Kamplarından yaklaşık bir kilometre yükseklikte buldukları
mağaraya çıkmışlardı. Dağın tepesindeki karları görebiliyordu. Oraya varabilen
maceraperestler var mı diye merak ederken Oğul mağaranın içine girdi.
“Ciddi söyrüyorum, mu mağarayı irk muran miz oramayız. Mizden önce gerip mezarı keşfeden yok mudur ki? Erimiz moş dönmeyerim,” dedi Vamaer. Altar sorgulandığını duysa kızardı ama konuştukları sırada grubun en arkasında oldukları için sesi diğerlerine gitmiyordu.
“Harmiden amına koyayım,” dedi Darkan isimli kel Vazgeçilen. Keldi ama çok uzun kahverengi sakalları vardı.
Bunları merak edenler arasında en arkadan ilerleyen Yu da vardı fakat onlarla konuşmaktan nefret ettiği için sessizliğini koruyordu. Hepsi mağaranın içine girdiğinde hâlâ yola başladığı zamanki kadar sessizdi.
Mağaranın ağzı güneşe baktığı için içerisi aydınlık olsa da derinlere indikçe ışık azalıyor ve yerini karanlığa bırakıyordu. Bu yüzden yanlarında getirdikleri meşaleleri henüz girişteyken yakarak mağara boyunca ilerlemeye başladılar.
Daha önce mağaranın içine girip biraz ilerlemiş ve böcekler dışında hiçbir canlıyla karşılaşmamışlardı. Daha derinlerde farklı canlılar, belki de canavarlar görebilirler miydi merak ediyordu. İnsanlar buranın varlığından haberdar olsa bile ulaşması zahmetliydi, bu yüzden insanların arasında yaşayamayan canlılar için uygun bir yuva olabilirdi.
“Içarısı soğukmuş,” dedi en önde ilerleyen üçlüden biri olan Marak. Yeşil teni meşalelerin ateşiyle parlıyordu.
“Sen soğuk diyorsan miz ne diyeceğiz?” dedi Kannan. Meşaleden yayılan sıcaklığı hissetmek için yüzüne yaklaştırmıştı.
Yu onlar kadar üşümüyordu. Hatta neredeyse hiç üşümüyordu. Kışın üşüdüğünü hatırlasa da şimdi damarlarında akan kan konu sürekli ısıtıyor ve sıcak kalmasını sağlıyordu. Önceden böyle olmadığını göz önüne aldığında vücudunun sürekli değiştiğini söyleyebilirdi.
Dışarıdan bakınca alkol ve uyuşturucuya kolaylıkla bağışıklık sağlaması ve soğuktan etkilenmemesi iyi gözükse de gelişimin ne kadar olumlu sonlanacağı konusu onu endişelendiriyordu. Bu işin sonunda korkunç bir yaratığa, hatta gerçek bir şeytana dönüşmek vardı. Suçtan zevk alan doğası bir de şeytanlıkla birleşince bir terör makinesi olacağını kestirmek kolay olsa da yapacaklarının boyutunu hayal etmesi güçtü.
“İnsanlık için en iyisi hayatıma son verilmesi,” diye düşündü. O bir meşale tutmuyor ve öndekilerin meşalelerinin ışığıyla yetiniyordu. “Ama bunu yapması da kolay gözükmüyor. Ben yetenekli birisiyim. Kendimi kolayca öldürtmeyeceğim. Ölmem gerekse bile. Bu çok kötü.”
Yu Valarfin çocukluğundan bu yana daima yetenekli biri olmuştu. Bulunduğu yerin en güçlüsü olması mümkün değilse de kendini rezil etmeyecek kadar iyi bir şekilde dövüşmeyi öğrenmesi çok uzun sürmemişti.
Bunun onu daha tehlikeli biri yaptığı aşikârdı. Yalnızca zeki bir canavar değil aynı zaman da yetenekli bir canavardı. Bir şeytana dönüşürse yol açacağı felaketin diğer şeytanları bile korkutacağını düşünüyordu.
“Ben aşağılık bir varlığım. Potansiyelini taşıdığım kötülüğü tanımlayabilecek tek kelime şeytanlık ve bu kelimenin bile yetersiz kaldığını görüyorum.”
Derinlere indikçe bastığı zeminin az öncekinden daha ıslak olduğunu fark etti. Ardından mağaranın tavanından damlayan suyu görmesi uzun sürmedi. Damlaların sesi gittikçe artarken duvarlarda ve tavanda içinden su damlayan bir sürü çatlak belirmeye başladı. Bazı kısımlar yosun tutmuştu.
“Şuraya mak,” dedi önde yürüyenlerden biri olan Alion. “Daha önce murada mirireri murunmuş.”
“Burada bulunan şeylerin insan olduğundan şüpheliyim,” dedi Altar.
Alion’un gösterdiği yerde pençeden çıkmış gibi gözüken çizikler vardı. Ayrıca dışarıdan getirilmiş toprak da duvarın dibinde duruyordu.
“Geçen sefer bir mağaraya girdiğimde yarrağı yemiştim. Umarım canavar falan çıkmaz amına koyayım.”
Canavarlar diğer Vazgeçilenleri öldürüp onun gitmesine izin verecekse çıkmaları memnuniyet verici olabilirdi ama zarar görenler arasında olacaksa çıkmaması daha iyiydi. Diğerlerinin ölmesini istiyordu ama bunun uğrunda kendini öldürtmeye razı değildi.
Yol uzundu ve o kadar derine iniyordu ki Yu şu anda kamplarının bulunduğu alanın daha aşağısına gelmiş olabileceklerini hesaplamıştı. Bu uzun yol bir de boş olunca kendini düşüncelerin elinde bulması uzun sürmedi.
Dar bir yolda yürümek ona dünyadaki ilk gününü hatırlatmıştı. Sharley’yi sırtında taşıyordu, o zamanlar adı Neko olan kızı hemen önündeydi ve Rie en önde yürüyüp yolu gösteriyordu. Eğer ki Sung-min gibi güçlere sahip olsaydı bugün çok farklı bir hikâye yaşayacağı apaçıktı.
“Dünya niye bu kadar adaletsiz?” diye düşünürken ofladı.
“Na oldu lan Valarfın?” diye sordu Marak. Çıkardığı ses onun kulağına dek gitmişti.
“Onunra konuşma! Ihh! Onun hayatını tehrikeye atıyorsun!” diye çıkıştı Oğul.
Marak biraz güldükten sonra sustu ve Yu tekrar düşüncelere dalarken grupları boş ve sıkıcı mağaranın içinde ilerlemeye devam etti.
“Eğer en başında güçlü biri olsaydım... Hayır, hiçbir işe yaramazdı. Büyülü güçlere sahip olsaydım bile Keder ve Neşe’ye karşı kullanamazdım. Öyleyse, Rie’nin ölümü... Kaderdi.”
Bir dini inancı olmadığı gibi kadere de inanmıyordu. Ona göre kader denilen şey insanın kendi seçimleriydi ve diğer insanların seçimleri de başka insanları etkiliyordu. Kader yalnızca seçimler ve tesadüfler bütünüydü.
Önceden yazılmış bir senaryo yoktu. İnsanların başlarına gelecek şeyler daha önceden planlanmış olabilirdi ama hiçbir zaman belli değildi. Sahip olduğu inançsızlık veya kaderin olmadığına dair inancı, kendi düşünceleriyle çelişiyordu.
“Eğer dünyadayken bir sporla ilgilenseydim, mesela kendimi savunmak için dövüşmeyi bilseydim onları yenebilirdim. Hatta onları yenmek için dövüşmeyi bilmeme bile ne gerek var ki? Eğer cesur olsaydım onları öldürürdüm. Rie ölmezdi. Belki Neko hiçbir zaman Yurine olmazdı ama annesiyle birlikte hayatta ve mutlu olurdu. Belki ben olayın ardından hayatlarından çıkardım ama dünya çok daha iyi bir yer olurdu.”
Kötülüğün insanın içinden geldiğine inansa da bu kötülüğü dışa vurmak için insanın fırsata ihtiyacı vardı. Rie ölmese Yu kötü karakterini ortaya çıkartmak için bir fırsata sahip olmazdı. İnsanlara zarar vermez ve belki iyi biri olarak yaşardı.
Rie hayatta olsaydı her şeyin daha farklı olacağı belliydi. Hatta her şey harika olacaktı. Bir paralel dünya macerasının olması gerektiği kadar renkli ve heyecanlı olurdu. Her şey Yu’nun korkaklığına kurban gitmişti.
“Ve şimdi ben, bir sürü orospu çocuğunun arasında mezar soygunculuğuna girişiyorum.” Yere baktı, tamamen ıslaktı. “Ne yapıyorum ben?”
İlerledikçe yerdeki suyun yüksekliği artıyordu. En son dizlerine kadar geldi ve yol bitti. En öndeki Altar eğilerek elini suyun altında gezdirdi.
“Suyun altında geçit var ama buradan Oğul ve Marak geçemez.”
“Ihh... Öyreyse ne yapacağız?” diye sordu Oğul.
Altar elini yüzüne götürdü ve sakalsız çenesini okşarken düşündü. Düşünmesi kısa sürmüştü, ‘yapacak bir şey yok’ havasına girdi ve eliyle arkasındakilere geri çekilmesini işaret etti.
“Daha da geri gidin,” dedi. Mesafeyi yeterli bulmamıştı. “Ne duruyorsunuz? Gerileyin.”
Altar ve duvar arasında on metrelik bir mesafe oluştu, grubun geri kalanıyla Altar arasındaki mesafe ise bundan biraz daha fazlaydı. Sırtı gruba dönük olan Altar sağ elini kaldırdı.
“Liqu’im Fora,” dedi. Kolunun etrafında dönen bir alev çizgisi oluştu.
Yu onun bir büyücü olduğunu bilmiyordu. İlk kez Altar’ın büyü kullandığını görürken göz kapakları açıldı ve ışık yüzünden göz bebekleri küçüldü. Altar’ın kolunun etrafından gelip avucunun içinde sıkışan ateşten fokurdama sesleri yükseldikten sonra büyük bir parlama yaratarak duvara doğru patladı.
Mağaranın içi kısa süreliğine tamamen aydınlanmıştı. Büyü sona erdiğinde yerdeki suyun üstünden dumanlar yükseliyordu fakat önlerindeki duvar tamamen yıkılmamıştı. Duvarın büyük bir bölümü içeri doğru parçalanmıştı ama hâlâ önlerindeydi.
Altar ilerledi ve elini suyun içine sokup duvarın altında geçit devam ediyor mu diye kontrol etti. Devam ettiğini görünce büyüsünü tekrar kullanmak üzere yeni bir pozisyon aldı.
Mağaranın içi birkaç kez daha parladıktan sonra yol açılmıştı. Yu kıskançlık ve şaşkınlığını korurken diğerleri onun büyü kullandığını bildiği için tepki göstermemişti.
“İyi ki mağara başımıza çökmedi.”
Oğul, yardımcı generali olan Altar’ı alkışlıyordu. “Harika! Ihh! Ihh! En iyi arkadaşım kadar havarısın!”
Mağaranın içindeki yol biraz yükseliyor ve suyu bir tümseğin içinde bırakıyordu. Ardından sudan arınıyor ve aşağıya inmeye devam ediyordu. Aşağı indikleri sırada tavan boylarına yaklaşmıştı, Marak ve Oğul ilerlerken eğilmek zorunda kalıyordu.
İçerisi gittikçe sessizleşirken, daralan yürüyüş yoluna rağmen meşalelerinin alevi daha az alanı aydınlatmaya başlamıştı. Birkaç dakikalık bir yürüyüşün sonunda meşaledeki ateşin ışığı sadece kendi yüzlerini aydınlatacak seviyeye dek düştü.
“Mu nasır mümkün oramirir?” diye sordu Alion.
“Murası tahlıkalı bır yar,” dedi Marak. “Mazar soygunculugu banım turumda lanatlanmıştır.”
“Sadece mezarı korumak için yapılmış bir oyun,” dedi Altar grubunun konuşmasından hoşnutsuz olarak “Devam edeceğiz, çok konuşmayın.”
Meşale artık aydınlatmada yeterli olmadığı için en önde ilerleyen Altar kılıcını çekti ve önüne uzattı. Adımını atmadan önce kılıcıyla yolu kontrol ediyor ve bir engel olmadığından emin oluyordu.
“Çıkışı muramirecek miyiz?” diye sordu Vamaer.
“Evet,” diye cevapladı Altar. Kendinden çok emindi.
Karanlığın içinde ilerlemeyi sürdürdüler. Sessizlik birbirlerinin nefeslerini duyabilecekleri seviyeye ulaşmıştı.
“Bekleyin,” dedi Altar. Aniden durmuş ve birkaç kişinin önündekine çarpmasına neden olmuştu. “Burada bir çukur var. Hayır, merdivenler var.”
Altar’ın ne yaptığını göremiyordu. Hatta önünde görebildiği şeyler yalnızca meşaleler yüzünden oluşan parlak noktalardı. Mağaranın karanlığı ışığı oldukça güçlü bir şekilde sömürüyordu.
“Herkes önündekini tutsun,” dedi Altar. Hepsi kolunu bir öndekine uzattı. “Oğul, sen önüme geç. Herkes burada mı diye yoklama yapacağız. Başla.”
“M-men muradayım! Ihh! Ihh!” dedi Oğul.
“Ben de buradayım,” dedi Altar.
“Çocuk muyuz bız?” diye sordu Marak.
“Buradayım,” dedi Alion.
“Ben de,” dedi Kannan.
“Ben de buradayım,” dedi Vamaer.
“Buradayım,” dedi Darkan.
“Buradayım,” dedi Yu.
Yoklama bitmiş ve sekiz kişinin yerinde olduğundan emin olmuşlardı. Tabii artık yüzlerini göremedikleri için sadece seslerinden bu çıkarımı yapmak zorundaydılar. Eğer sesi taklit edebilen bir canavar aralarına sızmışsa bu başları dertte demek olacaktı.
Bunun yalnızca bir paranoya olduğu düşünülebilecek olsa da bir tanrının mezarını başıboş bırakmaları mümkün olamazdı. Burada tanrının istirahatgahını korumak için önlemler alınmış olmalıydı.
“Ben de...”
Yu giydiği zırha rağmen çeliğin altındaki tüylerinin ürperdiğini hissetti. Ses hemen arkasından geliyordu. Sesin sahibi ensesinin hemen yanındaydı.
“...buradayım...”
Yu’nun göğsündeki yıldız sesi duyduğu gibi parladı. Beyaz ışık zırha çarptığında kırmızı bir tona bürünüyor ve çeliği ısıtarak Yu’nun yanmasına sebep oluyordu. Yu korku ve refleksle sağ elini Darkan’ın omzundan ayırmadan döndü ve sol eliyle arkasındaki şeye vurmayı denedi. Sol eline takılı olan kalkan duvara çarptı.
“O NEYDİ RAN!”
“OĞRUM NE ORUYOR!”
Adamların sesi birbirine karışırken Altar ve Marak onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Mağara ise Yu’nun göğsünden yayılan ışığı sömürmeyi başaramayarak karanlığı kaplayan aydınlığa yenik düşüyor ve herkes ortaya çıkıyordu
Vazgeçilenlerin giydiği çelik, ışıkla parlıyor ve ışık duvarlara yansıyordu. Burası işleri daha da korkutucu yapan kısımdı.
Duvarlarla neredeyse bir bütün olacak şekilde ezilmiş insan vücutları iki yanlarını da kaplamıştı. Kurumuş kan yüzünden zemin kırmızı rengi almıştı ve böcekler tavan köşelerindeydi. Bu mağara Sigma Kulesi ve ona giden yoldan çok daha korkutucuydu.
Ama Yu Valarfin, Sigma Kulesindeki o tecrübesiz genç değildi. Evet, korkuyor ve hayatı için endişeleniyordu ama bu onu titretmiyordu. Isı yüzünden inlerken etrafına bir göz attı ve arkasında şekilsiz, bembeyaz bir form ile karşılaştı.
“Ah~ Tanrım için~”
Zemin sarsıldı ve yere çökerken Yu bir ses işitti. Karanlık, korkunç ama tedirgin bir sesti. Kılıcına aitti.
「DECUS!」
Kılıcının uyarısıyla Yu bacaklarını kontrol etmekle uğraşmadı ve kendini doğrudan yere bıraktı. Yüz üstü yere düşerken kısa çığlıklar ile kemikler ve çeliğin kırılma sesini işitti. Zemin çökerken ve aşağı düşerken başını kaldırıp yukarı bakma fırsatı yakaladığında gruplarının ortasında yer alan Alion ve Kannan’ın duvara yapıştığını gördü.
Yufka gibi yayılmış ve kâğıt gibi ince bir hâl almışlardı. Üzerlerine uygulanan olağanüstü baskıyla duvarla bütünleşmiş ve orada yapışık kalmışlardı. Diğerleri ise zamanında eğilerek saldırıdan kurtulmuştu.
***
Hayatının ikinci yer çöküşünden sağ çıkıyordu. Üzerine düşen taşları iterken kılıcının orada olup olmadığını kontrol etti. Kılıç kınında duruyordu. Korkunç bir silah olmasına rağmen onun yanında olduğunu bilmek güvende hissettirdiği için kaybolmamasından memnundu.
“Yine kırığım olmadan atlattım. Belki de harabelerden sağ çıkma özelliğine sahibimdir.”
Yu kılıcını kınından çıkartıp gördüğü şeyi aramak için etrafına bakındı. Göğsünde yanan ışık sönmüş ve bulunduğu yer bir kez daha karanlığa bulanmıştı ama görebildiği bir şey vardı. Bir duvarın köşesinde biçimsiz beyaz bir varlık yavaşça biçim kazanıyor ve büyük bir insan şeklini alıyordu.
Ona ne olduğunu sormadı. Üstteki iki Vazgeçileni öldürmesi onu yeterince iyi biri olarak görmesi için yeterliydi ve eğer Oğul’u da öldürürse ona müteşekkir olurdu.
Fakat burada tek kalmak Yu’yu biraz sıkıntıya sokardı. İlk sıkıntısı tekrar yukarı çıkmak olurdu, sonraki sıkıntı tekrar bir düşmanla karşılaşırsa yalnız kalması olurdu. Onları sevsin ya da sevmesin bir arada olmak hayatta kalmasında etkiliydi.
İnsanımsı bir biçim kazanan varlık Yu’nun onu takip ettiğini fark etti ve ilk hedefi olarak onu seçti. Hızlı bir şekilde üstüne doğru uçarken Yu kılıcını varlığa doğru savurdu.
「Aptal yaratık.」
Siyah kılıcın yaratığa temas etmesiyle birlikte kılıç, beyaz varlığı tamamen sömürdü ve kendi karanlığının içine kattı.
“O neydi?” diye sordu Yu.
“Nereden mirerim amına koyayım?” diye cevapladı Darkan.
“Tch.” Yu kılıcını tutmaya devam ederken dilini şaklattı. “Sana sormamıştım.”
Soruyu sorduğu kişi kullandığı siyah kılıçtı. Kılıç soruyu almasına rağmen cevap vermedi. Bugün pek bir sessizdi. Yine de taşıdığı sessizliğe rağmen Yu onun heyecanlandığını hissedebiliyordu. Kalpleri birlikte atıyordu.
Yukarıda gördüğü üzere iki kişiyi kütleleri yokmuşçasına duvara yapıştıracak kadar güçlü olsa da Yu’nun kılıcına dayanamamıştı. Korkması gerekenin ne olduğunu merak ediyordu. O varlık yaptığı ilk hareketle oldukça güçlü gözükmesine rağmen şeytani kılıcın tek darbesine yenik düşmüştü. Yu’nun elinde tuttuğu kılıç tehlikeliydi.
“Herkes burada mı?”
Altar tekrar meşalesini yaktı ve bu sefer mağara ışığı sömürmek yerine ortalığın aydınlanmasına izin verdi. Tüm Vazgeçilenler etraflarına baktıklarında iki kişinin eksik olduğunu fark edebildiler.
“Alion ve Kannan öldü,” dedi Yu. “Yukarıdaki duvara yapıştılar.”
“Nasır oramirir mu!” diye bağırdı Vamaer. Yu’nun üstüne yürümüştü.
Oğul, Vamaer’in önüne geçti ve ilerlemesine engel oldu. Yu ile konuşmalarını istemiyordu. Yu da bundan memnun olduğundan Oğul’dan çekilmesini istemedi.
“Sanki ben öldürdüm amına koyayım,” dedi etrafı incelerken.
Altar gruba tartışmamalarını söylerken Yu bulundukları yere baktı. Düştükleri yer duvarları farklı motiflerle oyulmuş bir arenayı andırıyordu. Duvarlarda on iki farklı kapı vardı, on ikisi de tamamen açıktı.
“Lütfen dövüşmek zorunda kalmayalım,” diye düşünerek iç çekti.
Diğerleri de daha aydınlık bir ortam yaratmak adına meşalelerini yakmışlardı. Meşale yakmayan tek kişi Yu’ydu ve diğerlerinin yanında olduğu sürece bunda bir sorun görmüyordu. Ellerinden biriyle meşale taşımak yerine kalkan taşımak daha mantıklıydı. Zaten yeterli aydınlatma sağlanıyordu.
“İki kişi ördü mire!” Vamaer bağırmaya devam ediyordu. “Mu şey erf değir, köyrünün teki değir! Savaşamazsak nasır yaşayacağız?!”
“Kapa çeneni,” dedi Darkan. “Zor orduğunun hepimiz farkındayız.”
“Göremediğim şeyden korkarım!”
Vazgeçilenlerin korkularının olduğunu bilmek güzeldi ama bu korkuları, cesur olmaları gereken bir anda ortaya koymaları Yu’nun hayatını da tehlikeye atıyordu.
“ÇENESİNİ AÇACAK BİR SONRAKİ KİŞİNİN ANASINI SİKEREK ÖLDÜRÜRÜM!”
Altar’ın sesi duvarlarda yankılandı ve adamların tüylerini ürpertti. Yaptığı tehditle herkes sessizleşti ve pür dikkat onu dinlemeye başladılar.
Yu’nun insan ırkına duyduğu saygı biraz daha azalmıştı. Mantıklı argümanları değil de yüksek sesi dinliyor olmaları onların ne kadar tehlikeli ve manipüleye açık varlıklar olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Böyle varlıklara karar verme hakkı sunmak en basit tabiriyle aptallıktı.
“İlerleyeceğiz! O kadar!”
Gri miğferinin içinde Altar’ın sesi boğuk gelse de korkutucuydu. Yu onun da sinirli ve endişeli olduğunu anlayabiliyordu. Rastgele bir kapıdan içeri girdiler ve yürümeye başladılar. Yine tek sıra hâlini almışlardı.
Yol buraya gelirken kullandıklarına kıyasla daha süslü olsa da hâlâ karanlık ve sessizdi. Koridor birkaç adımda bir farklı odalara açılan kapıları önlerine seriyordu. İlerlediler ve en sonunda koridorun sonundaki tek bir odaya geldiler.
“Oğul,” dedi Altar. “Kapıyı aç.”
Oğul iki elini kapının üstüne koydu ve tüm gücüyle geriye doğru itti. Tüm gücünü kullanmasına rağmen o bile açmakta zorlanmıştı. Odanın kapısı tamamen açıldığında ortaya toz bulutu çıktı. Yu kalkanını miğferinden içeri tozun girmesine karşı yüzüne siper etti ve bunu yapmayanlar öksürdü.
“Mu-”
Odadan gelen parıltı bir kişinin ağzını açmasını sağladı, ne olduğunu soracaktı fakat Altar’ın öfkesini hatırlayıp konuşmaktan vazgeçti.
“Hoş geldiniz.” Duydukları mekanik ses odanın içinden geliyordu. “Tanrı Zamander’in huzuruna çıkmak üzeresiniz.”
Neşeli ve heyecanlı mırıldanmalar gruplarından yükselirken Altar elini kaldırdı ve diğerlerini susturdu. Sonra eliyle yürümelerini işaret ederek içeri girdi. İçeri girenler sıraya dizilip yerinde duruyor ve gördükleri ilginç cisimlere bakıyordu.
Odanın ortasındaki bir sütunun üstünde duran küre ve sütunun karşısında duran üç büyük ayna dışında odada hiçbir şey yoktu.
“Tanrı Zamander’in ebedi istirahatgahına ulaşmak için bilmeceyi bilmeniz gerekiyor.” Ses küreden geliyordu. Küre konuştukça parlıyordu. “Bu aynalardan biri daima doğruyu söyler, biri ise daima yalan söyler ve bir diğeri ise sürekli rastgele cevaplar verir. Aynalar sizin dilinizi anlasalar da kendi dillerinde konuşurlar ve verdikleri cevaplar sadece kendi dillerinde evet ve hayır anlamına gelen ‘Ray’ ve ‘Los’tur, hangisi evet hangisi hayır demek bilmiyorsunuz. Onlara sormak için yalnızca üç soru hakkınız var. Eğer aynaların hangisinin doğrucu, hangisinin yalancı ve hangisinin rastgele cevaplar verdiğini çözebilirseniz Tanrı Zamander’in istirahatgahına ulaşabilirsiniz.”
Tüm adamlar susmuştu. Suskunluklarının sebebi şaşkınlıkları değil, herhangi bir kelimenin kaçırılması durumunda Altar’ın öfkesinden korkmalarıydı.
“Bilmeceye istediğiniz zaman başlayabilirsiniz ve başladığınızda bitirmeniz gerekir. Bitirmeden gidemezsiniz ve eğer bilemezseniz, gidemezsiniz.”
Küreden yayılan ışık söndü ve aynalar parlamaya başladı. Her bir aynada bir diğerinin aynısı olan beyaz bir insan yüzü belirdi. Tanrının mezarına ulaşmak için onların ne olduklarını bilmeleri gerekiyordu.
“Çok klişe ama... Neden böyle bir şey koyarsın ki?”
Takımındaki kişilerin zekâ anlamında bir vaatleri yoktu, bu yüzden dövüşmeleri gereken bir şey olmasını dilerdi.
-------------------------
21.08.2022 – 12:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..