zindandan fazlası olarak adlandırılması için yeterliydi; kıdemlilere özgü bir avlanma alanıydı. Fakat 3. kat ve sonrasında tehlikeli tuzaklar ve hatta 300. seviyelerin sonlarında canavarlar bile beliriyordu.
Normal bir yol izledikleri takdirde Peri Kraliçe Örümcekle karşılaşmayacak olsalar da boğucu derecede tehlikeli bir zindandı.
Hegel ve diğerlerine kalsa onları dışarı çıkartacak bir yol seçmiş olurlardı!
“Oooff offf.”
“Lütfen yavaşlayın azıcık!”
Fakat şu anda zindanın daha da derinlerine ilerliyorlardı.
Neyse ki önlerindeki yol Weed tarafından mükemmel bir şekilde temizlenmişti. Minicik bebek örümcekleri bile sağ bırakmadığı türden bir yıkım olmuştu. Canavarlardan eser kalmamış, tuzaklar tamamen ortadan kaldırılmıştı.
Çünkü Weed, Nide’a ayrı bir görev vermişti.
“Nide.”
“Evet. Hyung!”
“İlerlerken tuzakları etkisiz hale getir.”
“Peki ya savaşma işi?”
“Onu ben halledeceğim. Sen yalnızca ilerle ve tuzakları etkisizleştir. Hiçbir canavara dokunma.”
“Peki, hyung. O işi bana bırak lütfen.”
Zindanları ve labirentleri meslek icabı keşfeden bir Hırsız olarak Nide için tuzakları etkisiz hale getirmek çocuk oyuncağıydı!
Evet, Kraliçe Örümcekle ölüme yakın bir tecrübe yaşamıştı fakat bunun tek sebebi Hırsızların karakteristik olarak düşük saldırı gücüne sahip olmasıydı. Bedenini bir engelin ardına saklayıp savaşabileceği tarzda bir fırsat yaratabilmiş olsaydı yine kazanamayacak olsa da kaybetmezdi de. Hatta kaya tarafından kovalandığı sırada da grup arkadaşları olmasa bir şekilde kendisini duvardaki ufak bir çatlağa sığdırabilir ve sonrasında kaçabilirdi ki zaten daha en başta böyle bir tuzağa yakalanması için bir sebep olmazdı.
Kendisine yeteneklerine uygun bir görev emanet edilen Hırsız Nide böylece yollarına çıkan tuzakları etkisiz hale getirmeye veya yok etmeye başlamıştı.
Weed de kalan canavarlarla ilgilenme işini üstlenmişti.
- Weed-hyung, önümüzde çok sayıda 300. seviye Morron Avcısı var.
Nide keşif görevini de yerine getiriyordu.
- Kaç taneler?
- 65 kadar. Sayıları bu kadar çok olunca tehlike de bayağı büyük olacaktır…
- 3 dakika.
- Ne?
- Ben 3 dakikada işlerini bitiririm, sen bana yeni bir sürü bul.
- Anlaşıldı.
Az ve öz!
Fısıldarken lafı kısa kesiyor ve doğruca sadede geliyordu, savaşmaya ayırdığı süreyse daha da kısaydı.
Koş, savaş, avla, öldür, ganimeti topla!
Bir kendin pişir kendin ye restoranında bir anda pişirilecek et getirmeyi kesmelerinden daha can sıkıcı bir şey olamazdı. Weed’i en çok strese sokan problem de savaşırken canavarların tükenmesiydi.
Diğer savaş alanlarında canavarlar bu zindanda olduğu gibi açığa çıkmazlardı. Onlarla ayrı ayrı savaşmak zorunda kalmaması da hoş karşıladığı bir şeydi!
Zindan keşfinden bu yana bir hafta geçmediği için iki kat öğe düşüşü ve tecrübe kazanılışı olayı devam ediyordu. İlk kaşifler şöhret elde ediyor ve canavarlardan en iyi öğeleri düşürüyordu ama o bir hafta içerisinde girildiği sürece tecrübe ve ekstra öğe düşüşü herkes için işliyordu.
Bunun zindanın içerisindeki sıcacık ve dolu göbekli canavarların yabancılara verdiği bir hediye olduğu söylenebilirdi.
“65 tane…”
Weed o kadar canavarı rahatlıkla indirebilirdi. Ama onca canavarın hepsini indirmek hatırı sayılır bir zaman gerektirirdi.
“Tozlu ve Alevli Çakılı çağırıyorum!”
Diyen Weed, bizzat yarattığı Ruhları çağırdı.
Onlarla maksimum yakınlık içerisinde olduğu için Manası izin verdiği sürece Ruhların yapabileceklerinin sınırı olmazdı. Bu da yalnızca Ruh yaratıcılarına mahsus bir ayrıcalıktı!
Tozlular düşük seviye Ruhlarken Alevli Çakıl Ruhlarının büyük bir çoğunluğu orta seviyeydi.
Tavanın bir kısmının çöküşüyle birlikte zindan, bir alev denizine çevrildi.
Kaos!
Tozlular Morron Avcılarının sırtlarına bindi.
“İnin aşağı!”
Morron Avcıları mızraklarını savursa da Tozlular kımıldamıyordu. Çünkü toprak Ruhlarının Sağlıkları sınırsıza yakındı. Morron Avcılarını ağırlıklarıyla ezip yavaşlatıyorlardı.
Alevli Çakıllarsa Morron Avcılarının ağızlarına giriyordu. Ağızlarının her açılışında alevler püskürüyordu!
Weed’in her koşturuşunda ardında yalnızca alevler kalıyordu. Alevlerle çevrelenmiş Morron Avcılarını herhangi bir yetenek kullanmadan yalnızca kılıcıyla kesip biçiyordu. Çünkü bu büyük çaplı mücadelede kullanmak için Mana biriktirmesi gerekiyordu.
Cücelerin yenilenme hızı insanlara nazaran yüksekti, Weed de bu hızlı yenilenmeden faydalanarak temel kılıç hareketleriyle savaşıyor, arada bir de Oyma Bıçağını kullanıyordu.
O Morron Avcısı grubunun işini bitirirken Hegel, Selsia, Rumi, Bella ve Twitter da koştura koştura yaklaşıyordu. Hiç durmadan koşmalarına rağmen aralarındaki mesafe kapanmıyordu.
Weed’le aynı grupta olmaları sayesinde tecrübe de ediniyorlardı.
- Seviye atladınız. – Tek darbede bir Morron Avcısı katleden bir üyeyle grup olduğunuz için Şöhretiniz 1 yükseldi. - Seviye atladınız. - Seviye atladınız. Düşük seviye bir patron canavar olan Morron Generali, grubunuz tarafından katledildi.
Tecrübeleri öyle hızlı yükseliyordu ki bilgi pencerelerini kontrol etmeye korkuyorlardı.
Hegel istisnası dışındaki 200 seviye civarı üyeler şaşkına dönmüştü ve bunun gerçek mi yoksa bir rüya mı olduğuna anlam veremiyorlardı.
Onlar yetişene dek Weed çoktan yeniden koşmaya başlamıştı bile.
Bandajlarını sara sara, gözleri meditasyon uğruna kapalı halde koşturuyor ve Sımsıkı Kapalı Gözler isimli defansif yeteneği kullanarak savaşın ortasında bile bir nebze Sağlık biriktirmeyi başarıyordu!
Kör olmadıkça normal olan, uyumadığınız sürece gözlerinizi daima açık tutmanızdı. Weed’in gözlerini zorla kapatarak savaştaki etkinliğini arttırmasıysa saçmalığın daniskasıydı.
Weed’in savaşma metodu dikkatlice gözlemlendiğinde insana taklit edilmesi için mi böyle yapıyor diye düşündürüyordu!
“Hiç dinlenmiyor.”
“Muhtemelen insan değil bu.”
“E Cüce zaten.”
Rumi, Bella ve Twitter’ın hayranlığını işitmek Hegel’in sinirini bozuyordu.
“Bu da neyin nesi!”
Gerçekten işlerin nasıl bu hale geldiğini aklı almıyordu.
Sağduyu!
Gençliğinden bu yana sıklıkla düşüncesiz biri olduğu söylense de hiç değilse sağduyu sahibiydi.
Ama ne zaman sağduyusunu kullanmaya kalksa zihni allak bullak oluyordu.
“Bir de mesleğim Oymacılık demişti…”
Hegel bir anda yalnızca 8 saat önce Kara Aslan Loncası üyelerine söylemiş olduğu şeyleri anımsadı. O sırada Kara Aslan Loncasının sohbet kanalındaydı!
* * *
İlk kattaki Kramanoimleri avladıktan sonra dinlendikleri sırada Hegel, tanıdığı birileriyle sohbet etmişti.
Provence: Hegel, şu anda neredesin?
Hegel: Ah, evet. Size daha önce bahsetmiştim. Okulumdaki arkadaşlarımla bir zindan keşfetmem gerekiyordu…
Provence: Oh, o bugün müydü?
Hegel: Evet. Dale Krallığının Ova bölgesinde bir zindana geldim. Şaşırmayın, hyung-nimler ama keşfedilmemiş bir zindanın ilk kaşifi oldum.
Provence: Gerçekten mi?
Ject: Bu biraz şaşırtıcıymış, Hegel.
Shen: O kadar geliştin mi bile?
Kara Aslan Loncası kalabalık olsa da içlerinde Hegel’i tanıyan pek çok kişi vardı.
Keşfedilmemiş bir zindan bulmaksa nadir görülür ve görkemli bir başarıydı.
Shen: Zindan aşağı yukarı hangi seviyede?
Hegel: Düşük seviyeli bir zindan. Halbuki beklentilerim vardı, tanrım. 200 seviye civarının gelip oynaması için mükemmel bir ortam. Neyse işte.
Hegel yakınlarındaki grup üyeleri kendisini duyamasın diye hızlıca fısıldamıştı.
Ject: Düşük seviyelileri yabana atma. Onlar bile kısa sürede gelişiyor. Sen de yakın bir zaman öncesine dek 200 seviyenin altındaydın.
Hegel: Onları yabana atmıyorum, sadece düşük seviyelilerin takılacağı bir zindan diyorum.
Provence: Keşfedilmemiş bir zindanı keşfetmenin tadını alıyor olmalısın. Karşına ne çıkacağını bilmemenin gerginliği de vardır…
Hegel: Ah, sorun değil. Ne de olsa düşük seviyeli bir zindan, karşıma ne çıkabilir ki? Şu keşfi bir an önce bitirip loncanın avlama sahasına dönmek istiyorum.
Bu şekilde sohbet ederken sohbet odasında asil bir ses işitmişti.
Bindel: Arkadaşların güçlü mü?
O sesin sahibi Kara Aslan Loncasının ilk 3 üyesinden biri olan Cüce Savaşçı Bindel’di.
Hegel: Hayır. Güçsüzler. Yalnızca seviyesi benden yüksek bir Hırsız var ama onun dışında hiçbirinin özel bir yanı yok.
Bindel: Senin seviyen 300ün üzerinde değil mi? 300. Seviye üzeri bir Hırsız… harikaymış.
Hırsızlar için gelişmek zorlu bir işti.
Bir gruba dahil oldukları takdirde yakın dövüş gerçekleştirebilir ama güçsüz defansları yüzünden sık sık ölürlerdi. Bir başlarına keşfe katılma riskiyse grupla avlanmakla kıyaslanamazdı bile.
Bindel: Ne tarz bir Hırsız? Ve seviyesi ne?
Hegel: 300ün birazcık üzerinde. Muhtemelen genellikle grup avlarına katılıyordur.
Hegel Nide’ı övmek istemediği için sözlerini kısa kesmişti.
Savaşta bir çiçek gibi parlayıp öne çıkan Kılıç Ustası.
Diğer meslekleri küçümsüyor ve Nide’ın normal olmadığını bilmesine rağmen bunu itiraf etmek istemiyordu.
Bindel: Hiç değilse bir Hırsızla zindan keşfetmeniz kolay olur. Yanımızda Rahip yok demiştiniz çünkü.
Hegel: Eeh işte. Savaş neredeyse tamamen benim kontrolümde zaten. Ve hala gelmeyen bir de Cücemiz var.
Bindel: Oho, bir Cüce.
Bir Cücenin bahsinin geçmesi Bindel’in oldukça ilgisini çekmişti.
Bindel: Asker mi yoksa Savaşçı mı?
Hegel: Hiçbiri, o bir Oymacı.
Bindel: Oymacı mı?
Hegel: Evet. Tanıdığım bir hyung ama bir Oymacı çıktı, yani… muhtemelen zindan keşfinde pek yardımı dokunmayacaktır ama yine de ödevin hatırına onu da araya sıkıştırdım. Bilirsiniz ya, umarım kolaylıkla bu işi halledip yeterince canavar mağlup ederim. Zaten buradaki işimi bitirmeme az kaldı, sonrasında bir an önce siz hyunglarla avlanmaya gelmek istiyorum.
Bindel: O Oymacının seviyesi yüksek mi?
Hegel: O... bilmiyorum ki. Hiç sormadım. Cidden ilgimi çekmedi. Neden sordun?
Bindel: Yakın zamanda etkileyici bir Cüce Oymacıyla çalıştığım için.
Hegel: Harika bir heykel falan mı yaptı?
Bindel: Orası da doğru ama… anormal bir Karizmaya ve birlikleri komuta etme kabiliyetine sahip bir Oymacıydı. Ben bile farkına varmadan öylece emirlerine uymaya başladım ve bir anda zindanın altını üstüne getirdik. Sadece ben de değil, düzinelerce Cüce onun kontrolü altına girdi.
Hegel: Öyle bir Oymacı olmasına şaşırdım.
Bindel: Hepsi bu da değil. Aşçılık yeteneği de olağanüstüydü. Yalnızca onun yaptığı yemekleri yiyince bile savaşma işi tam bir saçmalık halini alıyordu. Her türlü malzeme onun elinde insanın bedenine güç dolduğunu hissettiren canlandırıcı yemeklere dönüşüyordu.
Hegel: Bir Oymacının aşçılıkta o seviyeye ulaşması…
Bindel: Kötü durumdaki zırh ve silahları tamir ettiği için de gerçekten rahat etmiştik. O Cüce senin için bir öğeyi tamir ederse dayanıklılık limitinin ötesinde hasara uğradıysa bile onarılıyordu.
Hegel: Ne? Dayanıklılık limiti onarılabiliyor mu? Neden bahsediyorsun sen… böyle bir şey mi var?
Hegel dayanıklılık limiti aşılan öğelerin onarılabileceğinden bile haberdar değildi.
Provence: Bindel hyung-nim, bu dayanıklılık limitlerinin onarılabileceği anlamına mı geliyor?
Ject: Yani tamamen mahvolmuş silahlar veya zırhlar alınıp mükemmel bir hale getirilebiliyor?
Kara Aslan Loncası üyelerinin büyük bir çoğunluğu bunu bilmiyordu. Yüksek seviyeli çok sayıda kullanıcıyla prestijli bir lonca olsalar da dayanıklılık limiti onarımı hakkında pek bilgileri yoktu.
Her şeyden önce avlanırken silahların veya zırhların dayanıklılık limitinin düştüğü pek vaka olmuyordu. Ayrıca dayanıklılık limitlerini onarabilecek bir Demirciye de hiç rastlamamışlardı.
Limiti yükseltmek için hiç değilse orta düzey ustalığa yükselmek gerekiyordu. Bu seviyedeki bir zanaatkar ise yalnızca silah veya zırh yapıp satmakla bile gayet sağlam paralar kazanabilirdi. Dolayısıyla para kazanmaya pek de yardımı dokunmayan ve yalnızca külfetli olan dayanıklılık limitini onarma işine razı olan biri bulunmuyordu.
Bindel: Her neyse, böyle bir Cüce Oymacı vardı işte.
Hegel: Elbette o değildir, hyungnim! Versailles Kıtası kocaman bir alan, yani öyle bir Cüceden olsa olsa bir tane vardır. Ama benim tanıdığım hyungun o olmasına ihtimal vermiyorum.
İşte yalnızca 8 saat önce lonca üyelerine bu şekilde böbürlenmişti!
Şimdiyse harap olmuş durumdaydı.
"Bu Bindel-hyung’un bahsettiğinden çok daha kötü bir durum!"
Bu tarz bir şey onca insan arasından kendisinin başına geldiği için dargındı.
* * *
Geniş üçüncü kat yeraltı labirentinde dolanan grup çeşit çeşit canavar avlamıştı. Zindanın kalbine ulaştıklarındaysa tehlikeli tuzaklara ve dört bir yana pusmuş patron sınıfı canavarlara rastlamışlardı.
Weed ve Nide o tuzaklara kasten düşerek patron sınıfı canavarları toplu halde katlediyordu.
Bütüncül bir imha yöntemiyle avlanıyorlardı.
Geride tek bir canavarın bile kalması sinir bozucu, boğucuydu. Yüzünüzü yıkar da alnınıza su değmezse ferahlamış hissetmezdiniz ya, işte öyle bir durumdu.
Ayrıca bir de çifte tecrübe bonusu mevcuttu!
Weed patron canavarlardan çokça tecrübe ve öğe topluyordu.
Nide’ın tuzakları yok edişi sayesinde de zindanı güvenle temizledikçe ekstra şöhret, yetenek ve tecrübe ediniyorlardı.
Onları takip eden grup üyeleri de tecrübe, şöhret ve tam anlamıyla toplanmamış olan ganimetleri topluyordu.
İşte böylece Hırsız Nide, zindanın 3. katını da tamamen temizledi.
- Kramado Zindanının üçüncü katı ilk defa haritalandı. Şöhret 75 yükseldi. Haritalama yeteneği yetkinliği arttı. Tecrübe edinildi.
Bu, kattaki tüm geçitlerden geçtikleri anlamına geliyordu. Kramado Zindanının mükemmel işgali tamamlanmıştı.
“Huff huff.”
"B-bu keşif nihayet sona erdi!"
Hegel yere çökmüştü.
Zindan keşfi beş günlerini almıştı!
Gerçek hayatla aradaki zaman farkı dört kat olsa da öğle vakti kapsül odasına girişlerinin üzerinden yaklaşık bir gün geçmişti. Gerçek hayatta gün ortasıydı ve güneş dışarıdaki gökteki yerini almıştı.
“Gerçekten uzun bir gündü.”
Herkes Nide’ın sözlerine katılıyordu.
Daha önce avlanmanın bu kadar korkutucu ve dehşet verici olduğunu hiç hissetmemişlerdi. Ayrıca kendilerine güvenmeye ve inanmaya başlamışlardı. Sürekli Sağlık barları dolu şekilde güvenle avlanmak yerine kuyrukları ateş almışçasına canavarları kovalar hale gelmişlerdi.
Savaşma işinin çoğunluğunu Weed üstlenmiş olsa da yeterli Manaları ve Dayanıklılıkları olduğu sürece onlar da savaştaki yerlerini almışlardı.
‘Avlanmak keyifliymiş.’
‘Acaba bir daha bu tarz bir ava katılabilir miyim?’
Korkutucu olsa da aldıkları heyecanlı hazzı inkar edemezlerdi.
Hegel’in bacakları adeta birbirine dolanıyordu.
“İyi işti millet.”
Twitter gamzelerini göstererek gülümsedi.
“Aynen, bence de. Zindan keşfi bittiğine göre ben eve gidip dinleneceğim sanırım.”
Kaybettikleri uyku vaktini telafi etmeyi planlıyorlardı. Ancak Weed sessizce kılıcını kaldırarak bir yerlere yöneldi.
“Oppa, nereye gidiyorsun?”
“Avlanmam lazım.”
“A-ama zindan keşfini tamamladık.”
“Daha iki kat tecrübe vakti sona ermedi.”
“Ama öğlen olmak üzere.”
“Cumartesi okul yok.”
“...”
Bella da tuhaf bir şekilde akan atmosferdeki yerini aldı.
“Ama oppa, böyle devam edersen bedenini mahvedersin.”
“Bedenimi mi?”
“E tüm gece uyanık kaldığımız için eve dönüp hiç değilse birazcık kestirmen lazım. Ayrıca yemek de yemelisin.”
“Daha önce yemek yedim. Uyudum da.”
“Ne zaman?”
“Şafak vakti. Eve gittim, kardeşime yemek hazırladım, iki saat uyudum ve geri geldim.”
“...”
Bu da grup zindan keşfi esnasında mola verip dinlenirken Weed’in yemek yemekten, hatta uyumaktan yeni geri döndüğü anlamına geliyordu!
İnsanın uzun bir süre Kraliyet Yolu oynayabilmesi için bedenine iyi bakması gerekirdi.
* * *
“Hukuk Departmanının ev sahipliği yaptığı maskeli baloya gelin! Birinci sınıflar %30 indirimli giriş yapabilir.”
“Mikrobiyoloji Departmanı pek çok büyük yaşta kızın da olduğu bir Kör Kölelik Randevusu düzenliyor. Yalnızca kızlardan yaşça küçük olanlar katılabilir.” (Bir öğrencinin bir başka öğrenciyi ‘satın alıp kölesi yaptığı’ tarzda bir etkinlikmiş. Gerçekten ne desem bilemiyorum.)
“Sosyal ve Bedensel Eğitim Departmanı Rekreasyon Kulübünde bir süper güç şovu gerçekleştiriyor.”
“Buraya bakın! Böyle bir fırsat insanın karşısına her gün çıkmaz! Festival süresince çıplak elle balık yakalayabileceksiniz!”
Kore Üniversitesi festivali günü gelip çatmıştı.
Lee Hyun için daha rahatsız edici bir an olamazdı.
‘Neticede bugün gelip çattı.’
Genellikle okulu bitirdiği anda boş zamanına geçiş yapardı. Canı istediği kadar Kraliyet Yolu oynardı. Yaptığı uyku ayarlamalarıyla günde 12 saatini Kraliyet Yoluna harcayabiliyordu. İster istemez diğer Karanlık Oyunculardan daha az vakit harcıyor olsa da harcadığı tutumlu vakit hayati önem taşıyordu. Hatta seviyesini 358e dek çekmişti.
Ama gelin görün ki festival süresince çaresizce okulda kalmaya zorlanmıştı!
Lee Hyun’un gözünde burası hapishane gibiydi.
“Sınav cehennemi bir şey değil. Bir adam sahiden de tüm ömrünü hapis halde geçirirse bu, yaşamaktan başka çaresi olmayan bir varlık olduğu anlamına gelmez mi?”
Varoluşla ilgili bir sorgulama!
Lee Hyun ömründe ilk defa felsefi düşüncelere dalıyordu.
Diğer çocuklar mahalledeki köpeklerle oynayarak hassaslık geliştirirdi. Bir yerlerde uyuklayan köpekleri gördüklerinde hayvanların rutinleri hakkında tahminler yürütürlerdi.
Ancak Lee Hyun bu tarz bir hayat yaşamamıştı.
Orman kanunları!
Bir köpek gördüğünde -eğer kolay bir hedefse- aklına gelen ilk şey *doenjang olurdu. (Soya fasulyesi ezmesiymiş, kahverengi ve yoğun bir şeymiş.)
Köpek ve doenjang. Tıpkı ramen ve yumurta arasındaki ilişki gibi bu da doğal olarak beliren bir ilişkilendirme süreciydi.
10 yaşındaki Lee Hyun, birkaç kemik attığında kuyruklarını sallaya sallaya yaklaşan köpeklere zevkle bakardı!
‘Şu köpeğin etinin suyu da güzel demlenir gibi.’
Özetle herkesin tadını çıkarttığı bir festival olmasına rağmen Lee Hyun yalnızca çabucak bitmesini bekliyordu.
“Bulaşık yıkama ekibi, başlayın!”
Lee Hyun barı idare etmekle yükümlüydü.
Takım arkadaşlarından büyük olduğu ve bar hazırlıklarının başladığı günden bu yana yeteneğini gösterdiği için sorumluluğu artmıştı.
“Tamamdır!”
Öğrenciler kauçuk eldivenlerle bardak ve kaseleri yıkıyordu. Dükkandaki kaseler kiralık olduğu için kullanmadan önce adamakıllı temizlemek gerekliydi.
“Müşterileri almaya ne zaman başlayalım?”
“Kızlar 10 dakikaya hazır olacak!”
Garsonluk işini üstlenecek kız öğrenciler gelir gelmez servis başlayacaktı. İçerdekiler yemekleri hazırlarken dışarıdan müzik ve maytap sesleri yükseliyordu. Çadır barın dışından pek çok kişi gelip geçiyordu. Okullarının öğrencilerinden ziyade diğer okulların öğrencileri ve yabancılar çoğunluktaydı.
Derken nihayet giyinme odasında üstlerini değiştirip hafif makyajlar yapmış olan kız öğrenciler ortaya çıktı.
Beyaz duvaklı ve gelinlikli üniversiteli kızlar!
Her biri yakın arkadaşlarına doğru yürüyen üniversiteli kızlar!
“Öyle boş boş durmasana. Duvağımı kaldır!”
Her nedense duvakları kaldıran erkek öğrencilerin kalpleri küt küt atmaya başlamıştı.
Kız öğrenciler onlara önceden talimat vermişti.
“Gerçekten bir anlamı yok. Yalnızca erkeklerin o hisse kapılmak için bunu yapması gerektiğinden.”
“Biliyorum!”
Erkek öğrenciler duvakları kaldırıyordu.
“Böyle bakınca gözüme farklı göründün.”
“Oo erkek fatma, böyle bakınca bir zarif geldin.”
“Ölmek mi istiyorsun?”
Grup üyeleri bir çekinceleri olmaksızın aralarında şakalaşıyordu.
Kız öğrencilerin gelinlikleri kendi ellerinden çıktığı için pek güzel değildi, dizaynlarının da çok etkileyici olduğu söylenemezdi. Yine de benzer taklitlerle az da olsa genç gelin izlenimini verebilmişlerdi.
Tüm kız öğrenciler çıkmıştı ama sona kalan Seo Yoon’dan eser yoktu.
“...”
Bardaki konuşmalar kesilmişti. Mutfakta yemekleri hazırlayan ve masaları temizleyen öğrencilerden bile çıt çıkmıyordu.
Çünkü pek çok göz, bir şey beklercesine giyinme odasına kilitlenmişti.
Tık.
Seoyoon dikkatlice giyinme odasının kapısını açarak dışarı çıktı.
Ve o anda tüm erkekler büyülendi.
Çünkü o, her erkeğin rüyalarının kadınıydı.
Yalnızca yaklaşık 8 kez filtrelenerek arındırılmış çiy damlaları içerek korunabilirmişçesine güzel görünen bir cilt!
Seoyoon yüzüne hafif bir makyaj yapmıştı.
Bu erkeklerin genel bir yanılgısıydı; makyajı estetik ameliyat gibi görürlerdi.
Halbuki makyaj insana bir ifade katar ve yüze renk getirirdi. Seo Yoon’un yüzündeki hafif makyaj da güzelliğine güzellik katmıştı.
Normal şartlarda, doğal haliyle bile inanılmaz güzel olan o yüze bu haliyle uzun süre bakmak zordu.
Gözleri, burnu ve dudakları ayrı ayrı da fazlasıyla güzel olsa da birlikte mükemmel bir uyum sergiliyorlardı. İnsana ışıltının, görkemin zirvesini sorgulatan tipte bir güzellikti. Nefesler kesilmiş ve herkes bu yüze bakarak ölürsem hiçbir pişmanlığım olmaz hissine kapılmıştı.
Üstüne üstlük gelinliğinin ince kumaşı sersemletici vücut hatlarını açığa çıkartmıştı.
Seoyoon’un attığı her adım bir rüya hissi veriyordu. En sade haliyle bile güzel olduğunu bilseniz de giyinip süslendiğinde insana aklını yitirtecek bir güzelliğe ulaşmıştı.
Erkeklerin ağızları kuruyordu.
On yıl boyunca su içmedikten sonra yalnızca su da değil, ballı suyla karşılaşmış bir insan gibi akıl almaz ölçüde etkilenmişlerdi!
Yüzyılın mucizesi yaşanıyordu.
İnce kumaşın bacaklardan bele, göğüslere ve köprücük kemiğine dek dolanan hatları mükemmeldi.
İşin içine Seoyoon’un sahip olduğu büyüleyici güzellik girince kollar bile başlı başına seksi görülmeye kafiydi!
Duvağını takmış olan dünyanın en güzel yüzü, utancından hafifçe pembeleşmişti.
Seo Yoon’un attığı her adımda elbisesinden hışırtı sesleri yükseliyordu. Ve başı eğik halde Lee Hyun’a doğru ilerliyordu.
“Bir tanrıça.”
“O bir tanrıça.”
Odanın her köşesinden hayranlık dolu sesler işitiliyordu.
Kız öğrenciler ise kıskançlıklarını mırıldanıyordu.
“O elbise, dünyaca ünlü tasarımcı Marie-Ange Choe’nin eseri.”
“Ahhh… Cidden çok hoş bir elbise.”
Erkekler derinlemesine sempati duymaya başlamışlardı.
“Dünyaca ünlü bir tasarımcı!”
“Etkileyici. Etkileyici!”
Sonra da o tasarımcıya muazzam bir saygı duymaya!
Derken Seoyoon, Lee Hyun’un önüne giderek kafasını hafifçe kaldırdı. Gözlerindeki ışıltı barizdi.
O ışıltıyı gören herkes, duvağını kaldırmasını istediğini anlayabilirdi.
#Günün ikinci bölümü geldi!
Hegel’in hüsranını okumak keyifliydi, Weed’in pek çok platformda tanınmaya ve
konuşulmaya başlanmış olması da hoşuma gitti. Ve beklenen festival gelip çattı!
Seo Yoon’un gelinlikle gelişini ve bizimkinin ne tepki vereceğini çok merak
ediyordum. Umarım öküzlük etmez ama beklentim pek yüksek değil doğrusu :D
Bir sonraki bölümde göreceğiz arkadaşlar, yine aynı düzenle üç gün sonra görüşmek
üzere!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..