—Belediyenin çatısında duran siyah ejderha, kanatlarını Subaru’nun grubuna doğru çırpıyordu.
Sıra sıra keskin dişlerini ve uzun, kıvrımlı, kırmızı dilini gözler önüne sererek ağzını açan ejderhanın altın rengi gözleri kısıktı ve boğuk, keskin kahkahası yankılanmayı sürdürüyordu.
Bu siyah ejderhanın görünümü, Subaru’nun gözünde canlandırdığı ejderha imgesiyle hemen hemen aynıydı.
Patrasche gibi yer ejderleriyle aynı huşu uyandırıcı auraya sahip olan bu ejderhanın saçları ve fiziği farklıydı. Yer ejderleri aşağı yukarı uçan sürüngen boyutundayken bu ejderha bir fil iriliğindeydi.
Bu fizikle uçması mümkün olmamalıydı. Belki de kanatları gösterişten, blöften ibaretti.
Evet, evet, uçması imkânsız olmalıydı.
Capella: “Öfkeli bakışlarınız tarafından kirletilmek hiç heyecanlı değil, sizi kızışmış etli yaratıklar! Ah~ yalnızca cinsel doyumu düşünebilen sizin gibiler tarafından görülmek ne korkunç! Bu yüzden size yaklaşmayacağım!”
Kanatlarını yere doğru çırpışıyla bir rüzgâr öbeği havalandı. Ve kırmızı dili dudaklarını yalarmışçasına dışarıya taşarken siyah ejderha, Capella, çarpık bir şekilde gülümsedi. İfadesi inanılmaz ürperticiydi.
Dil engeli nedeniyle iletişimleri büyük oranda yorumlamaya dayalıydı. Patrasche buna iyi bir örnekti.
O son derece etkileyici olduğu için sert tavırları da sevilesi olabiliyordu. Fakat bu ejderha mide bulantısından başka bir şey doğurmuyordu.
Subaru: “…Daha önce bundan bahsedildiğini işitmemiştim ama ejderhalar konuşabiliyor mu?”
Julius: “Onca zaman yaşadıktan sonra fazlasıyla zeki oluşlarıyla birlikte insan dilini anlayabiliyorlar. Doğal olarak Lugnica’nın patron ejderhası Volcanica, yani krallığa bir anlaşmayla bağlanan ejderha, insanoğluyla konuşarak iletişim kurabiliyordu ama kendini çok iyi ifade ettiği söylenemezdi. Bu yeteneğe sahip başka bir ejderha olduğunu işitmemiştim.”
Subaru’nun yanındaki Julius, bu soruya detaylı bir yanıt vermişti.
Kılıcını omuz yüksekliğinde kaldıran Şövalyelerin Şövalyesinin gözleri siyah ejderhanın üzerinden bir an olsun ayrılmıyordu. Tabii ki Subaru ve diğerleri de aynı durumdaydı.
Karşılarında inanılmaz güçlü iki kılıç ustası ve kendisini Şehvet Günahı Başpiskoposu olarak tanıtan siyah bir ejderha duruyordu.
Başlangıçtaki tedirginlikleri iyice tavan yapmıştı.
Subaru: “Hiç değilse o kılıç ustalarına karşı bir şansımız vardı…”
Kılıcını duruşunda en ufak bir hata olmaksızın kuşanmış olan kadın ve Subaru’nun grubuna iyice aşina olmayı denermiş gibi kılıçlarını savuran dev...
Kadının gücünün limiti henüz bilinmiyor olsa da dev, Ricardo’nun saldırısını doğrudan karşılamayı seçmişti. Bunun herhangi bir beceriksizlikten kaynaklanmadığı, aklında bir strateji olduğunu söylemeye gerek yoktu. Uzun menzilli saldırı planı hala etkili olabilirdi.
Ama çözümsüz bir sorun söz konusuydu.
Subaru: “Aramızda daha önce bir ejderhayla dövüşmüş olan var mı…”
Wilhelm: “—Var.”
Subaru: “Wilhelm-san, ciddi misin?”
Subaru sonuç vermeyecek bir soru sorduğunu düşünse de Wilhelm’den onay almış ve yaşlı kılıç ustası, yüzünü şaşkın haldeki Subaru’ya dönmüştü.
Wilhelm: “Yaklaşık 40 yıl önce Lugnica’nın güneyinde beliren Valgren isimli kötü bir ejderhayı zapt etmeye gönderilmiştim. Vollachia’ya yakınlığı gereği bu mesele büyük bir diplomatik gerilim doğurmuştu.”
Subaru: “Diplomatik meseleleri bir kenara bırakırsak, bir ejderhayla dövüşmek nasıl bir tecrübeydi?”
Wilhelm: “Şövalyelerimizin yüzde ondan fazlası bu mücadeleye gönderilmiş ve sonuç başarılı olsa da o şövalyelerin yüzde kırkı hayatını kaybetmişti. Seferin başarısına rağmen sonuç çarpıcıydı. Ejderhanın uçma yeteneğini ve tükenmek bilmez enerjisini daha iyi hesaba katmalıydık.”
Subaru: “Durumumuz bayağı umutsuz görünüyor…”
Subaru’nun çaresizliğini gören Wilhelm,
Wilhelm: “Şimdi düşünüyorum da…”
Wilhelm: “Valgren’e kıyasla bu ejderha daha ufak. Kafasını kestiğimizde ölecek olmalı.”
Subaru: “Valgren ölmemiş miydi ki?”
Wilhelm: “Valgren’in her biri kesilmesi gereken üç kafası vardı.”
Mazide kalan o savaşla ilgili konuşmasını sonlandıran Wilhelm, kılıcını daha da sıkı tutmaya başladı. Ejderhanın kafasını kesmek onu öldürmek için yeterli olacaktı. Bu güven vericiydi.
Wilhelm’in hazır ve nazır duruşunu gören Subaru da elinde kırbacıyla savaş pozuna bürünmüştü. Bu esnada onların boyun eğmeyi reddeden tavırlarını gören Capella bir hayli şaşırmışa benziyordu.
Capella: “Aman, aman, aman, hepiniz de amma mide bulandırıcısınız. Dayak yemişsiniz, acınasısınız ve karşınızda destek kuvvetlerimin yanı sıra bir Günah Başpiskoposu var! Siz çürümüş yaratıkların başını eğmesi ve bir fare uysallığına bürünmesi gerekirken her şey normalmiş gibi davranıyorsunuz, öyle mi? Sizi diğer tüm böceklerle bir tutmak yanlış mıydı? Gahahahaha!”
Garfiel: “Boş işleri kes! Çoğunluuun karşısında napabilirsin ki? Harika benliim seni ezip geçicek!”
Capella: “Kahhahahaha, bu kuduz köpeğin havlaması kutsal kulaklarımı acıtıyor. Ya da yo, hata ettim. Sen kuduz bir köpek değilsin, yalnızca cılız bir kediciksin! Miyav~ miyav~ miyav~, sırf yanındaki kedi öldü diye bu kadar üzülme!”
Garfiel: “N-ne—hk!?”
Bu acımasızca dürtüş karşısında bağıran Garfiel kendi yanıtını yutmuştu.
Ejderhanın Garfiel’in neredeyse ölümüne dayak yediği mağlubiyetinden bahsettiği ortadaydı. Yani birileri, Capella, bu mücadeleyi izlemiş olmalıydı.
Ve Garfiel’i daha da şaşırtan şey,
Garfiel: “Hey piç, sen harika benliimin bi yarı insan olduunu nerden biliyosun…”
Capella: “Hah? Nerden mi biliyorum? Kendini bir şey sanma, saçının tek bir teli bile ilgimi çekmiyor. Ama seni gördüğüm anda pis bir melez olduğunu anlamıştım! Git ve yaşadığın gibi, yozlaşmış bir yaratık olarak geber!”
Tarifsiz acımasızlıkta hakaretler savuran Capella, ilgisini grubun geri kalanına çevirmiş, havayı koklamaya başlamıştı.
Capella: “Ne iğrenç bir koku ama! Ne iğrenç! Siz et parçalarının her biri leş gibi kokuyor! Küflü, çürük, çöp etler! Çöpten çıkıp saklanan etler! Ah, mide bulandırıcı!”
Bu noktada sürekli iğneleyici yorumlarda bulunan Capella’nın bakışlarının hafifçe kaydığı nokta—Crusch’ın bulunduğu alandı.
Gözlerine yerleşen yapışkan, ateşli bir ışık eşliğinde tüm ilgisini Crusch’a vermiş, kadının istemsizce kendisini sarmasına yol açmıştı. Tekrar konuştuğundaysa sesi hoş denilebilecek bir hal almıştı.
Capella: “Ama tüm bu atıkların arasına gayet hoş bir et parçası da karışmış! Amma çekici, damak tadıma mükemmel uyum sağlayan bir parça! Bu et, en kaliteli etlerin kokusunu taşıyor! Ne güzellik! Ne vücut! Ne görünüş ama! Ah, onu gerçektengerçektengerçekten iki elimle parçalamak isterim!”
Crusch: “—Bu kadar, yeter.”
Capella: “Ahh?”
Hayran olmuştu.
Siyah ejderha transa girmişçesine bir ifadeyle Crusch’a doğru eğilmişti, onu baştan ayağa yalamak istermiş gibi bir hali vardı.
İşte o anda ikili arasındaki etkileşim, öfkeden doğan bir baskıyla kesildi.
Capella: “——”
İlgisi hala Crusch’ın üzerinde olan ejderha sabırsızca bakışlarını kaldırdı.
Dikkati dağınık haldeki Crusch’ın yanına gelen ve bir kondüktör edası taşıyan Julius,
Julius: “Altı katlı ışığımla kavrul, Al Clarista!”
Julius’un her biri farklı renklerle ışıldayan altı ruhu, yukarı doğru birer ışık huzmesi ateşlemişti. İşte o yanardöner ışıkların ulaştığı Capella beyaz bir ışık saçarak çığlık atmaya başladı.
Capella: “—GAAAAAAH!!”
Julius: “Bu gevezeliğinin bedeliydi. Gerçekten yetenekli olsaydın bu kadar saçmalamazdın.”
Julius’un komutuna itaat eden ruhlar kavurucu ışıklarını mütemadiyen ateşliyordu.
Capella’nın delici çığlıkları arka plan müziği görevi görürken o ana dek sessiz sakin beklemekte olan iki kılıç ustası ansızın zemini tekmeleyerek Subaru’nun grubuna doğru havalanmıştı.
Wilhelm: “Durun!”
Garfiel: “Ne bok yiyosunuz!”
Garfiel ve Wilhelm aynı anda konuşurken Wilhelm kılıç ustası kadına doğru atılmış, Garfiel ise ikiz kalkanlarını kuşanmış şekilde ikiz kılıçlarını savuran deve yönelmişti.
Kadın: “——”
Wilhelm: “Gitme, bana kılıç ustalığını göster!”
İlk darbesinin ardından geri çekilmeye başlayan kadının önü, Wilhelm’in ani saldırısıyla kesilmişti.
Yaşlı kılıç ustası, bir şiddet tufanıyla cepheyi yarıp geçmişti. Kılıcının uzunluğu hızlı tepkilere elvermediği için defansı güçsüzleşen kadına karşı ardı ardına darbelerini savuruyordu.
Fakat kadın buna rağmen korkunçluğunu kanıtlıyordu. Savuşturamadığı her darbeden başarıyla korunuyor ve alışılmış bir rahatlıkla, sorunsuzca dengesini geri kazanıyordu.
Fıldır fıldır dönen kılıcının her hareketi, kılıç ustası kadının bedeninin kullanmakta olduğu kılıç için yaratıldığını daha da belirgin kılıyordu.
Wilhelm’in yeteneği beyaz balinaya meydan okumak için yeterliyken onunla yüzleşen kadının yeteneği de Wilhelm’i püskürtmek için yeterli geliyordu.
Wilhelm: “Ua-aaahh!”
Kadın: “——”
İpeksi pürüzsüzlükte bir momentumla kükreye kükreye atılan Wilhelm’in kesikleri ve savuruşlarının hızı artıyordu.
Bedeni yaşlı olsa da tekniği hala inanılmaz derecede keskindi. Kılıç ustalığının zirvesinde bir yeteneğe sahipti ve genç ustaların pek çoğu ona asla rakip olamazdı.
Kılıcı bir ışıltıdan ibaret şekilde havayı yarıyor, kadını yere sermeye hazırlanıyordu. Hala sessizliğini korumakta olan kadınsa her bir darbeye çelik gibi bir kararlılıkla direnmeye hazırlıklıydı.
Sessiz, sağduyusuz kadın, tek amacı savaşmak olan bir oyuncak bebeği andırıyordu. Bedenine itaatkarlık kazınan bu oyuncak bebeğin tek yaptığı kılıcını savurmaktı.
Çeliğin çeliğe çarpma sesleri bir patlama misali yayılıyordu.
Fakat kadının kılıcı Wilhelm’inkinden çok daha hafif olmalıydı.
İki taraf da saf ve temiz bir kılıç ustalığı sergiliyor ve rakiplerinin saldırılarını karşılamak dışında gereksiz hiçbir yıkım gerçekleşmiyordu.
İkisi de kılıç ustalığının ıssız dansını sergiliyordu.
Wilhelm: “Hah!”
Kadın: “——”
Yalnızca kılıç ışıltılarının göründüğü sessiz bir mücadele süregeliyordu.
—Bu, düellolarının kutsal alemiydi ve hiçbir müdahaleye tolerans gösterilemezdi. Pek uzak olmayan bir noktadaysa farklı bir mücadele gerçekleşmekteydi.
Garfiel: “Yah! Hah! Yah!”
Dev: “——”
Kükreyen ve kasları esneyen Garfiel, devin darbelerini savuşturuyordu.
Sersemlemiş bir şekilde karşı saldırılar gerçekleştiriliyor, vuruluyor, kükremeler yükseliyor, iç organlar mağlup ediliyor, mideler bulanıyor, kemikler çatırdıyordu.
Hemen yanlarındaki zarif düellonun aksine bu çarpışmaya kaos hakimdi.
Deve bir kılıç ustası denilebilecek olsa da dövüş stili bu kalıptan farklıydı. Bir barbarın veya bir yaratığınki kadar irrasyoneldi.
Garfiel: “Hah, kuu, ah!!”
Aynı şekilde Garfiel de kurallara, adaba bağlı kalmadan dövüşüyordu.
Garfiel’in dövüş stili vahşi ve hayvaniydi. Subaru, kendisinde doğurduğu etki gereği bu stile ‘Garfiel’in Akıcı Dövüşü’ diyordu. Bu yalnızca içgüdülerine bel bağlayan Garfiel’in sergileyebileceği absürt bir şiddetti; başka biri tarafından taklit edilemezdi.
Açıkçası Garfiel’in şiddetli darbeleri önündeki barbar deve pek uygundu.
Bunun dayanıklılığa dayalı vahşi bir düello olduğu barizdi; ilk yorulan taraf mücadeleyi kaybedecekti. Dolayısıyla başarı da başarısızlık da fazlasıyla değişkendi.
Dev: “——”
O devasa kılıçlar öylesine ağırdı ki onlardan gelecek doğrudan bir darbenin Garfiel’in dirseğini parçalayacağı kesindi ve Garfiel’in onlarla baş etmek için kollarını kullanması gerekiyordu.
Kalkanlarına başvurmak zorundaydı. Kalkanlarını yanlarda tutup koluyla kılıçları engelliyor, yine de kalkan boyunca kaymalarına müsaade ederek iki kılıcı birbirinden ayırıyordu.
Devin öngörülemez hareketleriyse barbarlıktan ibaret değildi ama herhangi bir hileye de başvurmuyordu; darbeleri şok edici bir şekilde doğrudan ve güçlüydü.
Bu yalnızca yetenekle elde edilebilecek bir şey değildi; devin bu gücü kazanmak için kılıçlarını milyonlarca kez savurmuş olduğu belliydi.
O kılıçları karşılamak ve engellemek imkânsız olmalıydı.
En ufak bir yanlış hamle sonunda kılıçlar gümüş kalkanları ikiye ayırabilir ve Garfiel’in bedeni de o kırık kalkanlardan farksız hale gelebilirdi.
Garfiel: “Daha fazla… dalga… geçme!”
Garfiel o iri kılıçların yarattığı baskıyla mücadele edebilmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
Yukarıdan inen darbeler, yanlardan savrulan darbeler, aşağıdan yükselen darbeler derken her birini savuşturuyordu. Sonra da bir boşluktan çıkan yumrukla geri çekilmeye zorlanıyordu.
Sorun şu ki dev, iri kılıçlarını savuran iki güçlü kolun yanı sıra altı kola daha sahipti.
Garfiel’in defansı üçüncü bir saldırıyla delinebilirdi ve dev de kılıçlarını kuşanmak için iki değil üç kol kullanmaya başlamıştı.
Garfiel hız avantajına sahip olsa da güç avantajı bariz şekilde devdeydi.
Çenesine yumruk yiyen, koca kılıçları uzaklaştıran, dizleri tekmelenen Garfiel’in yüzü yere yapıştırılıyordu. Bunu dört darbe daha takip etmiş ama düşerken toparlanan Garfiel nihayet bir darbeyi engellemeyi başarıp ayağını sımsıkı yere yerleştirmişti.
Kan, kırık kemikler, acı çığlıklar… İşte vahşi savaş alanı tüm bunlarla doluydu. İki tutkulu savaşçıyı izleyen Subaru, bu kaosun içerisine dahil olamıyordu.
Subaru: “——”
Bir tarafta Wilhelm’in sessiz düellosu, diğer taraftaysa Garfiel’in kaotik savaşı vardı.
Subaru ve Crusch nefeslerini tutmuştu, iki mücadelenin de parçası olamıyorlardı. Sebep bunu yapacak yetenekte olmamaları değildi; iki tarafta da tanık oldukları mücadele ruhunun doğurduğu şoktan ötürü tepki veremeyişleriydi.
Ancak huşuya kapılmış Subaru’nun aksine,
Ricardo: “Durum kötü, bir an önce harekete geçmemiz lazım.”
Julius’un büyüsünü inceleyen Ricardo, bir adım öne çıkmıştı. Ricardo’nun hareketlendiğini gören Subaru da ‘haklısın’ diyerek harekete geçmek üzereydi ama,
Crusch: “Subaru-sama!”
Ricardo: “Eğil!”
Yakasının ansızın çekiştirildiğini hisseden Subaru, kendisini Crusch tarafından yere yapıştırılırken bulmuştu. Ricardo ise şiddetli bir kükreyiş eşliğinde ikilinin önüne geçip onlara kalkan olmuştu.
Ricardo: “VAAA, HAAAA—!!”
Azılı sesi atmosferi sarsarken görünmez bir yıkım alanı doğmuştu.
Bu kükreyişin yarattığı dalga, Mimi ve kardeşlerinin Beyaz Balina karşısında kullandığı dalgayla aynıydı. O dalga balinayı fark edilir şekilde yaralayan inanılmaz güçte bir yetenekti ve Ricardo da az önce aynısını tamamıyla tek başına salmıştı.
Işıltılı siyah alevler kükreyiş tarafından dövülmekteydi.
O siyah alevler ses dalgası karşısında dağılmıştı. O alevlerin doğası yanışlarından bile ürperticiydi. Dokunduğu her şey küle dönüyor, meydana bütün halde yayılarak alçalıyorlardı.
Fakat geri kalan dağınık haldeki alevlerin saçtığı esas dehşet,
Subaru: “O ateş… sönmeyecek mi…?”
Taş zemine düşen siyah küller herhangi bir dayanakları olmamasına rağmen yanmayı sürdürüyordu. Yanmayı sürdürüyor ve irileşerek yayıldıkça yayılıyorlardı.
Ayrıca suya düşen ateşler de yanmaya devam ediyordu.
Suya yağ damlamışçasına, üstünlüklerini sergilercesine yükseliyorlardı.
Ricardo: “Kardeşim, o şekilde daha ne kadar kalmayı planlıyorsun? Bu arada, genelde bu durumun tam tersi yaşanmaz mıydı?”
Julius: “Subaru, nasıl bakarsan bak bir kadın tarafından korunmak…”
Ricardo ve Julius hala dağınık alevlerin dehşetinden toparlanmaya çalışan Subaru’ya cesaret kırıcı cümleler kurmuştu. Çünkü gördükleri kadarıyla Subaru kendisini herhangi bir darbeden korumaya çalışan Crusch’un altında, yerde yatıyordu.
Subaru: “Aah!”
Crusch: “Zarar görmemiş olman harika. Lütfen için rahat etsin, bu meseleden Ferris ve Emilia’ya bahsedilmemesini sağlayacağım.”
Subaru: “Rahatlamış olmak beni daha da utandırıyor ama!”
Crusch, çekiştirip ayağa kaldırdığı Subaru’nun utanç hanesine bir puan daha eklemişti.
Bu sırada üzerindeki tozları silkeleyen Subaru siyah alevlerin kaynağına dönmüştü— yani tabii ki kaşları çatık bir şekilde oturmakta olan siyah ejderhaya.
Ondan alabildiği tek his mide bulantısıydı.
Capella: “Tiksinç, tiksinç, bana o heyecanlı bakışları atma! Bana bakmayı kes, beni o pis gözlerinle taciz etme! Kahahahaha! Hani sizin için dans eden kadınları okşamanız yasaktır ya, sen de bu etkileyici kadını rahatsız etmeyi bırak! Gahahaha!”
Subaru: “Nasıl…”
Capella Julius’un büyüsünün doğrudan hedefi olmasına rağmen hiçbir şey yaşanmamış gibi davranıyordu.
Ancak bu, hiç zarar görmediği anlamına gelmiyordu. Aksine bu saldırı yüzünden ağır bir hasar almıştı.
Ejderhanın sağ kanadı iltihaplanmış kanlı bir et parçasından farksız hale gelecek derecede yanmıştı. Belki de bedenini koruma isteğiyle kanadını kullanmış ama bedeninin güvenliğinin bedeli bu yara olmuştu.
Kanadını yakıp geçen büyü, ejderhanın bedenine de ulaşmıştı. Alt karnı kavrulup erimiş, iç organları adeta kaynamıştı. Yüzünün sağ tarafı etkilenmiş, başkalarıyla alay etmenin tadını çıkarttığı dili kopmuştu. Gözleriyse yuvalarından çıkmış şekilde boşlukta asılmaktaydı.
Ona yarı ölü demek yeterli gelmezdi; cesetten farkı yoktu.
Subaru işitilir şekilde yutkunurken Julius ile Ricardo’nun kaşları çatılmış ve Crusch küçük bir kız gibi ciyaklamadan edememişti. Fakat bunun sebebi ejderhanın korkunç görünümü değildi.
— O hırpalanmış bedenin yenileniyor oluşuydu.
Eriyen kemikleri yeniden kaynıyor, dağılan kasları irileşiyor, kopan deriler geri geliyordu; Capella’nın mahvolan bedeni panikletici bir hızla yenileniyordu.
Yenilenişiyle doğan inanılmaz ısıysa kalan tüm kan kalıntılarını buharlaştırıyordu.
Capella: “Ee, güzelim iç organlarımı görünce tatmin oldunuz mu? Benim dönüşümümü izleyip tahrik olan kokuşmuş bir yaratık grubu musunuz siz? Gahahaha! Hoşunuza gitti mi? Hey, sızdırmaya başlayacak kadar hoşunuza gitti mi, ha?”
Subaru: “Ne… nasıl oldu bu?”
Capella: “Gördüğüne anlam veremiyor musun? İlla sorman mı lazım? Nasıl bir aptalsın sen? Ama bu tutkulu kadın seni yanıtlayacak. Görebildiğin gibi, bariz şekilde ölümsüzüm!”
Ölümsüz— bu, gücünün en basit, en mutlak tarifiydi.
Subaru ise bu tarif karşısında yutkunmadan edememişti. Tabii blöf yapıyor olduğu düşüncesi de aklına gelmişti. Evet, gerçekten de blöf yaptığını düşünmek rahatlatıcı olabilirdi.
Subaru: “Yalnızca hızlıca yenilenme kabiliyeti…”
Capella: “Ne dersen de. Yenilmez denilebilecek kadar güçlü değilim, o yüzden ben ölümsüz diyeceğim.”
Subaru: “——”
Capella: “Vah vah vah, artık konuşamıyorsunuz bile! Sizi mide bulandırıcı çürük yumurtalar! Sizi iğrenç kokuşmuş etler! Gidip geberin! Benim dışımda herkes gidip ölsün—Yo! Yo! Yo, dur bir dakika!”
Capella kendi çirkin sözlerini kesmiş ve iyileşen kanatlarını açıp savurarak hantal bedenini yavaşça Belediyenin çatısından uzaklaştırmaya başlamıştı.
Onun üzerlerine çullanmaya hazırlandığını düşünen Subaru ise kendisini saldırıya hazırlamıştı. Fakat,
Capella: “Vakit doldu, bir sonraki yayını gerçekleştirmem gerekiyor, dolayısıyla içeri döneceğim. Sizinle konuşmak vakit kaybından ibaret ve benim de acelem var! Siz hepiniz burada kalıp o pek sevimli et parçasıyla birlikte ölün! Cehennemde çürüyün!”
Subaru: “H-Ha?”
Bir anda ilgisini kaybeden Capella esneyerek yavaşça belediyeye girmiş ve Subaru, onu göremez hale gelmişti.
Bunun düşmanlarını derinlere çekmek adına bir tuzak olup olmadığını düşünmeden edemese de—
Julius: “Bizi içeri çekmeye çalışıyor olabilir, sen de aynı fikirdesin değil mi… ama her halükârda o yayını yapmasına izin veremeyiz.”
Subaru: “Ona izin verirsek şehir paniğe kapılacak. Ve herkes ne yaptığımızı öğrenecek. Ona yetişmemiz lazım!”
Bilinmedik bir önseziye kapılmıştı.
Ayrıca Capella o ebatla Belediyenin içine nasıl girmişti? Subaru yayın odasının büyüklük derecesini bilemese de Capella odayı tek bir büyük hareketiyle yıkabilecek olmalıydı. Ancak Subaru’nun şu an için bunu düşünecek vakti yoktu.
Ricardo: “Tamamdır, ben dışarıdaki heriflerle baş etmek için bu ikisiyle birlikte kalacağım. Kardeşim, sen de Jul-chan ve Crusch-san’la birlikte içeri gir.”
Ricardo kararlı sözlerine sorgulayıcı bir bakışla karşılık veren Subaru’ya bu talimatı vermişti.
Ricardo: “Bu kılıç ustaları sen ve Crusch-san’a biraz fazla gelir ve ben de kapalı ortamlarda hareket etmeye pek uygun değilim. Jul-chan o işi gayet iyi idare edecektir. Öyle değil mi?”
Julius: “Çok yerinde bir muhakeme. Dürüst olmak gerekirse Wilhelm ve Garfiel’i burada yalnız bırakmaktan yana endişeliydim, o yüzden onları sana emanet ediyorum, Ricardo.”
Ricardo: “Tabii ki, seni hayal kırıklığına uğratmayacağım!”
Julius ve Ricardo birbirine onay verirken şüpheye yer kalmamıştı.
Aynı grubun fertleri olarak niyetlerini tek bir bakışla bile anlatabilirlerdi. Buna itiraz edemeyecek olan Subaru ise kafasını kaşıyarak,
Subaru: “Garfiel! Kaybetmeye hiçbir şekilde iznin yok! Sen o herifi uçurduktan, biz de Şehveti mağlup ettikten sonra gidip Emilia’yı kurtaracağız, beni duydun mu!?”
Garfiel: “Kaptan, şu anda seninle konuşcak vaktim yok!”
Subaru hala kaotik bir mücadele vermekte olan Garfiel ile konuşurken hemen yanındaki Crusch da bir elini ağzına götürüp sesini Wilhelm’e iletmişti.
Crusch: “Wilhelm, bu işi sana bırakıyorum!”
Wilhelm: “Endişeye mahal yok!”
Wilhelm efendisinin kısa ve öz cümlesine aynı şekilde karşılık vermişti.
Gerçek bir efendi ve ast için bu kadarı yeterliydi. Böylece Julius önderliğindeki Subaru ve Crusch harekete geçti.
Ana meydandan ayrılan üçlü Belediyenin içlerine doğru koşturmaya başlamıştı. Kuleyi koruyan iki figür de buna karşılık Subaru’nun grubuna doğru ilerlemişti.
Ricardo: “Bu şekilde sıralanmanız benim için işleri kolaylaştırıyor, haa—!”
Karşılığında Ricardo hiddetli kahkahasıyla dağınık, ufak taşları savuran bir yıkıcı ses dalgası yaratmış, dev ve kadını hafifçe sendeletmişti. Dalgaların gücü silinmeye başlamış olsa da ikiliyi duraksatmak konusunda etkili olmuş, bu esnada arkalarındaki rakipleri gözlerinde küçümsemeyle yetişmişti.
Wilhelm: “Gözüm yalnızca senin üzerindeyken beni görmezden gelmen ne kadar da kaba!”
Garfiel: “Gitmesini istemiyosan rakibine götünü dönme!”
“——”
Kesişler ve doğrayışlar, darbeler ve saplamalar derken kaotik düellolar devam ediyor, hiç kimsenin müdahale edemeyeceği sertlikte çarpışmalar yaşanıyordu.
Bu esnada o çarpışma seslerini duyamayacak kadar uzaklaşan Subaru, Belediyenin girişine doğru koşturmaktaydı.
Subaru: “Oda nerede olabilir?”
Crusch: “Emin değilim ama sesin olabildiğince uzaklara ulaşması için en üst katta olmalı diye düşünüyorum.”
Julius: “Yol boyunca pusular olabilir, dikkat edin.”
Ana girişi geçen grup Belediyenin içerisine varmıştı.
Resepsiyon görevliliğini üstlenen hoş bir kadının bulunması, parlak ışıkların manzarayı aydınlatması ve büyük bir kalabalığı barındırması gereken mekân bariz bir hengâme içerisindeydi, ışıklar kısıktı.
Neyse ki bu katta ne herhangi bir tarikat üyesi vardı ne de oda boyunca uzanan cesetler; dolayısıyla—
Subaru: “Hadi gidelim. Bir yerlerde odanın nerede olduğunu söyleyen bir kat planı falan olmalı!”
Julius: “Eğer mümkünse buradaki personelin güvenliğini de teyit etmek isterim, pek ümit verici görünmüyor ama olsun…”
Subaru: “Ne…”
Danışma masasını kontrol etmiş ve orada saklanan herhangi biri olmadığını görünce merdivenlere yönelmişti. Julius basamaklardan sessizce çıkmakta, koridorun derinliklerine bakmaktaydı. Sonra da hafifçe başını salladı.
Crusch da kaşları çatık şekilde onu izledi, bakışlarını takip etti ve o anda ifadesi titreşti.
Bu tepkiyi gören Subaru da ikiliye katıldı— ve onların gördüğü şeyi görerek nefesini tuttu. Çünkü ayaklarını sürüye sürüye, patır patır ilerleyen bir figür belirmişti.
Bu figür, merdivenlerin oradan etrafa bakan şeytani gülümsemeli bir ufaklıktı. İlk bakışta sadece bir çocuktan ibaretti.
Ufak bedenli, çocuksu suratlı, gençliğin tasviri şeklinde biriydi. Fakat bu tanım yalnızca görünümüne uygundu.
Koyu kahve saçları dağınık bir şekilde kafasından aşağı sarkıyordu ve bedeninin tek bir kumaşla sarılmış olması ona son derece korkunç bir görüntü kazandırıyordu.
Ufak suratında şeytani bir gülümseme bulunuyor, gözleri dünyanın tüm zehirlerini barındırırmış, toksik sıvılar ve çürüme ışıltıları taşırmış gibi görünüyordu— tabii ki bunlar bir insanın gözleri değildi.
Ve mevcut şartlar altında bu, onunla ilgili tuhaflığı kanıtlıyordu.
Çocuk: “Çok mutluyum, çok mutluyum, çok çok mutluyum, nasıl da mutluyum, bu mutluluk yüzünden, böylesi bir mutluluk, böyle böyle böyle inanılmaz bir mutluluğun hak ettiği şey! Bir ziyafet! Ziyafet! Gerçekten bomboş bir karınla acı verici bir bekleyiş oldu! Bu yüzden ilk ısırığım bunu telafi edecek kadar lezzetli olmalı!”
Memnun olan, kalbinin derinliklerine dek mutluluğu tadan bu çıplak ayaklı oğlan, bir ritimle dans eder gibi ilerliyordu.
Konuşurken açığa çıkan dişlerinin her biri köpekdişi uzunluğundaydı. Bu görüntüyü, bu tavrı, bu abartılı konuşmayı tecrübe eden Subaru’nun zihni adeta kaynamaya başlamıştı.
Eğer bu yalnızca hayal gücünün ürünü değilse, eğer bu kaynatıcı öfke gerçekten mevcutsa, bu çocuk—
Subaru: “Eğer buraya saklambaç oynamaya gelen yaramaz çocuğun tekiysen hemen kendini açıkla. Mevzu gerçekten buysa gitmene izin veririz. Ama değilsen, bir an önce kim olduğunu söyle.”
Kısık bir sesle konuşan Subaru kendisini sakinliğini korumaya zorluyordu.
Çocuksa onu kasten tahrik etmek istercesine gencecik yüzüne alaylı bir kahkaha yerleştirmişti.
Çocuk: “Bizimle gerçekten bu tavırla mı yüzleşeceksin? Bu tavrın sebebi biz miyiz, yoksa bir başkası mı? Kendin öğrensene.”
Subaru: “Bu kadarı yeterli. Düşmanım olduğunu görebiliyorum!”
Roy: “Biz Cadı Tarikatı Oburluk Günahı Başpiskoposu, Roy Alphard’ız.”
Subaru: “OBURLUK— !!”
Çocuğun kendisini Oburluk olarak tanıttığı saniyede Subaru kırbacını savurmuştu.
Ve havayı yarıp geçen kırbaç düşmanının suratına acımasızca atılmıştı. Fakat,
Roy: “Ehh, bizden bir ısırık almak isteyen bir rakibe kolay kolay rastlanmıyor.”
Kırbacın ucunu ısıran Oburluğun ağzından dökülen cüretkâr kelimeler bunlardı.
#Ya bu başpiskoposları bulmak için çok uğraşmışlar mı acaba? Hepsi birbirinden ruh hastası, hepsi birbirinden enteresan. Gerçekten en çok hangisinden nefret ettiğimi bilemiyorum şu an. Sizin var mı bir yorumunuz?
Bu arada sonunda oburluğu da bulmuş olduk. Bu buluşma nasıl meyve verecek çok merak ediyorum. Galiba serinin başından beri ilk defa bu kadar çok sayıda ve güçlü düşmanla karşı karşıyayız. Avengers filmleri gibi oldu, tüm iyilerle tüm kötüleri topladık. Hakkımızda hayırlısı :)
Son olarak bu hafta sonu bayağı meşgul olacağım gibi görünüyor, o yüzden ekstra bir bölüm atamayacağım. Bir aksilik çıkmazsa salı günü yeni bölümde görüşürüz arkadaşlar, o zamana dek spoiler olmadan tatlı tatlı yorumlaşmaya, tahminler yürütmeye devam :)
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..