“Senin adın...”
Yu’nun sesini duyan prenses nefesini tuttu ve tüm Gökyüzü Sarayı dondu. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Yu, Gökyüzü Sarayı’ndan atıldı ve rüyadan uyandı.
Kustu.
Yuttuğu tuzlu deniz suyunu dışarı çıkardı. Yu’nun ağzından çıkan koyu renkli kusmuk sahilin kumlarını kapladı ve kıyıya vuran dalga tarafından yutulup çekildi.
Onu utandırıyordu ama altına işemişti. Bunu hissedebiliyordu ama en azından kıyafetleri deniz yüzünden ıslanmıştı. Altına işediği böylece fark edilmeyecekti.
Vücudunun her yeri kumla kaplanmış ve çamur olmuştu. Saçlarının dibine kadar girmiş kumlar yüzünden başı kaşınıyordu ve saçlarının üstü de çamurluydu. Çamura bulanmış elleri ile başını kaşımak sadece saçlarını daha da kirletmeye yaradı.
Ellerini kumun üzerine koydu. Kollarından destek alarak gövdesini yukarı kaldırdı, belinin altı hâlâ yere temas ediyordu. Bacaklarını kontrol etmekte zorlandığı için kendini en fazla bu kadar kaldırabiliyordu.
Yu biraz bekledi ve gücünü biriktirdi. Ayaklarına güç verdi ve dizlerinin üstünde doğrulmayı denerken aniden gelen bir dalga ona çarparak kuma yapıştırdı. Yu’nun yüzü su yüzünden çamura dönüşmüş kumla kaplanmıştı.
“Rüyamdaki kadın...”
Yanan gözlerini silmek için kıyafetinde temiz yer aradı ama yoktu. Denize doğru süründü ve elini suya daldırıp yanan gözlerini temizledi.
“Rie...” İsmi telaffuz ederken kalbi titredi. Gözleri dolmuştu.
Gördüğü rüyalara anlam yükleyen birisi değildi ve anlam yükleyebileceği tarzda rüyaları da çok fazla görmezdi. Yu için rüyalar mutlu olabilmek için bir şanstı ve rüya gördüğünde mutlu olur, daha sonra rüya hakkında düşünmezdi.
Ama bu dünyada rüyaların bir anlamı olabilirdi. Ne de olsa burası fantastik bir evrendi ve Yu’nun hayal bile edemeyeceği özellikler bu evrende bulunabilirdi.
“O bir rüya mıydı ki? Anlayamıyorum.”
Aklı tam çalışmıyordu, gördüğü rüyanın etkisindeydi ve rüyasında ilk kez hissettiği duygular şimdi göğsünü tutuşturuyordu.
Nefes alıp verişleri hızlandı, bir kriz mi geliyordu? Göğsü hızlı bir şekilde şişip inerken gözlerinden akan yaşlar yere düştü. Kalbi rüyasındaki kadar hızlı atıyordu.
Doğrultamaya çalıştığı vücuduna bir dalga daha çarptı ama bu seferki dalga onu yere düşürmeyi başaramadı. Dengesini bir anlığına kaybetmiş ve dirseğinin üzerine düşmüştü ama yere yapışmamıştı. Su, vücudundaki kumların bir kısmını götürürken saçlarını biraz daha çamura buladı.
“Rie, Gökyüzü Sarayı, kule, köprü. Bunlardan nasıl bir anlam çıkartacağım? En başında neden bu rüyayı gördüm ki? Ama... Ama bu bir rüya olamaz... Ben hissettim.”
Beynine keskin bir soğuk saplanırken dudağını ısırdı.
Başını kaldırıp göle baktı. Göl o kadar büyüktü ki buradan baktığında sonsuza dek uzanıyormuş gibi gözüken bir denize benziyordu.
“Ejderha...”
Kelime zihninde döndüğünde bir süre sessizce denizi izledi ve neler olduğunu hatırladığında...
“YURİNE!”
Yaşananları hatırladığında aklının içinde şimşekler çaktı. Kedi kulaklı küçük kız neredeydi? Gözleri daha fazla yaş ile doldu, dudakları titredi ve yıkılmış bir hâlde denize baktı. O, yoktu.
“HMMPH!”
Kendisine çarpan sıcak bir nefes hissetti. Hatta hissetmekle kalmadı, sıcak dumanlar başının etrafını sardı ve gözlerini yaktıktan sonra dağıldı.
Çıkan ses bir insana ait olamazdı, bir insan böyle bir ses çıkartabilse bile böyle yakıcı bir nefese sahip olamazdı.
Korku yüzünden ağlamayı unuttu. Yutkunduğunda burnundan akması gereken sümüklerin boğazından aşağıya indiğini hissetti.
Yu yavaşça başını çevirdi.
Yeşim Ejderhası ve Yu masmavi gökyüzünün altında, Yeşim Adası’nın üzerinde baş başaydı.
“S-Sen...”
Ejderha ağzını açtı ve onun pişmiş balık kokulu nefesi Yu’nun yüzüne sindi.
Tüm vücudu korku ile titrerken mesanesine hâkim olamadı ve tekrar altına işedi. Neyseki korku yüzünden utanç diye bir duygunun varlığını unutmuştu.
Nefes almakta güçlük çekiyordu. Bir elini kaldırıp göğsüne götürdü, kalbi sıkışıyordu.
“Böyle mi bitecek?” diye düşündü. “Leoral’i öldürdüğüm gibi mi öleceğim?”
Daha iyi nefes alabilmek için ağzını açtı ama ağzına giren hava, ciğerleri ile birlikte midesini de doldurdu ve Yu bir kez daha kustu.
Yeşim Ejderhası, tüm dişlerini göstererek Yu’ya bakıyordu.
Ejderha’nın kafası Yu’yu tek seferde ağzına alacak kadar büyüktü. Ondan kurtulması mümkün değildi, testereye benzeyen ön dişleri Yu’nun vücudunu kolayca parçalardı ve ağzının en arkasında yer alan azı dişleri tıpkı bir pres makinesi gibi Yu’nun pestilini çıkarırdı.
Sadece başıyla biraz ileriye atılıp ağzını kapatması Yu’nun ölmesi için yeterliydi. Kaçamaz, kurtulamazdı. Bir mucize beklemek dışında kurtuluşu yoktu.
Sabah güneşiyle parlayan yeşil pulları ejderhanın tüm vücudunu kaplayan plaka zırh gibiydi. Atılan okların onu gıdıklamaya bile yetmemesi bu yüzdendi. Yine de hayvan tamamen pullarla kaplı değildi, aksine üstündeki pullara rağmen oldukça tüylüydü. Başının üstünden kuyruğuna kadar uzanan sarı tüyler vardı.
Ejderhanın dört bacağı vücuduna göre kısa olduğu için kanatlı bir kertenkeleye benziyordu fakat bacaklarının kısa oluşu korkunçluğunu gölgede bırakmıyordu. Kalın ve kaslı bacaklarına bağlı ayaklardaki pençeler, Yu’yu baştan sona parçalayacak kadar keskin ve büyüktü.
Ejderhanın kuyruğu bedeninden çok daha uzundu ve Yu’nun yanına uzanmıştı. O kuyruktan alacağı tek darbe kemiklerini kırabilirdi.
Ama şüphesiz ejderhanın en görkemli kısmı kanatlarıydı. Yüzlerce insanı gölgede bırakacak kadar geniş dört kanadını açtığında tüm görkemi gözler önüne seriliyordu.
Ejderhanın en korkutucu kısmıysa ateş üfleyen nefesi, dişleri ya da Yu’nun gövdesi büyüklüğündeki pençeleri değildi.
Ejderhanın en korkunç yanı, öfkeyle Yu’nun suratına bakan altın renkli gözleriydi.
Ejderha öfkeliydi. Yüzyıllar sonra ilk kez huzuru bozulduğu için öfkeliydi.
Yu korku dışında hiçbir şey hissedemiyordu. Mantık üretemiyor, geçmişi inceleyemiyor ya da gelecek hakkında plan yapamıyordu.
Tek düşündüğü şey ölmek üzere oluşuydu ve ölmek istemiyordu. Yu Valarfin ölmekten korkuyordu. Bunu nasıl kabullenebilirdi ki? Yu Valarfin bir korkaktı ve her zaman ölmekten korkmuştu, ölümü kabullenemezdi.
Gözyaşları dudaklarının arasından ağzına girerken konuştu.
“Y-Yurine... Yurine zeki olduğunu söyledi. Beni-beni-be-beni anlıyor musun?!”
Acınası bir tonla, anlaşabilmek için yalvarırcasına ejderhaya seslendi ama sesi kendisinin bile güçlükle anlayabileceği kadar alçak ve titrek çıkıyordu.
Şimdiye dek Yu’nun uyanmasını beklemiş ejderha ağzını iyice açtığında Yu onun küçük dilini ve arkasındaki karanlığı gördü. Küçük dili midesine giden yolu kapatıp ciğerlerine giden yolu açtığında karanlık aydınlandı ve yükselen alevin ışığı Yu’nun gözlerini aldı. Sıcaklığı hissediyordu.
“YALVARIYORUM! BENİM BİR KIZIM VAR!”
Bu noktada herhangi bir tanrıya dua etmenin ona yardımcı olmayacağının farkındaydı. Gururlu olamaz veya savaşmayı deneyemezdi. Yaşamak için tek yapabileceği şeyi yaptı, ona yalvarmak için ejderhanın önünde secdeye kapandı.
“ONA ULAŞMAM GEREK! YALVARIRIM BENİ ONA GÖTÜR! NE İSTERSEN YAPARIM!”
Sesini ona ulaştırmak için bağırdığında kafasını gömdüğü yerdeki kumlar ağzına doluşmuştu. Onları tükürürse ejderhanın bunu saygısızlık olarak algılayacağından korkuyordu, bu yüzden ağzının içinde tutmayı denedi ama bu sefer de kustu.
...
...
...
Yu’nun hissettiği sıcaklık bir anda kayboldu. Ejderha ağzını kapatmıştı ama başını kumdan kaldıracak cesareti olmayan Yu onun alevlerini yuttuğunu göremiyordu.
Yu için zaman durmuştu ve bir salise sonra ölebileceğini biliyordu. O bir saliseyi sonsuzlukmuş gibi yaşarken tüm hayatı gözlerinin önünden geçti.
Henüz bebekken ebeveynlerinin onu kucağında tuttuğu birkaç fotoğraf ve ablaları sayesinde hiç tanımadığı babasının kim olduğunu bilebiliyordu.
Arkadaşlarıyla yalnızca arkadaş olabilmek için arkadaş olmuş, onlara arkadaşlık etmekten hiçbir zaman keyif almamıştı.
Bu dünyaya gelene dek sevdiği tek şey ablalarıydı. Sahip olduğu akrabalar, aynı kanı taşıdığına inandığı tek aile onlardı.
“Abla!” Neredeyse bir yıl önce haykırdığı bu kelime tekrar kulaklarında çınladı.
Kuma batırdığı ellerinde ölüm anında tuttuğu elin sıcaklığını hala hissediyordu.
Ve elinde hissettiği diğer sıcaklık ise kızı olarak gördüğü çocuğa aitti.
Bir diğer sıcaklıksa ise kalbine ismini bilmediği hisleri tutan o kadının eline.
「Kalbim ya da elin.」
Zihninde bir ses yankılandı.
Yu yankılanan sesi idrak edemedi ve bir an için Rie’nin kelimeleri olduğunu düşündü ama ses ona ait değildi, kendi sesiydi.
「Kalbimi getir ya da elini ver, ancak o zaman dileğini gerçekleştiririm.」
Kendi sesi tekrar zihninde yankılandı. İkinci yankılanışta kelimelerin zihninde öylece belirmediğini anlayabildi.
Kumla kaplanmış yüzünü kaldırarak burnundan çıkan nefesi hissedebileceği kadar kendine yakın olan ejderhaya baktı.
“K-Konuşan... Sen misin?”
Zihninde bir ses yankılanmadı. Yu sadece ejderhaya bakıyor ve anlamaya çalışıyordu; ölmek üzere olduğu için beyni ona düş mü gösteriyordu yoksa gerçekten de ejderha onunla iletişime mi geçmişti?
“Belki de hepsi düştür...” diye düşündü.
Yüreğindeki korku hâlâ devam ediyordu ama korkuya karışan şaşkınlık yüzünden titremesi kesilmişti. Öylece ejderhaya bakıyordu.
“Belki de ben çoktan ölmüşümdür ve her şey ölüm anımda beynimin acıyı unutturmak için bana gösterdiği bir hayaldir.”
Eğer böyleyse kızının, Yurine’nin sevgisi hiç var olmamıştı. Gökyüzü Sarayı’nda hissettiği duygu da gerçek değildi. Yu’nun kaşları çatılırken dudakları bu gerçekliğin sahte olabileceği ihtimali ile titredi.
「Enteresan bir insansın.」 Yu’nun kendi sesi tekrar zihninde yankılandı.
Yu sanki saklı kalmasını istediği anıların bulunduğu bir sandığın zorla açılmaya çalışıldığını hissetti ama bir şey o sandığı parçalamaya çalışan pençelere engel oluyordu.
「Sen...」 Zihninde duyduğu şey kendi sesiydi ama Yu’nun boğazından çıkartamayacağı kadar korkutucu bir tondaydı.
Aslında sesin bir yerden çıktığı da yoktu, yine de kulaklarıyla duyuyormuş gibi hissediyordu.
“Sen konuşuyorsun...” Artık buna emindi. Zihninde duyduğu ses kendi sesi olsa da kelimeler ejderhaya aitti. “Ama ne demek istiyorsun? Kalp, el... Anlayamıyorum...”
Hâlâ konuşmaya korksa da ejderha ile anlaşması gerekiyordu, aksi takdirde bu adadan çıkamaz ve en kötü senaryoda ejderha tarafından kül edilirdi.
「Seni kızına götürebilirim ama karşılığında ya bana kalbimi getirecek ya da bir elini vereceksin.」
Ejderha, Yu’nun sesini kullanarak Yu ile telepati kuruyordu. Kendi sesini gayet ciddi duyduğu için ejderhanın ciddiyetini de anlayabiliyordu.
“Kalbin? Senin kalbin yok mu?”
Onun gibi büyük bir canlıya kan pompalayabilmek için güçlü ve büyük bir kalbi olmalıydı. Devlerin bile vücuduna yetebilmek için iki büyük kalbi vardı. Ejderhanın da en az bir kalbi olmalıydı ki aksi takdirde yaşaması mümkün olmazdı.
“Bir metafor mu?” diye düşündü Yu. Onun kalbinin sökülüp alınabileceğine inanamıyordu.
「Yüzyıllar önce vardı.」 Ejderha öfkeli nefesini Yu’nun yüzüne üfleyerek tekrar konuştu. Onun nefesini hissettiğinde Yu’nun dizleri titredi. 「Fakat bir cadı onu aldı ve yer altı dünyasına götürdü. Kalbim, Yeşim Gölü’nün altındaki yer altı dünyasında olduğundan ona yakın olduğum müddetçe yaşayabilirim. Yeşim Gölü’nden uzaklaşırsam kalbimden de uzaklaşmış olduğum için ölürüm.」
Ejderha durumu basitçe açıkladı ama Yu’nun bildiği kalp vücuda kan pompalamakla görevli bir organdı. Ejderha, kan dolaşımı olmadan mı yaşıyordu?
「Mahkûm edildiğim bu yerden ayrılmak için kalbime, senin de kızına ulaşmak için bana ihtiyacın var. Kalbimi getirirsen seni ona götürürüm.」
-------------------------
31.03.2022 - 18:15
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..