Cilt II - III Ara Bölüm 2: Yu ile Hayal Et

avatar
1080 7

Z (ESKİ) Start Again: Mutlu Son İçin - Cilt II - III Ara Bölüm 2: Yu ile Hayal Et


Süre Sınırlı Etkinlik: Bu etkinliğin süresi sona erdi.
------------------------------

ARA BÖLÜM 2: YU İLE HAYAL ET

Bu etkinliğin süresi bitmiş.

------------------------------

22.04.2021 - 22:00 / 23.04.2021 - 05:00


Ön sözün düzenlenmesi: 17.07.2021 - 19:51

------------------------------

Birinci bölümün düzenlenmesi: 21.07.2021 02:30

------------------------------


Prolog: Örümcek ve Tırtıl

Kahramanların Savaşından Sonra 29 Yılı


Rie, doğup büyüdüğü evde bile şu anki gibi bir ilgiyle karşılaşmamıştı. Evinde de, daha sonra yaşadığı yerlerde de ona tıpkı çöpmüş gibi davranılır, itilip kakılırdı. Şimdiye onu sanki bir prensesmiş gibi el üstünde tutuyorlar, rahatını sağlamak için olağanüstü bir çaba gösteriyorlardı.


Yaşadığı yerden ötürü banyo yapma fırsatıyla karşılaşması kolay olmuyordu. Evinde yaşadığı zamanlardaysa küçük, su sızdıran tahta bir leğende tüm kardeşleriyle birlikte yıkanıyordu ve bunun pek de sağlıklı olduğu söylenemezdi.


Buradaysa onu bir hamama sokmuşlardı, tütsüler mermer kaplı hamamı gül kokusuyla dolduruyordu.


İlk başta hırçındı, yıkanmayı da burada daha fazla vakit geçirmeyi de reddediyordu ama daha sonra, nedense iki palyaçonun kendisini yıkamasına izin vermeye başladı. Palyaçolardan biri obez denecek kadar şişmandı ve boyu öylesine uzundu ki onun maskeyle kaplı yüzüne bakarken Rie’nin boynu ağrıyordu.


Diğer palyaço ise şişman ve uzun olana kıyasla çok daha kısaydı, kısa olan bir deri bir kemik kalmıştı. Şişman palyaçonun saçları gözükmese de kısa ve zayıf olanın uzun mavi saçları yağlı ve karışmıştı.


Tıpkı diğer palyaço gibi sıska olanın da yüzünde bir maske vardı, onun maskesi neşeli bir yüz şeklindeyken şişman olanın maskesi kederli bir yüze aitti. Birbirlerine ağabey-kardeş şeklinde hitap ediyorlardı.


Keder, ağabeydi; Neşe de kız kardeş.


Şimdiye kadar yaşadığı hayatından ötürü Rie’nin vücudu pisti, kirlerle doluydu ve bozulmuş balık gibi ekşi bir kokuya sahipti. Ne de olsa hiç de kolay bir hayata sahip değildi. Ama bu iki palyaço onu tüm vücudu en güzel, en kıymetli çiçekler gibi kokana dek yıkadı.


Vücudu yıkandığında güzel, beyaz teni açığa çıkmıştı, banyonun ardından yüzü parlıyordu. Rie ay ışığı gibiydi, büyüyüp çiçek açtığında onu gören her erkeği kendine aşık edeceği şimdiden belliydi.


Burada olduğu süre boyunca palyaçolar onu her gün yıkadı, banyonun ardından o kadar iyi hissediyordu ki burada ömrünün sonuna dek yaşayabileceğini düşünüyordu.


Fakat bugün gördüğü ilgi çok daha özeldi. Vücudu titizlikle temizlenmiş, parfümler sıkılmış, saçlarına düzgünce şekil verilmiş ve ona normal şartlar altında dokunmasına bile izin verilmeyecek pahalı bir ipek elbiseyi giydirmişlerdi.


Rie aynaya baktığında ilk kez ne kadar güzel olduğunu fark etti. 


Üzerindeki beyaz elbise tek parçaydı, elbisenin kolları bulunmuyordu ve eteği dizlerine kadar iniyordu. Beyaz elbisenin üstünde, deriden yapılmış kırmızı bir kuşak beline bağlanmıştı. Kahverengi saçları da giydiği elbise gibiydi, sanki ipekti. Saçları omuzlarına düşüyordu ve başına pembe manolyalardan örülmüş bir taç takmışlardı.


Rie saçlarına dokundu, yumuşacıktı, mis gibi kokuyordu. Daha sonra ağzını açtı ve dişlerine baktı, mükemmel bir şekilde dizilmiş dişleri inci gibiydi.


Başındaki taç ve yüzük parmağındaki gümüş yüzük haricinde üstünde başka bir süs bulunmuyordu. Palyaçolar onu alıp götürmeden önce etrafında döndü ve son bir kez aynaya baktı.


Eğer güzel kelimesi varsa, o kelime Rie için vardı; eğer gökteki parlak ay için zaten bir tanrıça olmasaydı, o tanrıça Rie olurdu.


Burada geçirdiği birkaç gün boyunca karnını daima tok tutulmuş, sokakta yemeyi hayal dahi edemeyeceği şeylerle beslemişlerdi onu.


Sıcak yemeklerle, tatlı balıklarla, baharatlı etlerle, limonlu keklerle, taze meyvelerle, soğuk şerbetlerle doyurmuşlardı karnını.


Bunlar sokakta geçirdiği günlerle kıyaslanamazdı bile. Sokaktayken yiyebilmeyi umut ettiği en iyi şey kurumuş ekmek parçalarıydı. Sıcak ve taze bir yemeği bulması o kadar zordu ki elde etmesi için ya arkadaşları ile iş birliği yaparak hırsızlık yapması ve hırsızlık sırasında yakalandığında dayak riskini göze alması ya da cömert ve iyi yürekli tanrıça Phersis’in hayırsever kullarından birin ona vermesi için dilencilik yapması gerekiyordu.


Sokakta yaşadığında hırsızlık da dilencilik de Rie gibi küçük, güçsüz bir çocuğun hayatta kalması için bir zorunluluk halini alıyordu. Bunları yapmaktan hoşlanmasa bile olay iyi ya da kötü bir çocuk olmak değildi, olay hayatta kalmak ve bir geceyi daha aç kalmadan bitirmekti.


Sokaklarda yaşayan tek çocuk o değildi, bir şekilde yemek ya da ekmek alabileceği birkaç bakır bulduğunda da kendisinden daha büyük ve güçlü olanlar tarafından çalınmaması için mücadele ediyor ve genellikle mücadeleyi kaybediyordu.


Hatta bu bir süre sonra alışkanlık halini almıştı ve güçlü çocuklar sıklıkla Rie’nin yanına gelip onu tartaklar, sonra da ona ait olanları alıp kaçardı.


Bugünkü akşam yemeği için Rie’yi mutfağa getirdiler. Keder, korumalık yaparken Neşe de altın bir tepside yemeğini getiriyordu.


Rie masaya oturdu ve yemeği beklemeye başladı. Mutluydu ve kendini güvende hissediyordu. Onlar ne kadar da iyi insanlardı, Rie için her şeyi yapıyorlardı. Neşe yemeğini önüne koyduğunda Rie şaşkınlıkla ağzını açtı.


“Bu kadar mı? Bugün neden yemek yok?” 


Altın tepsinin üstünde bir bardak su ve bir parça ekmek vardı. Gözlerini tekrar tekrar kapatıp açtı fakat tepsinin üstündekiler değişmedi, sadece su ve ekmek.


“Bugün özel bir gün küçük hanım. Biraz sonra beyimizin karşısına çıkacağınız için az yemelisiniz.”


Neşe, görünüşünden beklenmeyecek kadar kibar konuşmuştu. Rie’ye karşı her zaman böyle kibar ve saygılıydı.


Yine de sesi hırıltılı bir hayvanı andırıyor olmasaydı çok daha iyi olurdu. Fakat bunu söylemesi ayıp olurdu, Rie kendisine değer veren insanları üzmek istemiyordu.


Bu yüzden tek lokmada yiyebileceği ekmeği aldı ve ağzına attı, ardından bir dikişte suyunu içti.


“Teşekkür ederim, Neşe. Eline sağlık.”


Yemek hazırlamakla uğraşmayıp ufak ekmek parçası getirse de kibar olmalıydı, ona bir prenses gibi değer veriyorlardı ve o da bir prenses gibi davranmalıydı.


Yemeğin ardından mutfaktan dışarı çıktılar ve bir koridora geldiler.


Rie’nin bulunduğu yer bir dağdı. Dağın içerisine insanların yaşaması için devasa bir tapınak inşa edilmişti. Burada bir sürü mutfak, banyo, oturma odası, ibadet odaları ve Rie’nin kaldığı prenses odası vardı.


Daha pek çok oda olmalıydı ama Rie sadece küçük bir alanda bulunduğundan tapınağın diğer yerlerini bilmiyordu. Tapınak sayısız meşaleyle güzel bir şekilde aydınlatmıştı ve içi büyük olduğundan insan kendini rahat hissediyordu.


Dağın içine oyulmuş tapınağa Rie ile birlikte getirilen iki kız çocuğu daha vardı. Onlardan birisi sokaklarda beraber takıldığı, yakın bir arkadaşı olan Miki’ydi. Buraya onunla birlikte bir at arabasının arkasında getirilmişti.


Buradaki diğer kızıysa tanımıyordu. En son tapınağa girerken yan yana durmuşlardı ve üçü de korktuğundan dolayı konuşmamışlardı. Fakat ismini bilmediği diğer kızın görünüşüne baktığında onun zengin bir tüccarın ya da bir asilin kızı olabileceğini düşünmüştü. Çünkü Rie ve Miki buraya çamur ve kir içinde gelirken onun üstü tertemizdi.


Evet, şimdi hatırlaması utandırıcıydı ama buraya geldiklerinde, buradaki insanların iyi kimseler olduğunu bilmediği ilk günde korkuyordu ve buradan gitmek istiyordu.


Tıpkı babasının onu birkaç gümüş için sattığı, yüzünde iğrenç bir gülümseme olan yaşlı adamın evinden kaçtığı gibi buradan kaçmayı denemişti.


Yaşlı adamın evinde henüz bir saat bile geçirmemişti ki şansı yaver gitmiş ve adamın hizmetçilerinden biri kaçmasına yardım etmişti ama burada ona yardım edecek kimseyi bulamamıştı.


Kaçmayı denediği her seferde genç, kar kadar beyaz saçlı bir kadın tarafından durdurulur ve tüm girişimleri aynı kadın tarafından başarısızlığa uğratılırdı.


Palyaçolar beyaz saçlı kadına saygıyla yaklaşırdı ve Rie nedenini anlamasa da ondan korkarlardı.


Rie korktukları için onlara kızmıyordu. Başlarda beyaz saçlı kadın onun da küçük yüreğinde büyük bir korku doğuruyor, Rie onun altın gözlerine bakmaya çekiniyordu.


Beyaz saçlı kadınlar sokaklarda sıklıkla anlatılan korku hikayelerinde yer alırlardı. Onlar şeytanlardan sonra en korkutucu kişilerdi. Genç ve güzellerdi ama onların güzelliği zehirliydi, eğer güzelliklerine kanıp onlara yaklaşırsan, eğer onların yanında olmayı seçersen seni bir felaketle yüzleştirirlerdi.


Sonsuz gençlikleri, büyüleyici güzellikleri, uzun ve kar kadar beyaz saçlarıyla cadılar, korkutucuydu. Bir cadının yüzü, bir insanın ölmeden önce gördüğü son şey olabilirdi.


Ama Rie bir zamanlar kendisine anlatılan tüm bu saçmalıklara artık inanmıyordu. Başlarda ondan korkuyordu ama artık onun da ne kadar nazik ve iyi bir insan olduğunun farkındaydı. Muhtemelen Rie ile birlikte diğer iki kız da cadıdan korkmuş olmalıydı ama onlar da Rie’nin anladığı gibi palyaçoların da, cadının da çok iyi insanlar olduğunu anlamış olmalılardı.


Dağın içindeki tapınakta beş gün geçirmişlerdi ve beş gün boyunca sadece bir kez, buraya ilk geldiklerinde birbirlerini görebilmişlerdi.


Bu geceyse işler farklıydı, bu gece üç kız da bir araya toplanmıştı. Rie gibi diğer iki kız da güzelce yıkanmış ve ay ışığı gibi parlak bir ten elde etmişlerdi, üzerlerine çiçek kokulu parfümler sıkılmıştı, saçları taranmıştı, başlarında manolyadan yapılmış taçlar vardı.


Tanımadığı diğer kız hakkında bir şey bilmiyordu ama bir süredir tanıdığı ve yakın arkadaşı olan Miki’yi ilk kez bu kadar tatlı görüyordu. Hatta kendisi gibi onun da aslında çok güzel olduğunu yeni anlıyordu.


“M-merhaba.”


Palyaçolar, Rie’yi onların bulunduğu salona getirdiğinde Rie kendini selam vermek zorunda hisseti ama içinde bir his bunun çok yanlış olacağını söylediğinden sesi ürkek ve alçak çıkmıştı.


Miki de, diğer kız da Rie’nin selamına cevap vermedi. Rie dışında iki kızın da başları yere eğikti, Rie bir süre bekleyip cevap alamayınca o da başını yere eğdi.


“O çağırıyor.”


Sessizlikle geçen birkaç dakikayı Keder’in kalın sesi bozdu. Rie hiç kimseyi duymamıştı ama Keder biri tarafından çağırıldıklarını iddia ediyordu.


“Hanımlar, beni takip edin.”


Neşe, ağabeyinin ardından konuştu. Rie dışındaki iki kız aniden ayağa kalkıp Neşe’nin arkasına geçtiler. Rie de bir anda kendini Neşe’nin arkasında bulmuştu, ne zaman buraya geldiğini hatırlamıyordu.


Neşe önde, Keder arkada ilerlediler ve Rie’nin daha önce hiç görmediği bir koridora girip uzun merdivenlerin önüne geldiler.


“Rie.”


Adının anıldığını duyduğunda kendine seslenen arkadaşına döndü. Miki’nin de Rie ve yanlarında sesini hiç duymadığı diğer kız gibi kırmızı gözleri vardı. Rie’nin aksine ona kırmızı bir kıyafet giydirmişlerdi ve belindeki kuşak beyazdı.


Beklemediği bir şekilde Miki, Rie’nin elini sıkıca yakaladı ve Rie’yi kendine çekti. Onun elleri hafifçe titriyordu.


“Korkacak bir şey yok, Miki. Bayan Cadı ile Bay ve Bayan Palyaço son derece nazik insanlar, onlar bizim iyiliğimiz için çalışıyorlar, üçü de bize iyi davrandı.”


Söylediği sözlere kendisi inanıyor muydu? Konuştuktan sonra sustu ve söylediklerinin doğruluğunu tarttı, emin olamıyordu. Onlar iyi insanlar olmalıydı, onlara zarar vermek istiyor olsalardı neden en başından beri ilgi gösterip konforları için uğraşıyorlardı ki?


“Yukarı çıkalım.”


Aniden arkalarında duydukları ses üç küçük kızın da yüreklerinin hoplamasına ve tüylerinin dikelmesine sebep oldu. Cadı bir anda arkalarında belirmişti, Rie arkasını dönüp onunla göz göze geldi.


“Bayan Cadı çok güzel,” diye düşündü Rie. Kendi saçları sadece omuzlarına kadar gelirken onun saçları kalçasına kadar iniyordu, Rie cadının saçlarını kıskanmıştı. Cadının gözleri altın gibi sarı ve güzeldi ama bu güzel gözlere yakışmayan kederli bir bakışa sahipti. Cadının yüzüyse zayıftı ve ince kırmızı dudakları aşağı doğru bükülmüştü.


Kızlar da palyaçolar da cadının sözüne uydular. Onun sözleri beyinlerine işliyor ve reddetmeyi imkansız hale getiriyordu, onu dinlemekten başka şansları yoktu.


Merdivenler dağın tepesine çıkıyordu. Bulundukları dağ hiç kimsenin sevmediği insanların yaşadığı doğudaki Ethalot ülkesiyle Rie’nin uzak bir köşesinde doğup büyüdüğü Mora ülkesi arasında yer alıyordu. Burada pek çok dağ vardı ve Rie gelirken hangisine girdiklerini görememişti.


İçerisinde bulundukları tapınağınsa eski bir yapı olduğunu palyaçoların konuşmasından duymuştu. “Antik,” Rie zihninde tapınağı böyle adlandırıyordu.


Daha önce düşünmemişti ama şimdi tapınak akıl almaz derecede büyük olmasına rağmen Rie, kendisiyle beraber arkadaşları ve palyaçolar ile cadı dahil sadece altı kişinin burada olmasını tuhaf bulmaya başladı.


Göğsünün içinde kalbi, şimdiye dek var olmayan bir endişeyle birlikte atıyordu. Duvarları meşalelerle aydınlatılan geniş merdivenlerde yürürken Miki, Rie’nin elini daha da sıktı ve sonunda Rie’nin canının yanmasına sebep oldu.


Miki’nin eli terliyordu ve Rie eline bulaşan terden rahatsızlık duyuyordu. Eli şiddetli bir şekilde titriyordu ve onun endişesini gidermek için başını kaldırıp yüzüne baktığında yanaklarının korkudan renk değiştirdiğini ve dudaklarının da durmadan titrediğini gördü.


Miki, Rie’den çok daha uzun bir süredir sokaklardaydı. Rie sadece bir yılını sokakta geçirirken o doğduğundan beri sokaklara aitti ve Rie’den çok ama çok daha cesur bir kızdı. Rie’nin yapmaya korktuğu her şeyi Miki gözünü kırpmadan yapabilirdi.


Rie, Miki’yi neyin korkuttuğunu anlamakta zorlanıyordu. Miki korkacak bir kız değildi, özellikle Rie sakinken korkması mümkün olamazdı.


“Gerçekten korkmana hiiiç gerek yok, Miki,” dedi Rie. O da git gide korkuyu hissetmeye başlamıştı. Miki’nin korkusu sanki bulaşıcıydı.


Miki onu görmezden geliyordu, Rie ona baktıkça içindeki korkunun büyüdüğünü hissettiği için artık onunla ilgilenmek istemedi ve yüzünü yanındaki diğer kıza döndü.


Tanımadığı bu yabancı kız Miki’ye göre çok daha sakindi. Dalgalı sarı saçları ve kırmızı gözleri vardı, giydiği mavi elbise ve belindeki altın rengi kuşakla inanılmaz tatlı duruyordu.


“Gerçekten de bir asilin kızı olmalı,” diye düşündü Rie. Yavaşça içinde büyüyen endişeyi unutmak için onunla konuşmak istiyordu.


“Adın ne? Benimki Rie,” diye söze girdi.


Kız göz ucuyla ona baktıktan sonra kısa süreliğine sessizce bekledi, Rie tam onun da konuşmayacağını düşünmeye başlayacaktı ki sonunda kız ismini verdi.


“Beth.”


“Burada ne olduğunu biliyor musun?”


Beth, Rie’nin sorusuna karşılık kafasını hayır anlamında iki yana salladı ve tekrar eski sessizliğine gömüldü.


Merdivenin kalanını tek kelime etmeden çıktılar ve sona ulaştıklarında karşılarında bir kapı buldular. Palyaçolardan şişman olanı öne geçip karşılarındaki kapıyı açtı.


Kapının açılmasıyla birlikte içeriye giren vahşi rüzgar duvarlardaki tüm meşaleleri söndürürken hepsinin saçlarını savurdu ve hilal şeklindeki ayın ışığı, meşalelerin kaybolan ışığının yerini alarak merdivenleri işgal etti. Rie’nin burnuna yağmurda ıslanmış toprak kokusu geliyordu.


Cadı dışarı çıkmaları için onları teşvik etti ve kapıdan geçtiler.


Geldikleri yer dağın üstüne oyulmuş büyük bir bahçeydi. Bahçenin kenarlarına insanların düşüp dağ boyunca yuvarlanmamaları için çitler koyulmuştu. Zemindeki çimler uzamıştı ve kesim zamanları gelmişti.


Bahçeyi esen rüzgarla pembe yaprakları dans eden ağaçlar süslüyordu ve bahçe Mora tarafındaki küçük bir kasabaya bakıyordu, kasabanın ışıkları sönüktü.


Bahçenin ortasındaysa taştan yapılmış üç yatak, hayır, üç sunak bulunuyordu!


Sunakları gören Miki anında yere çöküp dizlerine sarıldı ve titrerken çıldırmış gibi ağlamaya başladı. Başını dizlerinin arasına gömmüş, sanki çevresindekileri görmezse onlar da onu görmezmiş gibi davranmaya başlamıştı.


Rie ağlayan arkadaşını rahatlatmak için ona sarılıp her şeyin iyi olduğunu söyleyecekti ki Miki sertçe onu itti ve Rie çimenlerin üzerine düştü. Hemen sonra Miki ayağa kalkıp buraya girdikleri kapıya doğru sıçradı.


Cadı onu tutmak için oradaydı. Miki adeta şimşek gibi hızlı olmasına rağmen kolayca Miki’yi koltuk altlarından yakalayıp havaya kaldırdı.


Miki’nin durmak gibi bir niyeti yoktu, onu bırakması için bağırırken ayaklarıyla cadının karnına, elleriyle de omuzlarına ve yüzüne vuruyor, kurtulmayı deniyordu.


Cadının yüzü kanamaya başlasa ve canı yandığı belli olsa da Miki gibi ısrarcılığını sürdürdü ve tuttuğu kızı bırakmadı.


“Şşş... sakin ol, çocuğum. Her şey yolunda, korkacak hiçbir şey yok. Burada güvendesin, bizimle birlikteyken güvendesin.” Cadının hafif, sakinleştirici sesi Rie’nin göğsünü ferahlattı ve Miki, sanki hiç susmayacakmış gibi ağlayan çocuk bir anda sessizleşti.


Rie, Beth ve palyaçolar ile birlikte olayı izlerken kulakları şimdiye dek görmediği birinin sesini işitti.


“Ne kadar da uslu bir çocuksun, sen...”


Rie tüm bahçeye göz atsa da buraya geldiğinde kendilerinden başkasını görmemişti. Ama şimdi birisi konuşuyordu ve ses ortamda rahatsız edici bir hava yaratıyordu. Ürkütücü bir sesti ama bir yandan da nazikti. Ses öylesine tehlikeli bir etki yaratıyordu ki Rie işlerin çok kötü bir yöne doğru evrildiğini hissetti.


“Tehlike.” Rie gördüğü uzun boylu adamı tarif etmek için başka kelime bulamıyordu. Çitlerin üzerine oturmuş adamın siyahtan daha koyu saçları esen rüzgarla uçuşuyordu.


Adam oturduğu yerden kalktı ve sunaklara doğru yürümeye başladı. Giydiği topuklu kahverengi çizmeler kadınsıydı ve yürüdüğü esnada  tok bir ses yayıyordu. Adamın üstünde altın güllerin işendiği ve omuzlarından ayak bileklerine kadar uzanan yeşil bir elbise vardı. Siyah saçları beline kadar sarkıyordu ve siyah saçlarının altında güneş gibi parlayan sarı gözler vardı.


Gözleri de nazikti aslında. Fakat karşısındaki canlının doğası, ne kadar nazik olursa olsun bastıramayacağı kadar korkunçtu. Adamın yakışıklı yüzünde ürkütücü, bıçak gibi bir gülümseme yer alıyordu.


“Natalia, onları buraya getirir misin? Sizlere de daha fazla ihtiyacım kalmadı,” nazik ama korkutucu olan sesin taşıdığı kelimeler bunlardı. Bu ses sayesinde cadının ismini öğrenmişti.


“Emredersiniz,” dedi Natalia, sesinde kabullenmişlik vardı.


Natalia üçünü sunaklara yönlendirirken palyaçolar çıktıkları kapıdan içeri girip bahçeyi terk ettiler. Miki, Rie’nin kendisinden beklemediği kadar usulca sunağa uzandı, sanki az önce ağlayan çocuk o değilmiş gibiydi.


Beth de sakin ve kendinden emindi. Rie, “Burada ne olacağını bilmiyorsa nasıl bu kadar sakin?” diye düşünmeden edemiyordu.


Sıra Rie’ye geldiğindeyse o da sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi hiç direnmeden sunağa uzandı. Sunak tamamen düzdü ve taştan yapıldığı için sertti, teni sunağa değdiğinde Rie soğuğu hissetti.


Hilal şeklindeki ayın önüne bir bulut geçmişti ve ayın ışığı kendilerine belli belirsiz ulaşıyordu, rüzgar şiddetini arttırırken Rie’nin kalbi korkuyla hızlanıyordu.


“Başlayalım,” diyerek gülümsedi tehlikeli adam. Gülümsemesi kesinlikle çirkin değildi ama yüzündeki güzel gülümseme dehşet verici olmayı başarabiliyordu. Adamın altın rengi gözleri bir şeytana uygun şekilde kırmızıya döndü, tehlikeli adam zevk alıyordu.


Onun gözleri kırmızıya döndüğü an Rie sanki savunmasız kalmış gibi hisseti, tüm göğsü korkuyla şişti. Elleri, dizleri ve dudakları, vücudunun her yeri hiç durmayacakmış gibi titriyordu.


Korku, korku, korku.


Hissettiği, hissedebildiği tek şey korkuydu, Rie korkuyordu. Vücudunun her bir zerresine, sahip olduğu her bir hücresine korku inanılmaz bir hızla işliyordu. Şeytanın gülümseyen ağzı kocaman açılır ve içerisinden çıkan siyah duman üç küçük kızın vücuduna hücum ederken kaçmak istiyordu.


En başında neden kaçma girişimlerinden vazgeçmişti ki? O da tıpkı az önceki Miki gibiydi, ağlıyordu, bağırıyordu ve kendisini yakalayanları yumruklayıp tekmelerken kaçmak için muazzam bir çaba sergiliyordu.


Burası onun kesinlikle bulunmaması gereken bir yerdi, bunun farkındaydı, dünyadaki tek gerçek buymuşcasına biliyordu burada olmaması gerektiğini.


Öyleyse neden her şey normal gelmeye başlamıştı? Palyaçolar da, cadı da son derece korkutucuydu. Neden en başta onlardan korkarken çok kısa bir süre içerisinde sanki onları arkadaşıymış gibi görmeye başlamıştı? Nasıl olur da onların zararsız kişiler olduklarını düşünecek kadar aptal olabilirdi? Bu kadar korkutucu insanların iyi kişiler olabileceklerine nasıl inanabilmişti?


“Hayır, HAYIR, HAYIR, HAYIR, HAYIRHAYIRHAYIRHAYIRHAYIRHAYIR!!!”


Rie haykırırken sunaktan kalkmak için küçük bedeninde sahip olduğu tüm gücü kullanıyordu ama başaramıyordu. Vücudu adeta sunağa çivilenmiş gibiydi. Başını sağa sola savururken gözyaşları etrafa sıçrıyordu.


Miki ve Beth’in durumları da Rie’ninkinden farklı değildi. İki kız da tıpkı Rie gibi derin bir dehşetin pençesindeydiler. Çabalıyorlar, çığlık oluyorlar ve kurtulmak için var güçlerini kullanıyorlardı ama ne kadar denerlerse denesinler sonuç nafileydi. Onlar, buradaki herkes bir örümceğin ağına düşmüş küçük böceklerdi ve örümceğin zehri damarlarında dolaşırken onları bekleyen kaderden kurtulma şansları yoktu.


Şeytanın ağzından çıkan siyah duman Rie’nin vücudunda dolaşırken sanki vücudunun üstünde bir örümceğin küçük, ince bacaklarıyla gezdiğini hissediyordu.


Kokusuz siyah duman, Rie’nin vücudunu sarmakla yetinmedi. Zaten zorlukla nefes alan kızın burnundan içeriye girdi ve sanki patlatacakmış gibi ciğerlerini doldurdu. Ciğerleri yanarken çığlık atmak için ağzını açtı ve siyah duman hiç zaman kaybetmeden ağzından da içeriye girdi.


Vücudunun dışı da içi de siyah dumanla kaplanmış, içerisindeki lanet hücrelerini yakmaya başlamıştı. Yanma öyle bir raddeye ulaştı ki Rie vücudunun yıldızlardan daha sıcak olduğunu hissetti.


Şu anda, siyah duman tarafından çevrelenmişken ne hareket edebiliyor, ne bağırabiliyor ne de nefes alabiliyordu.


Gözleri, burnu, ciğerleri yanarken zihni karanlığın içine dalıp çıkıyordu. Eğer zihnini karanlığa teslim ederse, karanlığa gömülmesine izin verirse sonunun geleceğini hissediyordu.


Rie içinde bulunduğu durumla boğuşurken kulakları Miki’nin bulunduğu yerden yüksek bir patlama sesi işitti ve vücudunun sağ tarafı sıcak kan ve et parçalarıyla kaplandı. Rie bunun hakkında düşünmedi bile.


“Yazık oldu, oysaki başaracak gibi görünüyordu.” Şeytan neşeli bir şekilde konuştu.


Az önce Rie’nin sağından gelen aynı ses çok kısa bir süre sonra sol tarafından da geldi. Vücudunun sol tarafı da sağ tarafı gibi kan ve et parçalarıyla kaplandı. Rie bunu da umursamıyordu, kendinden başka herhangi birini düşünecek lükse sahip değildi.


Rie’nin işkencesi birkaç dakika boyunca devam etti.


En sonunda, bulutlar ayın üstünden çekildiğinde ve ayın ışığı Rie’nin üzerine indiğinde siyah duman ortadan kayboldu.


Geride birkaç dakika önce yaşayan iki kıza ait et parçaları, tatmin olmuş bir şekilde gülümseyen bir şeytan, üzgün bir suratla olayları izleyen bir cadı ve az önce bir ağaç kabuğu kadar kahverengi olan saçları şimdi pamuk gibi beyaza dönmüş küçük bir kız çocuğu kaldı.

---

09.09.2021 - 04:30





Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46894 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr