Cilt 3 - Bölüm 11: Yıldızların Mora Krallığı

avatar
501 5

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 11: Yıldızların Mora Krallığı


Ocak ayını arkalarında bırakıp şubata girmek üzerelerdi. Kışın son ayına girerken farklı bir ülkedeydiler ama kar, İlonya’da gösterdiği performansı burada da eksiksiz bir şekilde sergiliyor, hâlâ hayatı felç etmeye yetecek şekilde yağıyordu.

 

Mora, İlonya’nın kuzeyinde kaldığı için kışın burada daha sert geçeceğini düşünmüştü ama en azından kış mevsiminin son ayındayken karın azalacağını umuyordu.

 

Artık yolculuklarının sonuna geldiği için içini hem rahatlama hem de heyecan kaplamıştı. Yeni bir yere ilk kez girecek olmanın verdiği endişe duygusunu hissederken bir yandan da tanıdığı insanları tekrar göreceği için heyecanlıydı.

 

İlonya ve Mora arasındaki dağları aşmak sadece bir haftalarını almıştı. Tabii ki de bu süreye roaronların kuvveti sayesinde ulaşmışlardı. Yağan kar yüzünden dağlara çıkmak ve inmek zor olsa da bir şekilde başarmışlardı.

 

Yu burada kendisinin de takdir edilmesi gerektiğine inanıyor ve bir övgüyü hak ettiğini düşünüyordu ama hiçbir roaron ona istediği övgüyü vermedi. Oysaki Yu hiçbirini aç bırakmadan ya da soğuk yüzünden telef olmalarını sağlamadan kayıpsız şekilde dağları aşmayı başarmıştı.

 

Tabii kayıplar Yu’nun öncülük ettiği grup tarafından verilmemişti. Dağlarda karşılaştıkları üç haydut grubu da büyük kayıplar vermiş ve faaliyetleri son bulmuştu.

 

Herkes o dağlarda haydutların olduğunu biliyordu. Mora ve İlonya arasında gümrükten geçiremeyeceği eşyaları olanlar o dağları kullanırdı ve orada da bu değerli eşyalara konmak için haydut grupları bekliyordu.

 

Yu’nun durumu da aynısıydı. Yu da altınları gümrükten geçiremezdi ve paralarını Mora’ya götürmek için dağları kullanması gerekiyordu. Yani her şey beklendiği şekilde olmuştu ama kış ayı bu kadar zorken orada hâlâ haydutların olması onu ciddi manada şaşırtmıştı.

 

Elbette haydutlara karşı önlemler almıştı ama onları anlamakta zorlanıyordu. Soğuk ve açlık yüzünden ölme ihtimalleri o kadar yüksekti ki o dağlarda yaşamaya devam etmek adeta intihardı.

 

Tabii buna intihar deniyorsa iki yüz kişilik yarı aslan kabilesine sayıları yaklaşık otuz ila elli civarında değişen haydut grupları ile saldırmaya ne denirdi acaba?

 

“Şöyle bir düşününce yaptıkları o kadar da mantıksız değil. Tabii ki de o dağlarda kalmak ya da kaybedeceğini bile bile saldırmak mantıksız ama başka seçenekleri yoktu. Muhtemelen erzakları artık onlara yetmiyordu ve karınlarını doyurmak zorundaydılar. Bunun için de bize saldırmalı ve eşya ve erzaklarımızı ele geçirmeleri gerekiyordu.”

 

Yu, raoronları silahlandırmıştı ama bu silahlar tam donanımlı profesyonel bir orduya denk değildi. Onların ellerindeki silahlar daha çok köylerden bulunmuş ve onların bir adam öldürmesine yarayacak baltalar ve çekiçlerdi. Yine de roaronlar bunlarla idare etmesini bilmişti.

 

“Sahiden de onlar işe yarar askerler. Özel muhafız birliği olarak görev yapmaya uygunlar.”

 

Raoronların karşısındaki insanların çaresizliğini hâlâ hatırlıyordu.

 

“Roaronların silahları için de o kadar kötü denmemeli bence. Son haydut grubunun silahları için iyi denilebilirdi ama ilk ikisinin silahlarının bizden fazla bir farkı yoktu. Hem ortaçağda herkesin elinde kılıç olmaz zaten, hatta izlediğim bir videoda tarım aletlerinin savaşmak için kullanıldığını görmüştüm. Yani silahları sahiden de kötü sayılmaz. Tabii daha iyilerini temin etmem gerekiyor, onlar düşmanlara korku salan savaşçılar olmalı.”

 

Onlara toplamda üç farklı haydut grubu saldırmıştı. İlk haydut grubu kırk kişiden oluşuyordu, ikinci grup yirmi dokuz ve en donanımlı olan üçüncü grup elli beş kişiydi.

 

Roaron erkekleri Yu’nun onlardan beklediği şeyi yapmış ve üç saldırıda da görevlerini yerine getirerek Yurine ve kendisini korumuştu. Onlar, Yu’nun beklediği kadar iyiydi.

 

Haydut gruplarından ilk ikisi gece saldırmış ve roaronlar iki gece baskınını da mükemmel bir şekilde savunmuştu. Son grupsa sabah saldırmayı tercih etmişti. Onlar donanımlıydı ve iki gruba kıyasla daha deneyimliydi. Roaronları yenme ihtimalleri olmasa da eğer gece baskınını seçselerdi en azından kayıp verdirmeyi başarabilirlerdi.

 

Son grubun gücü dışında başka bir ilgi çekici yönü daha vardı. O grubun içindeki birisi roaronlara karşı koymayı başarmıştı. Üstelik sadece tek bir tanesine karşı değil, etrafı beş roaron tarafından sarılmasına rağmen kılıcını sallamaya devam ediyordu.

 

Muhtemelen bunu uzun süre devam ettiremezdi ama iri cüsseli beş yarı aslan savaşçısına karşı bir dakikalık savunma yapabilmesi bile hayranlık uyandırıcıydı.

 

“Sivina böyle bir durumda zorlanacağını söylemişti. Bakalım bunu duyunca ne diyecek?”

 

Roaronların onu yenmeyi başaramadığını görünce Yu her ne kadar gereksiz olduğunu söylese de Yurine harekete geçmişti. Yurine gücünü güçlü bir insanın üstünde denemek istiyordu.

 

Kılıcı ne kadar iyi kullanırsa kullansın Yurine gibi bir rüzgâr büyücüsüne karşı şansı çok yüksek değildi. Yurine onu kolayca yenmiş, roaronlardan daha fazla saygı ve takdir toplamıştı.

 

Bu kişinin onu ilginç yapan yönü kılıçtaki yeteneği değildi, onu ilginç yapan şey olduğunu iddia ettiği kişiydi. Eğer doğru söylüyorsa önemli sayılabilecek birisiydi.

 

Kendine, Link Yachi Long diyordu. Yu’dan biraz daha uzun ama ona kıyasla daha inceydi, tabii bu güçsüz olduğu anlamına gelmiyordu. Kılıç konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahipti ama onun değerini belirleyen şey kılıcı değil ismiydi. Long ismi Mora Krallığı yöneticisinin seçildiği klanın adıydı ve şu anki kral farklı bir koldan olsa da Yachi kolu da Long klanının bir parçasıydı.

 

Yachi kolu fazla göz önünde değildi ama onlar da kraliyet kanı taşıyorlardı ve Yachi kolundan da herhangi birinin kral olma şansı vardı.

 

“Gerçekten iddia ettiği kişi olamaz, değil mi?”

 

Önemli birisi neden dağlarda haydutluk yapardı ki?

 

“Umarım doğru söylemiyordur. Sonuçta Zodyaistlerin kral yapmak istediği kişi de aynı klanın farklı kolundan. Gider gitmez kraliyet hanedanına saldırmaktan tutuklanmayalım.”

 

Link Yachi Long’u da sağ kalan diğer on yedi haydut gibi köle olarak satmak üzere yanlarında getirmişlerdi.

 

“Sonunda vardık, Yu. Buradan ayrılalı neredeyse bir yıl olacak.”

 

Andromedia’ya gelmeden önce Libra’ya uğramış ve yeni bir vagonla birlikte roaronlar için erzak almışlardı. Ayrıca yeni vagonları için bir de şoför tutmuşlardı.

 

Yu yeni vagonlarının eskisine benzer olmasına özen göstermişti çünkü aldığı gün kaybettiği vagonu sevmişti. Bu vagon da eskisine benziyordu ama biraz daha büyük ve konforluydu.

 

Yurine pencerenin perdesini aralamış dışarı bakarken hem mutlu gözüküyordu hem de kederli. Buradan ayrılırken annesi ile birlikteydi ama şimdi onsuz geri dönmüştü.

 

Onun kederli olması Yu’da göğsüne taş koyulmuş hissi yaratıyordu. Kafasını çevirdi ve pencereden dışarı bakarken bir elini Yurine’nin başına koydu. Saçlarını okşuyordu.

 

Yurine surları izliyordu. Andromedia’nın surları altın rengine boyanmıştı ve birkaç kilometre uzaktan fark edilebiliyordu.

 

“Rolderhelm ve İlonya ile benzer yönleri olsa da farklılık uzaktan bakınca bile anlaşılıyor. Buranın daha bir orta çağ havası var. Ayrıca bu kalabalığı görmek hâlâ şaşırtıcı geliyor.”

 

Ana yola girip biraz ilerledikten sonra şaşırtıcı bir kalabalıkla karşılaşmışlardı. Yu kışın, kar böylesine kuvvetliyken ve bir de iç savaş varken insanların evlerine kapanacağını düşünüyordu ama Mora Krallığı’nda, Andromedia’nın çevresindeki yollarda yer alan yoğunluk çok fazlaydı ve şehre yaklaştıkça daha da artıyordu.

 

“Belki de dertleri yiyecektir.”

 

İki roaron, Kigaro ve Dimen vagonlarına rinoların üzerinde eşlik ediyordu. Yu, Kigaro’nun roaronların komutanı olarak atanmasını söylemiş ve Yurine de onu komutan olarak atamıştı. Kigaro artık kendisi dışındaki yirmi dokuz roaron erkeğinin lideriydi.

 

Dimen ise Kigaro’nun kendisine yardımcı olarak seçtiği kişiydi. Kalan roaronları ise bir anda şehre sokmaları mümkün olmadığı için bir süre şehrin biraz daha uzağında tutacaklardı. Tabii ki de Yu kurulan mülteci kampının ihtiyaçlarını karşılayacaktı.

 

“Yapılacaklar listesi uzun ama önce basit olanları aradan çıkartırım. Şu haydutları satıp kurtulayım ilk. Daha sonra ciddi işlere kafa yorarım.”

 

Mora’da kölelik yasaldı ve yakaladıkları haydutlar hayatlarının geri kalanı muhtemelen birilerinin işlerini yapıp, karın tokluğuna çalışarak geçireceklerdi. Tabii Link isimli şahıs gerçekten iddia ettiği kişi çıkarsa köle olan Yu olabilirdi.

 

Vagonları yavaşladı ve bir süre sonra dur kalk yaparak hareket etmeye başladı. Önlerindeki uzun kuyruğun bitmesini ve sıranın onlara gelmesini bekliyorlardı.

 

“Kışın böyle kalabalıksa yazın nasıl olur hayal edemiyorum.”

 

Onlar sıra beklerken kar tekrar yağmaya başlamıştı. İşçiler araçların geçebilmesi için yolu temizliyor, bir süre sonra kar tekrar temizlenen yerleri kaplıyordu.

 

“Buradan sonra nereye gideceğiz?”

 

“Sivina ve Ana ile buluşmak istiyorum. Onlara...” Bu kısmı nasıl söyleyeceğini bir süre düşündü. “Eski Başak Kardinali’nin gittiğini ve senin yeni Başak Kardinali olmak için geleceğini haber vermelerini söyleyerek göndermiştik.”

 

Yurine varken Rie için öldü kelimesini kullanmak istemedi.

 

“Bu haberi çoktan Andromeda Kilisesine iletmişlerdir. Ayrıca onlara verdiğim paranın güvenliğinden de emin olmak istiyorum.”

 

Onlara güveniyordu ama yine de tez vakitte altınları görmek isterdi.

 

“İlk önce Andromeda Kilisesi’ne gidelim.”

 

Sivina ve Ana, Neko adına geldiğinden muhtemelen Başak Katedrali’nde kalmalarına izin verirlerdi.  Yani eğer kaçıp gitmedilerse bugün onlarla karşılaşacağına inanıyordu.

 

“Kilisedekiler seni tanıyor, değil mi?”

 

“Pontifeks ve çoğu kişi beni tanıyor.”

 

“Önce Pontifeks ile görüşmeli ve seni Başak Kardinali olarak onaylamasını sağlamalıyız. Umarım sistem hâlâ söylediğin şekilde işliyordur.”

 

“Yu, bana inanmıyor musun?”

 

“İnanıyorum. Sadece bir yıl geçti ve sistem değişmişse sıkıntıya gireriz diyorum. Sen, Rie’nin kızı olduğun için Başak Kardinali olarak kabullenilmen daha kolay olur ama ben bir anda çıkıp Lütuf’a sahip olduğumu, kardinal olacağımı söylersem... Bilemiyorum, pek olmaz gibi. Üstelik önceki kardinali öldürmekle suçlanabilirim.”

 

Aslında konu buraya geldiğinde Yu suçlu olduğunu biliyordu.

 

Rolderhelm’deyken zaman geçtikçe Rie’nin ölümü yüzünden hissettiği suçluluk bir süre azalsa da Rolderhelm’den ayrıldıktan sonra suçluluk tekrar alevlenmiş, her geçen gün büyümüştü. O zamanlar bir süreliğine de olsa hissettiği suçluluğun azalması yüzünden bile suçluluk duyuyordu.

 

“Eğer onu tutmasaydım... Kendime güvenseydim... Çok fazla eğer.”

 

Yu sadece izlemeyi seçmişti. İzlemiş ve yerinde durarak bir çocuğu koruduğunu düşünmeyi tercih etmişti. Ne kadar aptalcaydı, işleri berbat etmekten başka bir şey yapmamıştı.

 

“Birisinin öldüğünü görüyorum ve buna müdahale etmiyorum. Bu beni de katil kadar suçlu yapıyor. Ben en az Keder kadar katilim, eğer orada olmasam belki yaşayacaklardı...”

 

Neden gün geçtikçe suçluluk duygusu artıyordu? Neden duyguları bu kadar hızlı bir şekilde değişiyordu? Kederden, pişmanlıktan nefret diyordu ama özellikle duygu durumunun sabit kalmaması onu sinirlendiriyordu.

 

“Kendi pisliğimi temizlemeye çalışıyorum aslında ama yıkansam bile elimdeki kan gider mi ki?”

 

Bunları düşünürken eline bakıyordu. Kendisini kurtaran birinin ölümüne sebep olmak, bir anda daha da berbat hissettirmeye başladı. Göğsündeki çukur tekrar açılmak için fırsat kolluyordu.

 

“Yu.” Yurine yüzünü Yu’ya dönerek elini tuttu. “Böyle üzgün bakma, ben senin suçlanmana izin vermem.”

 

“Sen kibar bir çocuksun. Böyle iyi bir kızı hak edecek nasıl bir iyilik yapmış olabilirim, ben?”

 

Yurine başkalarının suçlamalarından Yu’yu korusa bile Yu’nun kendini suçlamasına, kendi vicdanı tarafından yargılanmasına engel olamazdı. Yine de bunu denemesi bile yüreğini ısıtıyordu.

 

Önlerindeki araçlar ilerlediğinde ve sıra onlara geldiğinde vagonları şehrin büyük kapısının altında durdu. Vagonu kullanması için tuttukları şoför Tobias ve şehir kapısındaki memurun konuşmalarını duyabiliyorlardı.

 

Memur vagonu incelemek istediğinde Tobias şoför bölümünden indi ve vagonun kapısını çaldı.

 

“Hanımım, Bay Valarfin; yüklerimizi kontrol etmek istiyorlar.”

 

“Kapıyı aç, Tobias,” dedi Yu.

 

Tobias söyleneni yaparak kapıyı açtı. Şoförleri, Yu’dan daha uzun fakat daha zayıftı. Pembe saçları ve sarı renkte gözleri vardı. Yu onun güvenilir olup olmadığını anlamaya çalışmıştı ve onun normal bir insan ne kadar güvenilirse o kadar güvenilir olduğuna karar vermişti.

 

Bu yüzden onunla uzun süreli bir anlaşma yapmak yerine kısa süreli bir anlaşma yapmıştı ve yakında gönderecekti.

 

Şehre yasa dışı mal sokulmasını engellemek ve vergileri idare edip kayıtlarını tutmak için görev yapan memur, Yu ve Yurine’yi selamlayarak içeri girdi. Kapının hemen dışında şehir muhafızları bekliyordu.

 

Memurun dikkatini çeken ve kontrol etmek istediği ilk şey vagonun içindeki alanın yarısını kaplayan sandıklardı. Memur sandıkların açılmasını istediğinde Yu ayağa kalktı ve kilitli sandıkları açmaya başladı.

 

“B-Bu kadar fazla altının sizde ne işi var? Bunlar nereden geldi?”

 

Buraya gelmeden önce durdukları şehirde Yu kanunlarla alakalı şeyler duymuştu. Öğrendiğine göre şehre çok fazla altın sokarsa vergi oranı artıyor, az altın sokarsa da azalıyordu.

 

Yu böyle bir sisteminin nedenini anlamasa da fazla sorgulamadı. Bildiği tek şey altınlarını şehre bir anda değil de parça parça sokması gerektiğiydi ve bu sayede daha az vergi ödeyecekti. Bunun için de altınların bir kısmını roaronlara emanet etti.

 

Buna rağmen önünde hâlâ dudak uçuklatacak miktarda altın vardı. Bu yüzden memur şaşkınlığını gizleyemiyordu.

 

“Bu altınlar Valarfin ailesine, yani bana ait.”

 

“Mora’da böyle bir aile var mıydı?”

 

“Moralı değiliz, Valarfin ailesi Fırtına Krallığı’ndandır. Ailem dağıldığında bana düşen miras ile Rolderhelm’e ilerledim ve orada küçük hanım ile karşılaştım. Onun kim olduğunu öğrenince de sadakat yemini ettim.”

 

Fırtına Krallığı da Fırtına Tanrısı Azer’e tapıyordu ama Zodya dini oradaki etkisini uzun zaman önce yitirmişti. Yalnızca küçük bir kesim Zodyaizm’e mensuptu ve ülkeler arasındaki mesafeden dolayı inançlarında farklılıklar vardı.

 

“Eğer zenginseniz neden bir çocuğa bağlılık yemini ettiniz ki? Bu saçma bir hikâye.”

 

“Cehaletiniz ve saygısızlığınız rahatsız edici. Çocuk diye hitap ettiğiniz kişi Başak Lütufu’nun taşıyıcısıdır ve Başak Katedrali olmak için burada bulunuyor.”

 

Başak Katedralini önemseyen kimse olmayabilirdi ama en azından bu şehirdekiler Başak Katedrali ismini duymuş olmalıydı. Sonuçta yaşadıkları şehirde Andromeda Pontifeksi’nin onayıyla yeni bir mezhep ortaya çıkıyordu.

 

Tabii burada önemli olan asıl nokta Başak Kardinalliği değil, Yurine’nin Başak Lütufu’nu taşıyor oluşuydu.

 

Yüzyıllar önce Azer tarafından yaratılan Lütufların çoğu kayıptı ve nerede olduğu bilinen Lütuflar sadece Andromeda, Aslan, Kova, Terazi, İkizler, Yay, Başak ve Avcı Lütuflarıydı.

 

Onların, İkizler Lütufu’nu taşıyanların kimliğini bildiklerinden emin değildi ama en nihayetinde Lütufları taşıyanlar tanrı tarafından seçilmiş kabul ediliyor ve onlara değer veriliyordu.

 

“Onun bunu taşıdığını kanıtlayabilir misin?”

 

“Bunun için Andromeda Kilisesi’ne gidiyoruz fakat burada sizi ilgilendiren bir durum olduğunu zannetmiyorum, lütfen siz sadece kendi işinizi yapın.”

 

Memurun buna verebilecek bir yanıtı yoktu. Yu altınlara bir açıklama getirmişti ve hem Yurine hem de kendisi sadece kıyafetleriyle değil aynı zamanda fiziksel olarak da karizmatik insanlar oldukları için hikâye daha inandırıcı bir hâl almıştı.

 

Memur vagondaki mallar ve arkalarındaki kölelerin sayımını yaptı, notlarını aldı ve vagonları şehrin içine girmeye hazır hâle geldi.

-------------------------

Seri açıklamasındaki karakter tasarımlarını güncelledim. Oraya gitmeye üşenenler için link: karakter tasarımları.

08.02.2022 - 03:45






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46883 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr