Pontifex Maximus, Teokrasi'nin hükümdarıydı. Altı Kardinal de kendi mezheplerinde en fazla güce sahip olan kişilerdi. Yargı, Yasama ve Yürütme organlarının liderleriydi. Araştırma Enstitüsü Müdürü büyü araştırma ve geliştirmeden sorumluydu. Büyük Mareşal, Baş komutan'ın diğer bir adıydı. Teokrasinin yürütme organının on iki üyesi burada toplanırdı. Burası Teokrasi'nin en üst düzey yetkililerinin ülkenin genel yol haritasını belirlemek üzere toplandığı yerdi. Ne geniş ne de gösterişliydi ve katılan herkes ciddi bir ifade takınmıştı. Elbette, koşullar göz önüne alındığında, pek çok insan fazla sevinmeyecekti. Meclis, birbirini dost olarak gören insanlardan oluşuyordu ve birbirlerini zaman zaman biraz neşeli olmaya izin verecek kadar iyi tanıyorlardı. Yani, aralarındaki ruh hali bir zamanlar çok daha neşeliydi, ama şimdi değil. Odadaki hava donmuş gibiydi.
“Büyücü Krallığı, Krallığı istilaya başlamıştı ya da daha doğrusu çok daha önce başlamıştı. Büyücü Krallık kesinlikle dehşet verici; bütün bir ay boyunca Krallık onların planlarının ne olduğu hakkında hiçbir fikre sahip değildi. Gözümüz ve kulağımız olan Rüzgâr çiçeği ve Açıksu Kutsal Yazıları artık etkili değil. Bin Fersahlık Astrolog'u olmasaydı bunu daha erken keşfedebilirdik...Krallığın kaderinin mühürlendiği sonucuna varmak mantıklı. Fazla zamanımız yok, bu yüzden mümkün olan en kısa sürede maceracı aramaya başlamalıyız.”
“Aktif olarak işe alımlara çoktan başladık.”
Dünya Kardinali Raymond Zarg Lauransan cevap verdi.
“Büyücü Krallığın o ülkenin büyülü eşyalarını yağmalamasına izin vermek bir israf değil mi?Özellikle de Krallığın hazinelerini. Ölümsüzlük Tılsımı, Koruyucu Zırh, Canlılık Eldivenleri
ve...”
Araştırma Müdürü son maddenin önemini vurgulamak istercesine parmaklarıyla sayarken şöyle dedi...
“Ustura ağzı... (Razor Edge...)”
“Bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok. Görevlendirilebilecek sınırlı sayıda insanımız var. Krallık içindeki kendi insanlarımızın bile hayatta kalma ihtimali düşük.”
“Büyücü Krallık yakında kapımıza dayanacak... Savaşçı-Kaptan savaşta öldürüldüğüne göre, yerine geçen Ung-Bilmem Ne? Çoktan görevi devraldı mı?”
Araştırma Direktörü, Büyük Mareşal'ın sorusuna yanıt verdi:
“Brain, değil mi? Evet, eğer onu bu eşyalarla birlikte çıkarabilirsek en iyisi bu olur. Kendi ölümüne koşacak bir tip olmamalı, değil mi? İlk başta onu kızdırabiliriz ama yakında bize minnettar olacaktır.”
“Araştırmalarımıza göre, kendisi böyle bir şey yapacak biri değil.”
Ateş Kardinali Berenice, yürütme komitesindeki iki kadından biriydi.
"Onun hakkında olumlu bir görüşünüz var.”
Yargının başındaki diğer kadın gülümseyerek şöyle dedi.
“Vay be, Kardinalimiz beyefendiden övgüyle bahsetmekle kalmıyor, ona AvPD teşhisi bile
koyuyor.”
Not: “AvPD” ingilizce adı ile Avoidant personality disorder demek. Türkçe adı ile “Çekingen kişilik bozukluğu”. Çekingen Kişilik Bozukluğuna sahip hastalar yetersizlik duygusuna sahiptir ve olumsuz değerlendirilmeye karşı aşırı hassasiyet gösterirler.
“Yani tıpkı o Savaşçı-Kaptan gibi... Ancak, daha büyük resmi düşünelim. Böylesine mantıksız duyguların kendilerini kontrol etmesine izin veren insanların düşüncelerini temelde anlayamayız."
O konuşurken birkaç kişi Yasama Meclisi Başkanına ters ters bakınca, o da geri adım atma ihtiyacı hissetti.
“Özür dilerim, belki de bu biraz fazla sert oldu. Ancak bana göre-insanlığın geleceği düşünüldüğünde - yaşamı böylesine pervasızca hiçe saymak korkunç bir zihniyete sahip olmak demektir. Kim karşı çıkarsa çıksın, ben düşüncemin arkasında duracağım.”
“Yanlış birşey söylemedi.”
Bu sözleri söyleyen kişi, Rüzgâr Kardinali Dominic Ihre Partouche ve daha önce ters ters bakan kişilerden biriydi.
“Ancak, nasıl bizim asla aşmayacağımız çizgilerimiz varsa, onun da var.”
“Guelfi-sensei de aynı fikirde mi?”
Araştırma Direktörü tam olarak ikna olmamış bir şekilde sordu. Görünüşü kurumuş kütüğe benzeyen yaşlı bir adam olan Su Kardinali Ginedine Delan Guelfi onaylarcasına başını salladı.
“O halde bu konuda başka soru sormayacağım.”
“Bu kadar çok yeteneğin ulusumuza katılmasına sevinmekle birlikte, onlarla olan mesele nedir?”
Birkaç maceracı grubu çoktan Teokrasi'ye ulaşmıştı. Yeni gelenler sadece Mythril veya daha yüksek rütbeye sahip olmakla kalmayıp, Clearwater Kutsal Kitabının istihbaratı da birkaçının çok daha büyük bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyordu.
“Onlar... hayır, neyse boşver.”
Işığın Kardinali Yvon Jasna Dracrowa, yüzüne yansıyan onaylamama ifadesiyle konuştu. Saygı unvanlarını kullanmayı bırakma önerisi geldi, ancak Yvon sert bir şekilde karşı çıktı:
“İnsanın büyüklerine saygı göstermesi son derece doğaldır.”
“Elbette.”
O kişi aceleyle cevap verdi. Kardinallerden oluşan bu cemaatte onursal unvanların zamanın sadece yarısında kullanıldığı doğruydu. Bu, elbette, daha güçlü bir dostluğu teşvik etmek için yapılıyordu.
“Bu doğru... Bu konuyu nasıl ele almayı planladığımızıda bilmek isterim.”
“Ne yapmamız gerekiyor?”
Yargı Başkanı sordu. Raymond cevap verdi:
“Eğer sorunlar bazı insanları kurtaramayacağımız gerçeğinden kaynaklanıyorsa, o zaman onlara yardım ederek bu sorunu çözmeliyiz. Her şeyden önce, Ejderha Krallığı var. Canavaradamlarla savaşa girmenin doğru bir karar olduğuna inanıyorum.”
“Ah, anlıyorum.”
Etrafındakiler yüksek sesle söyledi. Aldıkları istihbarat, Ejderha Krallığı'nın Büyücü Krallığı ile diplomatik olarak yakınlaştığını ve hatta onlardan büyülü eşyalar satın aldığını gösteriyordu. Bunun devam etmesine izin verirlerse, Teokrasi'nin Ejderha Krallığı içindeki etkisi azalacak, Büyücü Krallık ise daha fazla nüfuz kazanacaktı. Önleyici bir tedbir olarak bu öneri akıllıca bir hamle olabilir. Yine de, endişe sesleri çok fazlaydı.
“Krallık'tan aldığımız maceracılar gözetimimiz dışındaki yerlere ışınlanırsa, Büyücü Krallık ile Krallık arasındaki savaşın haberleri yayılabilir. Bu durum gizli operasyonlarımızı Büyücü Krallık'a ifşa etmez mi? Onları şimdilik sınırlarımız içinde tutmak daha güvenli olmaz mı?”
“Bu muhtemelen bir sorun değildir. Diğerlerinin neler olduğunu öğrendikten sonra bile Krallık'tan vazgeçtiklerine pişman olmalarını isterlerdi. Zaten böyle insanların böylesine zalim bir ulusla çalışması pek olası değil. Yine de zihin kontrol büyüsü yoluyla bilgi edinme ihtimalleri var.”
“Bekle, eğer Büyücü Krallık ışınlanma büyüsü kullanabilen büyücüler işe aldığımızı öğrenirse bu daha da sorun olmaz mı?”
“Evet, doğru söylüyorsun.”
“Işınlanmak için her zaman büyülü eşyalar kullandık ve maceracılar gördükleri şey beklediklerinden farklıysa muhtemelen gerçeği fark edeceklerdir. Onlara gizli tutma emri uygulasak bile, sonunda ne tür bilgilerin sızacağını kim bilebilir? Belki de Büyücü Krallığı'na elimizi henüz açmasak daha iyi olur.”
Su Kardinali Ginedine Delan Guelfi konuşmadan önce birkaç kez öksürdü.
“Hmm, affedersiniz. Düşünce tarzınızı anlamakla birlikte, elimizi rakibimize göstermenin onları pervasızca hareket etme konusunda daha temkinli hale getirebileceği doğru değil mi? Ben bu konuda böyle düşünüyorum.”
“Sensei'in fikrine katılmakla birlikte, Üç Sanat Büyücüsü gibi birinin varlığı ışınlanma büyüsünün kullanımını bizim için daha az endişe verici hale getirmeli.”
“Ama kaç kişi bunu biliyor ki? ‘İmparatorluğun büyük büyücüsüne tür bir büyüler yapabilir?’ sorusuna bizim bile kesin bir cevabımız yok, öyle değil mi?”
“Onun düzeyindeki biri zaten ışınlanma büyüsünü öğrenmekle ilgilenmezdi.”
Her türden fikir ortaya atıldı. Pontifex Maximus bu şekilde devam ederse bir karara varamayacaklarını düşündü ve basit bir oylama yapılmasına karar verdi. Ve böylece, Ejderha Krallığı'na destek sağlamak için maceracıların görevlendirilmesine karar verildi. Bununla birlikte, işe alınan maceracılar Teokrasi'nin gözünde paralı askerlere eşitti, çünkü sadakatlerinin nerede yattığını belirlemek zordu. Toplantıda hazır bulunanlar, Ejderha Krallığı'nda kalmayı tercih etseler bile sorun olmayacağını düşünüyordu. Ne de olsa onları Krallık'tan kurtamanın amacı Teokrasi'yi güçlendirmek değil, güçlü insanların boş yere ölme ihtimalini ortadan kaldırmaktı.
“Eğer 5. kademe ve üzeri büyü parşömenleri yaratma tekniğini geliştirmeyi başarırsak, ışınlanma büyüsü gibi bir şey bile kolayca kullanılabilir hale gelecektir.”
“Ancak yüz yıllardır üzerinde çalışmamıza rağmen, en ufak bir ilerleme bile kaydedemedik. Teokrasi, komşu ülkelerde bilinmeyen birinci kademeden dördüncü kademeye kadar olan parşömenlerin üretim yöntemlerine sahip. Bu, sahip olduğumuz çok sayıda gizli teknikten yalnızca biri. Bu teknikleri yüzyıllar boyunca insanlığı korumak ve insandan üstün doğan ırkları yenmek için icat ettik. Tanrı'nın Kanı olarak bilinen iyileştirme iksirini bile yaratmayı başardık, ancak yapım maliyetini düşürmek için daha fazla araştırma yapılması gerekiyor.”
“Yine de Büyücü Kral neden böyle bir katliamı emretsin ki? Kutsal Krallık'a giden erzaklar çalınmış olsa bile, bu yine de aşırı bir tepkiydi. Ordu bundan ne anlam çıkarıyor?”
“İlk sebep korku salmaktı.”
Büyük Mareşal bir parmağını kaldırdı. Birçok kafa onaylarcasına başını salladı.
“İkincisi, Büyücü Kral sonuçta bir namevt.”
“‘İçinde yaşayanlara karşı köklü bir nefret var ve bu nefret tarafından kontrol ediliyor.’ Belki bazıları bu inanca sahip olabilir ama ben katılmıyorum. Savaşa girmek için uygun bir zamanı beklediğini varsaysak bile, uzun vadeli gözlemlerimiz bize aksini gösteriyor.”
“Biz ordu mensuplarıda onun motivasyonunun bu kadar basit olmasının son derece düşük bir ihtimal olduğunu düşünüyoruz.”
Büyük Mareşal sert bir yüz ifadesiyle konuştu. Bu toplantıdan sonra, diğerleri kesinlikle onun hakkında durmadan şikayet edeceklerdi:
“Duruşu.”
“Raymond'u taklit etmeye çalışıyordum.”
Ya da bu:
“Her şeyin bir yeri ve zamanı olduğunu anlamıyor.”
“Ahh, yani, en olası sebep...”
Üçüncü parmağını kaldırırken şöyle dedi:
“Katze Ovaları'na benzer şekilde, namevtler için doğal bir yumurtlama alanı oluşturmak.”
“Bu mümkün.”
Birisi mırıldandı. Slaine Teokrasisi çok sayıda büyücüye sahip bir ülkeydi, bu yüzden toplantıya katılan en üst düzeydeki kişiler Büyük Mareşal'in ne demek istediğini çok iyi anlıyordu. Büyücü Kral'ın planı muhtemelen o lanetli toprakları sonsuza dek genişletmek ve orada ortaya çıkan tüm namevtleri kendi krallığına katmaktı. Böyle bir şey yapmak normalde imkânsızdı ama kendisi de bir namevt olan Büyücü Kral bir istisnaydı. Katze Ovaları'nın kontrolünü ele geçirdiğini duymuşlardı. Belki de orada onu böyle yapmaya itecek bir şey elde etmişti.
“Eğer durum buysa, bir sonraki hamlelerini tahmin edebiliriz.”
“Bundan neden eminsiniz?”
“Kutsal olmayan topraklar ile Konsey Devleti arasında net bir sınır çizgisi oluşturmak. Bundan sonra, kutsal olmayan topraklar Büyücü Krallığı ve Konsey Devleti arasında bir bariyer görevi görecek. Ardından...”
“O zaman dikkatlerini bizimle uğraşmaya mı çevirecekler?”
Oda sessizliğe gömüldü. Orada bulunan tüm üyeler Büyücü Krallığını özellikle askeri güç açısından kendi ülkeleriyle kıyasladılar. Herkesin yüzünde sıkıntılı ifadeler vardı. Hiç kimse soğukkanlılığını koruyamadı. Bu tepki anlaşılabilirdi çünkü son toplantıları sırasında Büyücü Krallık hakkında aldıkları istihbarat raporunu hatırlamışlardı. Büyücü Krallık'ın Katze Düzlükleri'nde Krallığa karşı verdiği savaş, şüphesiz ezici ve kötü huylu güçlerini ortaya koymuştu. Büyücü Krallık'la başa çıkmak, Teokrasi'nin kozu olan Kara Yazıt ve onun Tanrı-Soylu üyeleri için bile son derece zordu. Dahası, Büyücü Krallık'ın gerçek gücü bilinmiyordu. Araştırdıkça, karanlık ve dipsiz bir uçuruma bakıyormuş gibi hissediyorlardı.
“Birliklerimizin sayısı yeterli olmayacaktır. Bu yüzden Konsey Devleti ile kapsamlı bir ittifak kurmalıyız, ha...”
“Bu doğru. O yüzden ne zaman başımız sıkışsa takviye alabileceğiz!”
Herkes alaycı bir şekilde gülümsedi. Teokrasiyi kurtaracak kadar güçlü takviyeler asla gönderilmeyecekti. Bu açıkça görülüyordu. Tamamen farklı hedefleri ve idealleri olan devletler için gerçek bir işbirliği imkânsızdı. Bir ittifak kurulursa bir miktar takviye beklenebilirdi ama Platin Ejderha Lordu'nun kendisinin yardıma gelmesine imkân yoktu. Teokrasi ya da Konsey Devleti düşerse, Büyücü Krallık'ın tüm gücü henüz etkilenmemiş olan ulusa yönelecekti.
Bundan kaçınmak için doğru hamle, Büyücü Krallık'a karşı güçlerini birleştirerek tam bir işbirliği yapmak olacaktır. Ancak, varsayımsal olarak, ittifak Büyücü Krallığı istila edip kazanırsa, sonrasında ne olacaktı? Söylemeye gerek yok, iki ülke birbirlerini potansiyel düşman olarak görmeye devam edecekti. Eski Büyücü Krallık'tan insanların böyle bir savaştan sonra galip gelen iki ülkeye akın edeceğini hayal etmek zor değildi. Nüfusları arttıkça da aralarındaki casusluk savaşı daha da kızışacaktı.
Bir ittifak kurulsa bile tam ve karşılıklı güven asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekçi olmak gerekirse, bu seçeneği yalnızca Teokrasi için tam bir zafer anlamına geliyorsa düşünmeliydiler. Eğer sonunda Teokrasi ve Büyücü Krallık arasında savaş çıkarsa, her iki ulus da önemli ölçüde zayıflayacaktır. Bu durumda tek kazançlı çıkan Konsey Devleti olacaktır. İdeal durum üç ülkenin de birbirine karşı sağlam durması olurdu, ki bu da daha eşit bir güç dengesi anlamına gelmekteydi.
“Büyücü Krallığı'na boyun eğmemiz kötü birşey olmayabilir. Onları içeriden çökertene kadar on yıllar ya da yüzyıllar boyunca perde arkasında çalışabiliriz. Bu aynı zamanda bize Büyücü Krallık'ın içişlerine dair daha net bir bakış açısı sağlayacaktır.”
“İmparatorluk da bir vasal devlet haline geldi, bu yüzden tamamen olanaksız değil. Ayrıca, İmparatorluğa nasıl davranıldığına bakılırsa, bu o kadar da kötü bir seçenek sayılmaz.”
“Ama bunu yaparsak, vatandaşlarımız basitçe kabul eder mi?”
“Bunu onlara kabul ettirmek çok zor olacaktır. Yanlış bir adım atılırsa ayaklanmalar patlak verebilir.”
“Basitçe onlara aptallar diyebiliriz.”
“Evet, bu fikir biraz fazla aşırı. Bunu son çare olarak saklayın. Her şeyden önce, bizim aksimize, vatandaşların tüm bu bilgilere erişimi yok.”
“O halde, Büyücü Krallık hakkında bildiğimiz her şeyi halka açıklamalı mıyız? Şu anda bunu sır olarak saklamamızın nedeni geçmişte huzursuzluğa yol açmış olması değil mi?”
“Tartışmayı bırakın. Büyücü Krallığı'da başkentlerinin kuruluşundan sonra halklarını yatıştırmaya ve yönetmeye çok zaman ayırmak zorunda kalmadı mı? Yani bu mesele ve gelecekte dikkate almamız gereken diğer şeylerin hepsi zaman alacaktır—”
“—Hayır, o kadar emin olamayız. Ne de olsa Büyücü Krallık bir çok şehir ve köyü yerle bir etti.”
Başkent kalabalık olduğundan, hepsinin öldürülmüş olduğunu düşünmek gerçekçi değildi. Ancak, Büyücü Krallığı için böyle bir şey hiçte imkânsız sayılmazdı.
“Yaşayanlara karşı nefret dolu bir namevt, ha?”
“E-Rantel'de fuzuli ölümler olmadığı için gardımızı düşürdük, değil mi?”
“İmparatorluk artık bir vasal, Kutsal Krallık ve Ejderha Krallık içindeki meselelere müdahale ettiler ve şimdi de Krallığı aptal yerine koydular. Bu gidişle, bizim için kolay bir çıkış yolu kalmayacak. 'Ya teslim ol ya da öl,' ha? Ne klişe ama bir seçim yapmak zorundayız. Büyücü Krallığı ile bir anlaşma yapmak istiyorsak, önce kendi problemlerimizden bir tanesini halletmemiz gerekecek.”
“Mhm. O yaşlı, çürümüş elfle mümkün olan en kısa sürede ilgilenmeliyiz. Büyücü Krallık ile gelecekteki ilişkimiz henüz netleşmemiş olsa da, eş zamanlı iki savaş olasılığını düşünemeyiz.”
Büyücü Krallık kurulmadan önce bile Elf Ülkesini yok etmek için büyük uğraş vermişlerdi. Büyücü Krallığı ile önceden dostane ilişkiler kurma girişiminde bulunmamalarının nedeni de buydu.
“Ezici askeri güçleri göz önüne alındığında, Büyücü Krallık ile doğrudan karşı karşıya gelmek en kötü senaryodur. Bununla birlikte, planlarımızı en kötü ihtimali göz önünde bulundurarak yapmak bizim görevimizdir, bu nedenle ideal olarak onları en kısa sürede halletmek istiyoruz.”
“Büyücü Krallığı muhtemelen Krallık'ta hamle yaparken müdahale etmeyecektir, ancak durumun nasıl geliştiğine bağlı olarak, bizi engellemek için yine de hamle yapabilirler. Sanki namevtler sınırımızın yanında doğal olarak ortaya çıkmış gibi davranabilirler, bunu neredeyse gözümde canlandırabiliyorum. Bu olasılığa hazırlanmak için bazı adımlar atmalıyız.”
“Evet, ama az sayıda da olsa insanlığın geleceğini de güvence altına almalıyız.”
Birkaçı onaylarcasına başını salladı.
“Birkaç kişi gidip sığınacak bir yer arasın. Onlar umudumuzun ya da umutsuzluğumuzun kalıntıları olacaklar.”
Teokrasi dışında güvenebilecekleri bir ülke yoktu ama onlardan göçebe olmalarını da istemiyorlardı. Teokrasinin kendi sınırları dışında bir sığınağı vardı. Burası efsanelere konu olan bir yer değil, sadece altı yüz yıl önce insanların yaşadığı bir yerdi. Sadece korku ve kaçışı bilen insan türü için bir sığınak. Burası Altı Kutsal Kitap'tan biri olan Kül Tozu Kutsal Kitabı tarafından korunuyordu.
[Not: İncil'deki “Küller küllere, tozlar tozlara.” göndermesi.]
“Öylece bekleyemeyiz. Hayatta kalmak için çabalamalıyız. Her birimiz bir temsilci seçmeli ve bu kişinin bizim için karar vermesini mi sağlamalıyız?”
“Gidecek tek kişinin Lauransan-sama olması gerekmiyor mu?”
“Ne?”
“Yok edilmemiz durumunda, geriye kalanları koruyacak ve onlara rehberlik edecek kişinin Kara Yazıt'ın eski bir üyesi olan siz olmanız gerekmez mi?”
“Daha önce olduğum kişiyle kıyaslanamam. İnsanlar muhtemelen sonuna kadar mücadele etmeyen birine ya da organizasyonumuzun tepesinde olmayan birine güvenmezdi.”
“Ama—”
“Hayır—”
“Düşünüyordum da—”
Tartışma hararetlenince, Pontifex Maximus sonunda konuştu.
“Bunu burada tartışmak anlamsız. Her ne kadar önemli olsa da, şu an böyle bir tartışmanın zamanı değil.”
Kimse karşı çıkmadı.
“Doğru. O zaman asıl önemli meseleden bahsedelim. O elflerin gitmesine izin verebiliriz ama elimizdeki gücü kullanıp o lanet Elf Kralı'nın peşine düşmeliyiz.”
Pontifex Maximus bambaşka biri gibiydi, yüzünde hissedilir bir nefret vardı. Raymond başıyla onayladı.
“Zesshi Zetsumei'nin bir karar vermesine izin verin.”
“Mhm. Platin Ejderha Lordu çocuğun ayrılacağının zaten farkında olsa bile, mevcut durum göz önüne alındığında onu öldürmesi pek olası değil. Benim şahsi fikrim, Elf Kralı'ı infaz edilmeden önce dünyadaki tüm acıların tadına bakacak. Çocuğun mutluluğu her şeyden önce gelir. Hepinize güveniyorum!”
“Anlaşıldı.”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..