「Bu kadarı yeterli olacak mı?」
Yu, Yeşim Ejderi’nin sorusunu sakince yanıtladı. “Bizim şehre zarar vermeyeceğimizi biliyorlardır ama surları yıkabileceğimiz gerçeği ortada. Sayıca bizden daha azlar ve şehir insanları Cornelia’nın halkı.”
Eğer Vermilia Ailesi halkının ihtiyaçlarını görmezden gelen sorumsuz bir yönetici kadrosu değilse halkın Cornelia’yı destekleyeceğini varsayıyordu.
“Şehir surlarını bir kere aştığımızda zaferimiz kaçınılmaz olacaktır.”
Eğer işlerin nasıl ilerlediğini geçen sefer bilseydi o felaket yaşanmak zorunda kalmaz ve Yeşim Ejderi ile bu işi kolayca çözerlerdi.
「Senin zaferin, daha sonra kalbimi getireceksin.」
“Önümüzdeki beş yıl içinde, yeterli kabiliyete ulaştığımda kalbini alıp sana getireceğim,” dedi Yu.
Bu sefer Yeşim Ejderi’nin boynunda uçuyor, bu yüzden yere bakabiliyordu. Yu Valarfin değil de Yu Valarfin’i dışarıdan izleyen bir kameraymış gibi düşündüğünde bu bir Dünyalar Arası Seyyah’ın paralel dünya macerasında görmeyi bekleyeceği bir manzaraydı.
Bir ejderhanın üzerinde uçuyordu, her ne kadar uçma şansına yalnızca bir günlüğüne sahip olsa da şu anda uçuyor ve yaşadığını hissediyordu.
“Sence oraya girmek için ne kadar güçlü olmam gerek?” diye sordu Yeşim Ejderi’ne. “Ne kadar güçlü olursam kalbini alabilirim?”
「O dünyanın içinde nelerin bulunduğunu bilmiyorum ama gidenlerin hepsi senden güçlüydü,」 diye cevap verdi Yeşim Ejderi. 「Aralarında o kılıç perisinden çok daha güçlü olanlar vardı. Geri dönemediler.」
“Geri dönebilecek kadar güçlü olmak için ne yapmalıyım?”
「Vücudunda mana yokken zor. Nasıl başaracağını sahiden merak ediyorum.」
“Başaracağımdan emin değilsin yani, huh?” Yu’nun suratı asıldı. “Beni gerçekten motive ediyorsun.”
Ejderha ile şehrin üzerinde biraz daha turlamışlardı. Dünyaya yukarıdan bakmasının yarattığı tarif edemediği bir kuvvet hissi vardı, sanki her şeyden daha değerliymiş gibi hissettiriyordu.
Yarattığı bu kibir besleyici duygunun dışında Yu’ya verdiği bir şey daha vardı, sorumluluk. Tüm bu manzaraya baktığında kendini herkese karşı sorumlu hissediyordu.
Artık Yeşim Gölü gemilerle doluydu ve onlar havada süzülmeye devam ederken Link ve Ana’nın getirdiği birlikler karaya çıkmıştı.
“İnebiliriz,” dedi Yu.
Ejderha onu duydu ve burnunu yere indirip alçalmaya başladı, yere doğru yaklaştıkça ağırlığını arkasına verdi ve kanatlarını ağır bir şekilde çırparak yere kondu.
Yu tekrar Yeşim Ejderi’nin boynundan atladığında onu ilk karşılayan Yurine oldu. Yeşim Ejderi başkalarının üzerine binmesine izin vermediği için diğerleri Yu ile birlikte yolculuk edemiyordu.
Yurine hiçbir şey demeden Yu’ya yanaştı ve kollarını ona doğru açtı. Yu da hiçbir şey demedi ve eğilip onu kucağına aldı.
Dürüst olması gerekirse en başta her gün neredeyse otuz kiloluk bir çocuğu kucağında taşımakta zorlanıyor ve çoğu zaman bel ağrısı çekiyordu ama artık buna alışmıştı.
Onu taşımak ağrıya yol açmıyor ve kollarının arasında o yokken eksik hissediyordu.
“Bu gerçekten etkileyici bir manzaraydı,” dedi Link. “Yeşim Ejderi’ni ikna edebilmiş olman harika.”
Link bir Yu’ya bir de Yeşim Ejderi’ne bakıyordu. Pek tabii ki Yeşim Ejderi’ne bakarken gözlerinde gizlemeye çalışmadığı bir hayranlık vardı.
“Onu nasıl ikna ettin?”
“Dediğim gibi, gelecekte bir gün kalbini ona geri getireceğim.”
Bunu derken Yeşim Ejderi’ne baktı, göz göze geldiklerinde Yeşim Ejderi burnundan soludu. Nefesi saçlarını dalgalandıracak kadar kuvvetliydi.
Yu önceki sefer giydiğinden farklı bir zırh giyiyordu. Bu zırh da ona özel tasarlanmıştı. Ejderha ile aynı yeşim rengindeydi ve altından desenlerle süslenmişti.
Bu dünyada güçlü denebilecek Sivina, Link ve Yu Zao gibi insanlar taşıdıkları mana sayesinde diğerlerinden daha yüksek hız ve çevikliğe ulaşabildikleri için zırhları da buna göre tasarlanmış, hafif ve yalnızca hayati yerleri koruyacak çelik giysilerdi.
Yu ise son savaşta gördüklerinden sonra plaka bir zırh giymeyi tercih etmişti. Miğferini çıkardığı için başı dışında her yer zırh tarafından kaplanıyordu. Zırhı giymesi de çıkarması da zordu ama hayatta kalması için zaruriydi.
Orduları tümenler hâlinde şehrin önünde toplanmıştı ve güneş yükselmeye devam ediyordu. Tepeye ulaşmasına az bir vakit kalmıştı.
Mancınıklar ve diğer kuşatma araçları yoktu, hiçbirini inşa etmeye gerek görmemişlerdi. Bir ejderhanın varlığı surları aşmak için yeterli olacaktı.
“Yu,” diye seslendi komodorunu süren Cornelia. Başka bir yönden Sivina ve Ana geliyordu.
“Bu arada sen uçuyorken bir şeyler duydum,” dedi Link. “Duyduğuma göre Düşes Vermilia’yı da kendine âşık etmişsin.”
“Bunu sana kim söyledi?” diye sordu Yurine.
Link ellerini havaya kaldırıp bilmediğini vurgularken gülümsüyordu.
Sivina böyle bir şeyden bahsetmek istemeyeceğine göre bunu ya Kigaro ya da Dimen söyleyebilirdi.
“Çok havalısın.”
Yurine herhangi bir cevap alamadan Sivina ve Cornelia yanlarına geldi. Sivina gelir gelmez onu övmeyi ihmal etmemişti ama Yu bundan zevk almıyordu.
Eskiden olsa övüldüğü için egosu okşanırdı ama şimdi hiçbir şey hissetmemişti. Bir kulağından girip diğerinden çıkan iki kelimeydi yalnızca.
Sıraya dizilmiş askerlerin arkasındaydılar ve kraliyet kuvvetlerinin cevabını bekliyorlardı. Eğer biraz sonra kapılar açılmazsa Yu tekrar Yeşim Ejderi’ne binecek ve önündeki surun bir bölümünü yok edecekti.
“Hâlâ bu kadar kolay olmasına şaşırıyorum,” dedi Cornelia. “Açıkçası bu iş olmayacakmış gibi geliyor.”
“Senden umutsuzluk görmeyi beklemiyordum,” diye yanıtladı Sivina.
“Umutsuzluk değil. Bugün surlardan geçeceğimiz belli ama bu kadar kolay çözülecek olması beni huzursuz ediyor.”
Cornelia, Sivina’ya cevap verdikten sonra Yu’ya baktı. Yüzüne bir gülümseme yerleşirken gözleri parıldıyordu.
“Ama mutluyum, kulelerden Yeşim Gölü’nü tekrar izleyebilecek olmak beni mutlu ediyor.”
Güzel bir gülümsemesi vardı, Yu bunu kabul ediyordu. Gülümserken asaleti tüm zarafetiyle belli oluyordu.
“Anlıyorum,” dedi Yu. “Peki ya Cecilus nerede? Shimey Von Bishory? Devan? Shimey’i geldiğimden beri görmedim ve diğer ikisi bir anda kayboldu.”
Geçen sefer gördüğü kimseyi görmemişti.
“Ordunun başındalar,” diye cevap verdi Cornelia. “Ön sıradalar.”
“Cecilus korkağı en önde mi duruyor? İşte bu şaşırtıcı…”
「Ondan hoşlanmıyorsun gibi hissettim.」 Yeşim Ejderi’nin kelimeleri bir anda Yu’nun başının içinde belirdi.
“Ah… Bu şekilde de anlaşabileceğimizi unutmuşum.” Mahremiyetinden alıkonuyormuş gibi hissetti. “Yurine’nin annesinin ölümünü planladı. Onu öldürmem gerek.”
Yeşim Ejderi cevabını alınca sustu ve Yu sert bir şekilde Cornelia’ya seslendi.
“Cecilus sana bir ihanet planlıyor, Shimey işin içinde. Bana olan duygularını kıskanan Devan’ın da tarafını değiştirip ihanet etme ihtimali bulunuyor.”
Cornelia donakaldı. Ne söylemesi gerektiği konusunda emin olamıyordu. Eğer ihanetten bahsetmemiş olsaydı Cornelia’nın utanacağına emindi ama işin içine ihanet mevzusu girince ne söylemesi gerektiği konusunda kararsız kalmıştı.
“Bugün, en azından gün batımına kadar Yeşim Ejderi bizimle olduğu için buna cesaret edemezler. O gittiğindeyse seni düşürmeye müsait bir ortam oluşacak ki Cecilus’un yasal varis oluşu da var…”
Şehir tamamen ele geçirildiğinde Cecilus kendini Vermia Dükü ilan edecekti. Bu onun yasal hakkıydı.
“Bunları-”
Konuşmaya çalışan Cornelia’nın sözünü bir elini havaya kaldırarak kesti.
“Ejderha süren bir adamın sözlerine güvenebilirsin,” dedi. “Belki uzak gelecekte nasıl bildiğimi söylerim ama şimdi değil.”
Yu söylesin ya da söylemesin Cornelia da bunun olabileceğini öngörebiliyor olmalıydı. Belki Devan Von Bishory’nin ihanetini öngöremezdi ama Bishorylerin, Cecilus’u desteklediği ve Cecilus’un düklükten vazgeçmeyeceği açıktı.
Cornelia kollarını birbirine doladı, hâlâ komodorunun üstündeydi.
“Yüzünün asılmasını sağladığım için özür dilerim.” Yu onun moralini bozacak şeyler söylemek yerine ihanete uğramadan sorunu çözmek için yapmaları gerekeni anlatmaya başladı. “Kaleye girer girmez tüm Bishoryleri ihanet suçundan esir alacağız, Cecilus’u da öyle. Sonra da… Bishoryler ve Cecilus hayatta kalmak için fazla tehlikeli.”
Bishory Ailesi, Vermilia topraklarında Vermilia Ailesi’nden sonraki en güçlü aileydi ve Cecilus’un asıl gücünü oluşturuyorlardı.
Ama onlar gittiğinde bile diğer aileler Cecilus’u desteklemeye devam edebilirdi. Bu yüzden Cecilus’u da ortadan kaldırmak gerekiyordu.
“O benim kardeşim,” dedi Cornelia. Yüzünü yere indirmişti.
Yu geçen sefer Cecilus’un cesedinin başında Cornelia ile yaptıkları sohbeti hatırladı. Cornelia, Cecilus’u değil yıllar önce kaybettiği annesini umursuyordu.
“Kaleyi aldığımızda bu mevzuyu baş başa konuşalım.” Yu bir Başak askerinin getirdiği atına önce Yurine’yi bindirdi. “Ama kaleye girer girmez onları esir alacak ve kale ile şehir içindeki iletişimi kontrol altında tutacağız. Seni destekleyen ailelerin askerleri dışındaki askerler kaleye alınmayacak.”
Ona doğrudan ne yapması gerektiğini söylüyor, emir veriyordu. Bunu yapmaya haddi yoktu ama bu noktada Cornelia’nın kendisine karşı hissettiği aşırı duygulardan yararlanıyordu.
Cornelia başını salladı ve komodorunu çevirerek ordusunun başına doğru sürdü. Yu da Başak’a binip onun ardından ilerlemeye başladı.
“Baş başa konuşacaksınız…” Yu’nun yanında rinosunu süren Link’in kısık sesini duydu. “Sivina bundan memnun mu?”
Konuşurken Sivina’nın yüzüne bakmak aklına gelmemişti ama şimdi başını sağa çevirip bir rinonun üstünde ilerleyen Sivina’ya baktığında yüzünde herhangi olumsuz bir ifade görmüyordu.
“Sorun yok,” dedi Sivina.
Ordunun başına geçmişlerdi. Onların önünde duranlar yalnızca birkaç yüz şövalyeydi ve bunun sebebi güvenlikti. Yanlarında ise rinolarını süren roaronlar vardı.
“Bunlar kendi kendine gelin güvey oluyor…”
Yeşim Ejderi ordunun arkasında kalmıştı, kapı açılmazsa Yu geri gidip tekrar ona binmek zorunda kalacaktı ama kapının açılacağına emindi.
Komutanlar onların şehre zarar vermeyeceğini öngörüp, surlarda bir savunma planlayabilirdi ama askerlerin bu şartlar altında komutanlarına ihanet etmesi çok müsaitti.
“Kapıyı açmıyorlar,” dedi Cornelia. Dizginleri tutan parmakları heyecandan titriyordu.
“Hâlâ zaman var,” dedi Yu. Hemen harekete geçmeye gerek yoktu.
Sessizce beklemeye başladıklarında gözünün ucuyla yanlarına gelen birilerini fark etti, Cecilus Dri Vermilia ve Devan Von Bishory yan yanaydı.
“Benim için beklendik bir manzara ama tarafını bu kadar hızlı mı değiştirdi?”
Onların arkasında Bishory askerlerinden oluşan yaklaşık beş düzinelik bir muhafız birliği duruyordu.
“Abla,” diyerek ablasını selamladı Cecilus. Yüzünde sinsi bir gülümseme vardı.
“Hanımefendi,” diyerek selamladı Sör Devan. Onun suratı soğuk ve duygusuzdu.
Cornelia ikisine de selam vermedi ve önüne bakmaya devam etti. Cecilus komodorunu ablasının sağına çekerken Sör Devan da arkalarına geçti.
“Yu,” Cornelia başını Yu’ya çevirdi. “Dediğini yapalım.”
“Elbette.”
Yu, Cornelia’nın yerinde olsaydı böyle şüpheli bir hareket sergilemezdi ama laf ağızdan bir kere çıkmıştı.
“Ne yapacaksınız?” diye sordu Cecilus.
“Küçük kardeşimin yaşı bu şeyler için küçük…”
Cornelia’nın cevabının ardından Yu üzerinde bir takım insanların bakışlarını hissetti ama o bakışların sahiplerine bakmak yerine şehre bakmaya devam etti.
Arada sırada geri dönüp ejderhaya binesi geliyordu ama sabırlı olmalıydı. Bekledi ve bekledi. Atı bile sıkılıp yerinde hareket etmeye başladığında dahi beklemeye devam ediyordu.
Yurine tıpkı annesi öldükten sonra takındığı soğuk tonda konuştu. “Yu, açılıyor.”
Karşılarındaki gri surlarda yer alan kahverengi kapılardan biri içeri doğru açıldı. Kapının arkasındaki çelik parmaklıkların yukarıya doğru çekilişini izlediler.
“Başardık…” dedi Cornelia. Yu onun arkasında olduğundan yüzünü göremiyordu.
Kapının açılmasının ardından önce yüzlerce, ardından binlerce Kraliyet askeri silahsız bir şekilde dışarı çıktı. Surların arkasında da askerlerden binlercesi sıraya geçmişti.
“Bu şehri ele geçiren kişi Azil Zao Long isimli birisiydi, değil mi?”
Cornelia önündeki askerlere ilerlemelerini söyledi ve kendi komodoru ile arkalarından eşlik etti. Yu da sürdüğü Başak’ı tırısa kaldırdı.
Kucağında oturan Yurine’ye hemen hemen her zaman yaptığı gibi beyaz bir elbise giydirmişti. Bunun onu masum gösterdiğini düşünüyordu.
Ama bugün insanların onu daha zarif görmesini istediğinden kendi dünyasındaki moda anlayışıyla değil de bu dünyanın moda anlayışıyla hazırlanan bol ve fırfırlı bir elbise giydirmişti.
Cornelia önündeki muhafızlarının arkasından, kardeşi Cecilus ve yardımcı komutanı Sör Devan da onun yanında ilerlemeye devam etti.
Yu ve Başak Katedrali’nin diğer üyeleri de Cornelia’nın arkasındaydı. Bir zafer kazanmış sayılmazlardı ama hepsi zafer kazanmış bir komutan edası taşıyordu.
Onlar ilerlerken Yeşim Ejderi havalandı ve tekrar şehrin üzerinde daireler çizmeye başladı.
Surların önüne geldiklerinde dizilmiş düşman askerleri evine tekrar girmekte olan Cornelia önlerinden geçerken diz çöküp başlarını eğdiler.
Atının üstündeki Yu hepsine yukarıdan bakıyor ve yetersiz bir kişi olduğu için içinde oluşan boşluk bu yukarıdan bakışıyla birlikte sahte bir duyguyla doluyordu.
Kapının altından geçip Vermia’ya girdiklerinde onları yere atılmış binlerce kılıç, mızrak, kalkan, gürz, balta, çekiç, ok ve yay karşıladı. Burada da askerler teslim olmuş şekilde bekliyordu.
Yu başını çevirip arkasına baktığında arkadan gelen ordularının teslim olan askerleri esir aldığını gördü.
“Onları elimizde tutarak belki Yu Zao’ya karşı bir koz kazanabiliriz.”
Bunun ne kadar etkili olacağından emin olmasa da esir askerler çoğu zaman bir koz olarak elde tutulur, fidye gibi anlaşmalarda kullanılırdı.
Yu Zao’dan fidye almaya niyeti yoktu ama en azından surlara saldırmasını geciktirip zaman kazanmayı deneyebilirdi. Kazanacağı zamanla da ne yapacağını bilmiyordu ama yarın ölmek bugün ölmekten daha iyiydi.
Şehir sanki genişleyecek yer kalmamış gibi inşa edilmişti. Binalar eskiydi, neredeyse iç içeydi, sokaklar ve kaldırımlar dardı. Pek fazla insan göremese de perdelerin arasından onları izleyenleri fark edebiliyordu. Kimileri de kaldırımlara çıkmıştı.
“Bunun bir zafer olması gerekmiyor mu? İnsanların Cornelia’nın adını haykıracağını ummuştum.”
Sokakta gördüğü hiç kimse mutlu değildi, aksine sanki şehri efendileri değil de düşmanları almış gibi bir nefretle bakıyorlardı.
“Şehir yönetimi kraliyet güçlerindeyken neler oldu böyle?”
Bu manzara Yu’nun moralini bozduğu gibi ister istemez Cornelia’nın da moralini bozuyor olmalıydı. Kendi halkı tarafından istenmeyen biriymiş gibi görülüyordu.
Yine de insanlar mutsuz diye ilerlemeyi bırakacak değillerdi, orduları kuzeybatıdaki kaleye doğru ilerlemeye devam etti. Onlar ilerledikçe etraftaki insanların sayısı da azalıyordu.
Ama insanların sayısı azalsa da yerdeki çöplerin sayısının anormal ölçüde arttığını fark etti. Çürümüş meyveler ve insan dışkıları askerlerin yürüdüğü yolları kapatmıştı.
“Geçen sefer de hava bu şekilde kapalı mıydı?”
Geçen sefer bu zamanlarda havanın nasıl olduğunu hatırlamıyordu ama hafızası ona tüm günlerin güneşli olduğunu söylüyordu. Belki de Sivina’ya sormalıydı.
“Cecilus onları terk ettiği için kızgın olabilirler mi? Yoksa gerçekten kraliyeti mi destekliyorlar?”
Eğer halk Yu Zao’nun yanındaysa onun ordusu surlara dayandığında içeride bir isyan çıkma ihtimali çok muhtemeldi.
“Lanet olsun… Tüm bunlarla uğraşmadan Nekoverine’ye ulaşmanın bir yolu yok mu?”
Yu düşüncelere dalmak ve dalmamak arasında gidip gelirken bir tepeye çıkmaya başladılar. Bu tepe Vermilia hanesinin kaldığı kaleyi üzerinde barındırıyordu.
Şehrin aksine kale daha özenli gözüküyordu, sanki bir masaldan çıkmış gibiydi. Mavi duvarları ve dört kulesinin üstünde sarı kubbeleri vardı.
Kalenin dört büyük kulesinin dördünde de ejderha sancakları dalgalanıyordu ama yakında o kulelerde aslan sancağı dalgalanacaktı.
Cornelia’nın önünde ilerleyen muhafızlardan bazıları tepenin üzerindeyken hızlandı ve onlardan önce kalenin kapısını açıp içeri girdi. Bu yüzden Cornelia kalenin önüne geldiğinde kapı açıktı ve askerler iki yana sıralanmıştı.
“Yalnızca benim muhafızlarım, Salamon askerleri ve kardinal hazretlerinin muhafızları içeri girecek,” dedi.
“Neden?” diye sordu Devan Von Bishory. “Yabancı asker-”
“Emirlerimi sorgulamayın, Sör.”
Sör Devan tuttuğu dizginleri öfkeyle sıkarken Cornelia’nın komodoru kalenin içine ilk adımını attı.
-------------------------
05.05.2022 – 18:59
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..