İnşa ettikleri surun kulelerinden birinin tepesinde duruyor ve aşağıya bakıyorlardı.
Baktıkları yerde plaka zırhlar kuşanmış yüz kadar atlı şövalye vardı. Şövalyelerin önüne ise birkaç kişi çıkmıştı ama çıkanlardan yalnızca iki tanesi onları ilgilendiriyordu.
Önde duran iki adamdan birisi Azil Zao Long’du. Bulundukları yerden net bir şekilde göremeseler de kızıla çalan kahverengi gözleri ve sarı saçları vardı. Kızıl bir plaka zırhın üzerine yeşil zümrütler işlenmiş, sırtında yeşil renkte bir pelerin taşıyordu.
Azil Zao, Cecilus’un elinden Vermia’yı alan generaldi. Ona eğer teslim olursa Vermilia Ailesi’nin saygınlığı ve mülklerini koruyacaklarını söylemiş, Cecilus teslim olunca da şehri savaşmadan ele geçirmişti.
“Neden Cecilus kaçmak zorunda kaldı peki? Düşmanımız olsa da Yu Zao’nun adamlarının yalan söyleyeceğini düşünemiyorum.”
Cornelia yaşananlar hakkında hâlâ şüpheliydi. Kesinlikle arka planda dönen bir oyun vardı ve muhtemelen kardeşi, o oyunun bir parçasıydı.
Azil Zao’nun solunda duran kişiyse Cornelia’nın daha önce yenilgiyi tattırdığı Lien Yachi Long’du. Onun da kırmızıya çalan kahverengi gözleri olduğunu biliyordu ama başında hiç saç yoktu. Yine de çenesinde kısa sarı bir sakalı vardı.
Lien Yachi Long’un zırhı yanındaki dostuna kıyasla sadeydi. Gri bir plaka zırh idi ve göğsünde tüm orduda olduğu gibi ejderha işlemesi bulunuyordu. Aynı ejderha, Lien Yachi’nin hemen solundaki adamın taşıdığı sancakta da dalgalanmaktaydı.
“Teslim olma şartlarını görüşmeye geldik,” diye bağırdı Lien Yachi. Sesini ulaştırmak için bağırarak konuşması gerekiyordu. “Eğer teslim olursanız her birinizin canı bağışlanacak.”
Cornelia’nın sağında kendisinden sonraki en üst rütbeli komutan olan Sör Devan Von Bishory vardı. Sör Devan, Cornelia'nın yardımcı komutanıydı. Solunda Yu’nun Başak Katedrali’ni temsil etmesi için gönderdiği Link Yachi Long duruyordu. Link’in yüzüne kaypak bir gülümseme yerleşmişti.
Link’in solunda ise Ana Yeşilgül vardı. Aşağıdan gelebilecek herhangi bir ani saldırıya karşı rüzgâr büyüsü ile kendilerini savunmak için burada duruyordu.
Yu Valarfin görüşme esnasında hiçbir sonuç alınamayacağını söyleyerek görüşmeye katılmak istememiş, bunun yerine Sivina ile kılıç antrenmanı yapmanın kendisi için daha verimli olacağını söylemişti.
Bu yüzden Yu burada değildi ve Başak Kardinali de kendi ordularının sahibi olarak burada bulunması gerekirken uyuduğu için burada bulunmuyordu.
Cecilus ise... O da uykusundan ödün vermek istememişti.
“Öyleyse silahlarınızı bırakın, tüm askerlerinizin ellerini bağlayarak surlarımızın önüne getirip diz çöktürün ve siz de batı kapımızdan içeri tek başınıza girin. Teslimiyetinizi böylece kabul eder ve her birinize merhamet ederiz,” dedi Link.
Onlarla dalga geçercesine konuşmayacak olsa da Link’den önce konuşmayı başarsaydı Cornelia da onlara aynı mesajı taşıyan sözler söylerdi.
“Bizim ailemizdekiler şaka yapmakta bu kadar beceriksiz değildir diyordum ama sonra fark ettim ki konuşan Link, hani şu yarım kan olan... Şaka konusundaki yeteneksizliğini annenden almış olmalısın.”
“Sen de savaş alanındaki yeteneklerini anneden almış olmalısın. Bir ara onunla özel olarak görüşüp bana da öğretmesini istemeliyim. Kızların beni ne kadar sevdiğini düşünürsek seve seve kabul edecektir.”
Lien Yachi’nin yüzünü mesafeden ötürü net göremese de köpürdüğünü hissedebiliyordu. Yu Zao Long’un generallerinden Lien Yachi Long, kırk bin kişilik ordusu ile Cornelia’nın yirmi beş bin kişilik ordusuna kaybederek kraliyetin tek yenilgisini almıştı.
“Çocukça dalaşmaya gerek yok. Sözlerimizi tekrar edeceğim.” Bu sefer konuşan Azil Zao Long’du. Kral ile aynı koldan geliyor ve yanındaki adama göre daha sinsi birisine benziyordu. “Ordunuz bizimkinden daha güçsüz, daha deneyimsiz, sayıca azsınız, etrafınız sarıldı ve tahta surlarınız sizi koruyamaz. Eğer teslim olursanız sizi bağışlayacak ve Vermilia Ailesi’ne Vermia’yı geri vereceğiz. Eğer teslim olmazsanız tüm ordunuz kılıçtan geçecek.”
Cornelia başını sola çevirdi ve biraz uzakta gözüken şehrine baktı. O şehir ona aitti, herhangi biri tarafından ona verilmesine gerek yoktu.
“O şehir zaten benim,” dedi. “Zaten benim olanı bir başkasından alacak değilim.”
O da ejderha sancaklı adamların tepelerini kuşattığının farkındaydı. İronikti aslında. Buraya kuşatmaya gelmiş olmalarına rağmen kuşatılan taraf olmuşlardı. Yine de asker farkı Cornelia’nın korktuğu kadar fazla değildi ve kendi askerleri ile başarılı bir savunma vermeleri mümkündü.
“Yanlış hatırlamıyorsam o şehrin size değil kardeşinize ait olması gerekiyor.” Lien Yachi’nin yüzünde öyle büyük bir gülümseme vardı ki Cornelia buradan dahi fark edebiliyordu. “Belki sizin aksinize o daha akıllıdır.”
“Akıl arıyorsanız eğer kardeşim de en az sizin kadar akıllı,” dedi Cornelia. “Ve siz de başınızdaki saç telleri kadar akıllısınız.”
Lien Yachi’nin yüzündeki gülümsemeyi sildiğinde kendi yüzüne bir gülümseme yerleşmişti. Lien Yachi, kılıcına elini götürdü ama çekmek hiçbir işe yaramayacağından öylece durdu.
“Sizin zeki bir kadın olduğunuzu düşünürdüm. Bu surların sizi koruyacağını ya da çürümüş kilisenizin size yardım göndereceğini düşünüyorsanız çıldırmış olmalısınız. Ne surlarınız dayanabilir ne de bulunduğunuz taraftan herhangi bir destek alabilirsiniz. Tanrınız bile sizi terk etti.”
Azil Zao, Lien’in aksine dalaşmaya çalışmıyor, yalnızca teslim olmaları için ikna etmeyi deniyordu.
“Ne surlara ne de kiliseye güveniyoruz. Azer bizimle olsun ya da olmasın, sonuç değişmeyecek. Evime girip tekrardan Yeşim Gölü manzarasını izleyene dek kılıcı elimden bırakmayacağım. Bunu biliyor olmalısınız.”
“Dedikleri kadar dik başlısınız.”
Bunu Cornelia’nın yüzüne karşı söyleyen pek olmazdı ama öyle olduğunun farkındaydı ve dik başlı olsa da bu özelliğinden memnundu. Onun için bu özelliği kararlı bir insan olduğu anlamına geliyordu.
“Ne yapacaksınız peki?” diye sordu Lien Yachi. “Şehri tek başınıza aldıktan sonra sizi terk eden Andromeda Kilisesi’ne koşacak ve fırlattıkları kemiği geri getiren bir köpek gibi övgü mü bekleyeceksiniz?”
Cornelia bunu basitçe ‘hayır’ diyerek yanıtlayabilirdi ama sesini onlara ulaştırmak için bağırarak konuşması gerekiyordu ve tek bir kelime için bağırmayı istemedi.
Lien Yachi konuşmaya devam etti. “Ejderha’nın Oğlu’na biat edin. Kardeşinize sunduğumuz teklif hâlâ geçerli. Diz çökerseniz Vermilia Ailesi şehri yönetmeye devam edecek.”
Ona sundukları teklifin konusu açılınca Cornelia’nin şüpheleri yine gün yüzüne çıktı ama konuşmaya başlayan Link, Cornelia’nın düşüncelerinin bölünmesini sağladı.
“Eğderha’nın Oğlu mu?” Link gülüyordu. “Sadece meraktan soracağım, ejderha onun babası mı yoksa annesi mi? Eğer babası ise annesi için yas tutacağım çünkü. Yani, bilirsiniz ya ejderhanınki en az benim boyum kadar vardır.”
Link elini kendi başı ile aynı hizaya getirmişti.
“Yok eğer ejderha olan annesi ise babasının ne kadar azgın olduğunu merak ediyorum. Ejderhaya bile kaldırmış...”
“SÖZLERİNE DİKKAT ET KÖPEK!”
Lien Yachi kılıcını çekip bağırdı. Link’e köpek diyordu ama şu anda bir köpek gibi kuduran Lien Yachi’ydi. Atını şaha kaldırıyor ve aşağıdan gözdağı vermeyi deniyordu. Söylemeye bile gerek yoktu ki bu başarısız bir denemeydi, özellikle gözdağı vermeye çalışan Lien Yachi olunca.
“O DİLİNİ KESECEK VE YAKACAĞIM! KRALIMIZ HAKKINDA BÖYLE KONUŞAMAZSIN!”
“Sizin kralınız, bizim değil.”
Lien Yachi’nin sinirlenmesi iyi bir şeydi. Sinirlenen kişinin aklı bulanır ve işlere vermesi gereken konsantrasyonu tam anlamıyla veremezdi.
Yine de Link’in bunu terbiyesiz bir espri ile yapması Cornelia’nın da canını sıkmıştı. Böyle şakalardan hoşlanan biri değildi.
“Keşke Yu burada olsaydı. O böyle pis şakalar yapmazdı.”
Yu Valarfin neden burada değildi ki? Cornelia onun yanında olmasını isterdi. Şimdi onun başka bir kızın yanında olduğunu bilmek Cornelia’nın da aklını bulandırıyor ve düşünmesini zorlaştırıyordu.
“Anlaşılan bir anlaşmaya varamayacağız,” dedi Cornelia. “Burada bitirelim.”
“Ne kadar üzücü... Yine de size güneş batana kadar zaman veriyorum hanımefendi. Teslim olursanız az önce size sunduğumuz şartlar geçerli olacak. Eğer teslim olmazsanız bu akşam yok olacaksınız.”
***
Yu, Sivina’nın göğsüne saplamak için ileri doğru uzattığı kılıcına vurdu ve yana yatırdı. Bu esnada bir boşluk oluşturmayı başarmıştı. Ona omuz atıp yere düşürmek için atıldı fakat Sivina’ya kıyasla çok yavaştı. Sivina yana yatmış kılıcını bıraktı ve kenara kaçıldı.
Vurmak istediği Sivina önünde olmayınca boşlukla karşılaşan Yu dengesini kaybetti ve yüz üstü yere düştü. O yerdeyken Sivina onun sırtına dizini koydu ve çıkardığı hançerini boynuna dayadı.
“Tekrar öldün, Yu.”
“Böyle giderse ölmek benim için bir alışkanlık olacak.”
Yu’nun üstünden kalktı ve Yu’nun da kalkması için elini uzattı. Yu sağ eli ile onun elini yakaladı, elleri çıplak olduğundan tenleri temas etmişti ve bu bile Sivina’yı heyecanlandırmaya yetiyordu.
“Bana karşı fazla naziksin,” dedi Yu. “Eskiden daha serttin.”
“Eskiden çok kötüydün, belki şimdi sadece kötü olduğun için nazik geliyorumdur.”
Aslında böyle değildi, kaybettiği elinden ötürü Yu’ya fazla yüklenmek istemiyordu ama onun küçük kibarlığı fark edilmişti.
“Eğer bu kadar nazik olmaya devam edersen beni öldürecek sonraki kişi sen olmayacaksın. Elimi kaybettiğim için bana acıma, bu gurur kırıcı.”
Yu haklıydı. Sivina’dan düzgün bir eğitim alamazsa savaş alında bir düşman onu gerçekten öldürebilirdi. Yine de ona karşı sert olmaya gönlü el vermiyordu.
“Ben seni korurum,” diye düşündü ama bu düşünceyi sesli bir şekilde dile getirmedi.
Yu kılıcını tekrar sağ eline aldı ve Sivina’ya doğrulttu. Bu sefer ona gerçekten bir eğitim vermesini istiyordu.
Sivina iç çekti ve onun canını yakmak istemese de yerden kendi kılıcını alarak isteğini kabul etti. Canı yanacak olsa da en nihayetinde bu onun iyiliği içindi.
Bu sefer ilk hamleyi yapan Yu oldu. Kılıcını, Sivina’nın göğsüne götürdü. Sivina onun kendisine vuramayacağını bilse de göğse alınan darbeler sahiden acıtıyordu, bu yüzden göğsüne tahta bir plaka yerleştirmişti.
Yu’nun kılıcı tahta plakaya çarpmadan hemen önce Sivina kendi kılıcı ile onu karşıladı. Kendi çevresinde dönüp ileri doğru bir adım attı ve Yu’nun boğazını tuttu.
“Bu sefer hançeri çıkarmaya gerek görmedim ama öldün say.”
“Tch.”
Yu dilini şaklatarak Sivina’dan uzaklaştı ve bir sonraki sefer için pozisyon aldı. Sivina da kendi pozisyonunu aldığında Yu yine ileri atıldı.
Şimdi kılıcını ona saplamayı denemiyordu. Saplamak yerine yukarıdan omzuna bir darbe indirmeyi denedi. Sivina hamleyi kendi kılıcı ile savundu. Yu bu sefer daha hızlıydı, kılıcını geri çekti ve sonraki hamlesinde Sivina’nın elini hedef aldı.
Sivina yine Yu’ya karşı kendini savunmuştu. Yu bir sonraki hamlesinde dönmeyi ve böylece güç toplamayı denedi ama o henüz kendi etrafındaki turunu tamamlamadan Sivina kılıcını sırtına dayadı.
“Olmaz böyle, kendi etrafında döneceksen çok daha hızlı olmalısın.” Sivina geri çekilirken Yu sonraki pozisyonunu alıyordu.
“Yu, beni yenmiş olmak için yenmeye çalışmaktansa hayatta kalmak için yenmeye çalış. İnan bana motivasyon farkı birçok şeyi değiştiyor.”
“Denerim,” dedi Yu.
Sivina ona güzel bir gülümseme verdi ve ikisi de pozisyonunu aldı.
Sivina ilk hamleyi yapmak istedi ama bu sefer her zamanki açılış hamlesi yerine farklı bir şey denedi, kılıcını soldan savurdu.
Yu kendi kılıcı ile hamleyi karşılamak yerine çömeldi ve Sivina’nın kılıcı boşluğa doğru gitti. Bu esnada da kendi kılıcını Sivina’nın karnına saplamayı denedi.
Sivina geri zıplayarak hamleden kurtuldu. Yu’nun yaptığı hareket hoşuna gitmişti. İlk kez farklı bir şey deniyordu.
“Zıplayabildiğimi unuttun sanırım.”
“Eh, surların dışında duranların senin kadar oynak olduğunu zannetmiyorum.”
“O-Oynak...”
Bu kelime Elhaven’de ‘sevişmek’ kelimesinin farklı bir versiyonu olarak kullanılıyordu. Sivina’nın aklına yine sapıkça şeyler gelirken yüzü bir anda kızardı.
“Ne oldu?” diye sordu Yu.
“Bir şey yok, gardını al.”
Yu iki bacağını yanlara doğru açtı ve kılıcını Sivina’ya doğrulttu. Sivina da ona yaklaştı ve aynı pozisyonu aldı.
Onun ilk hamleyi yapmasına izin vermişti, Yu kılıcını ona saplayabilmek için ileri yönlendirdi ve Sivina kendi kılıcı ile Yu’nun kılıcını yana yatırdı.
Bu sefer Yu da geri sıçradı ve kılıcını kurtardı. Sivina’nın sıçraması kadar hızlı ve çevik değildi ama gelişme olduğu da açıktı.
Yu da yaptığı hareketten etkilenmiş olacak ki bir saniyeliğine gardını indirdi ve Sivina, ona gardını asla indirmemesi ile alakalı bir ders vermek için kılıcını göğsüne saplamak üzere ileri atıldı.
Hareketi son saniyede engellendi. Yu, Sivina’nın kılıcını tekrar yana yatırdı ama bu Sivina’nın onu öldürmesine engel olacak değildi. İlerlemeye devam etti ve Yu’ya çarptı.
İkisi birlikte yere düştüler.
Sivina, Yu’nun karnının üzerindeydi. Tahtadan hançerini belinden çıkardı ve Yu’nun boğazına dayadı.
“Söylemeye bile gerek yok ama tekrar öldün.”
Yu soluk soluğa kalmış Sivina’nın deniz yeşili gözlerinin içine bakıyordu. Böyle olunca Sivina da onun ametist gözlerine baktı.
Teni anormal bir şekilde beyazlasa da gözleri hâlâ aynı güzelliğini koruyordu. Öyle ki Sivina şu anda Yu’nun üzerinde oturduğunu bile fark etmedi.
Karnı aldığı nefesler ile şişip inerken bir süre Yu’nun gözlerine baktı. Mor gözlerinin yarattığı büyüyü tek başına bozması mümkün değildi. Onun içine düşmek üzereydi ki Yu, maalesef büyüyü bozdu.
“Kalkmayı planlıyor musun?” diye sordu Yu. “Karnımın üzerindesin, nefes almakta zorlanıyorum.”
“Evet, evet...”
Sivina bir süre daha devam etmesini dilediği bir anın bozulmasıyla yüzünü astı ve ayağa kalktı. Sonra onun elini tekrar hissedebilmek için kendi elini uzattı ve ayağa kalkmasına yardım etti.
Güneş yeni doğuyordu ve normalde Sivina bu saatlerde kalksa da Yu biraz daha geç kalkardı. Bunun sebebi Yurine ile birlikte uyanmak istemesiydi ama bugün daha erken kalkmıştı.
Yani uykuluydu ve uykusu olmasa daha iyi bir performans sergileyebilirdi. Tabii bu bir bahane olamazdı çünkü düşmanın ne zaman çıkacağı belli değildi.
“Elhaven’de de dedikleri gibi, er uyur düşman uyumaz.”
Sivina, Yu’nun kötü olduğu konusunda ciddiydi. Karşısındaki değil Sivina, Kızılşapel Katili olsa bile Yu kolayca ölebilirdi. Hatta ölürken bir hamle yapma fırsatı olacağından bile şüpheliydi.
Yine de şu anda kendi ordularındaki herhangi birini bire birde yenebileceğine inanıyordu. En nihayetinde sıradan askerlerin aldığı temel eğitimin aksine Yu, Sivina’dan eğitim alıyordu ve Sivina da Elhaven’in kahramanları arasında olan babasından eğitim almıştı.
Kısaca şu anda Sivina ona kendisinin de üzerine bir şeyler koyduğu ve Geliştirilmiş Ecues Savaş Tarzı olarak adlandırdığı stilini öğretiyordu. Bu hafife alınacak bir şey değildi.
“Ama hâlâ kötü...”
İç çekerek tepedeki bir kayanın önüne oturup sırtını kayaya dayadı. Bacaklarını uzattı ve ne yaptığını bile düşünmeden elini bacağına vurarak Yu’ya işaret etti.
“Dinlenmek ister misin?”
-------------------------
07.04.2022 - 23:38
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..