Doğan güneşin saçtığı altın rengindeki ışıklar perdenin
içinden geçip odayı aydınlatıyordu. Rüya yoktu, yorgunluk yoktu. Biraz endişe
vardı, onun dışında dinlendirici ve güzel bir uyku çekmişti ama bacaklarının üstünde
uyuya kalmış Yu yüzünden uyandığında ona hafif bir ağrı eşlik etmişti.
Onunla aynı anda uyanan yakışıklı kocası gövdesini bacaklarının üstünden kaldırdı ve uyku sersemi gözleriyle etrafa baktı. Aradığı ilk şey Sivina olmuştu ve Sivina allak bullak olmuş zihnine rağmen bununla mutlu olmuştu. Ardından kapıya baktı, giren var mı anlamak için önüne koyduğu eşyaları kontrol etti. Hem kapının önünde hem de pencerenin önünde koydukları her şey aynı yerdeydi.
Üstünde hâlâ zırhının parçaları vardı, Sivina da günlük kıyafetlerini çıkarmamıştı. Böyle bir hâlde yatacak kadar yorulmuş olduklarını hatırlamıyordu. Kendisine bir şey olmuş mu diye vücudunu yokladı ama ne yara vardı ne de bacaklarındaki ağrı dışında bir şey hissediyordu.
Yu aniden ayağa kalktı ve Sivina’ya bir kez daha baktı. Mor gözler arkasından çıkmaya çalışan aklını tutmayı deniyormuşçasına büyümüştü. Onu beyaz omuzlarından tuttu, kendine çekti ve sarıldı. Gümüş rengindeki saçlarını okşuyordu. Birkaç saniye içinde yanağına bulaşan sıcak damlaları hissetti.
“İyi misin?” diye sordu. “Ağlıyor musun?”
Kendisi de benzer endişeleri taşısa da elini kocasının sırtına koydu ve sakinleştirmek için sıvazlamaya başladı. Kendisini güvensiz hissettiği esnada sarılmak, güven hissini arttıran güzel bir sığınaktı.
“Asıl sen iyi misin?” diye karşılık verdi Yu, saçlarının kokusunu içine çekti. “İyi hissediyor musun? Bir şey oldu mu? Sana bir şey oldu mu?”
“Hayır, sevgilim.” Nedense endişeleri hızlıca kayboluyordu. “Hiçbir şey olmadı, gayet iyiyim. Odaya da giren olmamış.”
“Özür dilerim… İş işten geçtikten sonra anlamı yok ama…” Biraz daha sıktı. “Özür dilerim, gardımı indirdim, seni savunmasız bıraktım… Sana bir şey yapılsaydı… Benim suçum, bir daha aynı hatayı yapmayacağım… Benim suçum… Özür dilerim…”
Düşününce insanın aklına korkunç şeyler geliyordu. Gerçekten de gardlarını öyle hazırlıksız bir anda indirmişlerdi ki ne olduğunu anlamadan uykuya dalmış, saldırıya açık hâle gelmişlerdi. Üstelik tam da yeni hasımlar kazandıkları bir geceye denk gelmişti.
Yabancı bir yerde, dünyada tehlikeli insanlar varken bir kadının başına gelebilecek şeyleri aklının ucundan geçirmek istemiyordu.
Fakat bir şey olmamıştı, sadece uyumuşlardı ve gece boyunca odada onlardan başka biri olmamıştı. Tabii Yu’nun konuşan kılıcı vardı fakat onu saymıyordu. Yani rahatsız edilmemiş, tehdit edilmemiş ve rahat bırakılmışlardı. Her ne kadar Yu tam tersi bir durumda olsa da endişeleri birkaç saniye içinde kaybolmuştu.
“Her şey yolunda, merak etme.”
Dün yaptıkları şeyleri düşündü ve onları bir anda uykuya daldıracak kadar yorulmalarını sağlayacak bir eylem bulmaya çalıştı fakat hiçbir şey yoktu. İkisi de uykulu değildi. Sabah sevişmişler, sabah sporu ve antrenman yapıp kahvaltı ettikten sonra yollarına devam etmişlerdi.
Öğlen de aynı şeyleri yapmışlardı ve yolun kalanı römorkun oturağının üstünde geçmişti. Akşamüstü buraya geldiklerinde hâlâ yorgun değillerdi ve küçük bir sürtüşme dışında sıkıntı yaşamamışlardı. Herhangi bir şey onları fark ettirmeden uykuya dalacak kadar yormuş olamazdı.
“Gece hakkında ne hatırlıyorsun?” diye sordu. “Zırhını çıkarmadan uyumuşuz.”
Yüz yüze gelmek için başını geri çeken Yu “Hiçbir şey,” dedi. “Hiçbir şey hatırlamıyorum, özür dilerim.”
Tek başına olsa yaşanan olayı umursamadan hayatına devam ederdi ama hem Yu’nun da tedirgin olması hem de zırhını çıkarmadan uyumaları detayı bunun çözülmesi gereken bir gizem olduğunu söylüyordu.
“O adam gece dışarı bakmamamızı söylemişti. Onunla ilgili bir şey olabilir mi? Düşündüğümde ilk aklıma gelen şey,” dedi kocasının yaşlarını silerken. “İndiğimizde ona sorup detayları anlatmasını isteriz ama anlatmazsa da ne önemi var ki? Zaten buradan gideceğiz, kahvaltıyı sonra yapabiliriz.”
Yu başını salladı, hemen ardından karnı guruldadı. Doğru, dün gece uyuyakaldıkları için akşam yemeği yememişlerdi. Yu’nun karnı bir kere daha guruldadığında Sivina’da da aynı guruldamayı tetikledi. Sanki mideleri büzüşüp kendi içine çöküyordu.
“Ama eğer beklemek istemiyorsan hemen şimdi beni yiyebilirsin,” dedi kulağını ısırmak üzere üstüne atlarken. Acıkmasına rağmen bacaklarının arası ısınıyordu. “Tadımı seviyorsun, sen söylemiştin. Seni bir süre tok tutarım.”
“Eğer yapmamı istiyorsan,” dedi kulağı ısırılan Yu. “Ama sanki başka şeylere öncelik vermeliyiz gibi. Yapmamı istiyorsan yaparım ama önce şu işi öğrenip buradan gitmek daha iyi olacak gibi.”
O da bunu biliyordu ama anormalliklerin farkında olmasına rağmen aldığı harika uyku endişelenmesinin önüne geçerek farklı şeyler düşünmesine müsaade ediyordu. Üstelik bu kadar yakışıklı olup Sivina’nın kadınlığını uyandırması Yu’nun suçuydu, o sadece içgüdülerine uymuştu.
“İstiyorsan, yapabiliriz; bu kelimelerden hoşlanmıyorum. Yap ya da yapma, olay bu.” Elbette karısına ne istediğini soracaktı, aksi hayvanlık olurdu ama bazı ince durumlar vardı. “Böyle dediğin zaman, nasıl anlatsam bilemiyorum… Net biri ol, bunu istiyorum. Şu ankine hak vermiyor değilim ama beni olabildiğince az reddetmeye çalış. Kocam tarafından reddedilmek utandırıcı, bunun hesabını vereceksin.”
“Vereceğim,” dedi Yu. “Bundan sonra dikkatli olacağım.”
Tekrar kulağına eğildi. “Şimdiden söylüyorum, sonraki sefer kendini bana teslim edeceksin.”
Evlendiklerinden beri her seferinde Yu’nun karşısında çıplak kalır kalmaz kendini ona teslim ediyor, karşı hamle yapamayacak kadar onu kabulleniyordu. Böyle olmasından tabii ki hoşlanıyordu, tabii ki onun elleri arasında olmak şimdiye kadar yaşadığı hayatın en eğlenceli şeyiydi fakat Yu’nun da kendisi gibi hissetmesini istiyordu; yatağın üstünde ona hâkim olmak istiyordu.
Yu’ya zırhının kalanını giydirdi, sonra kapının önündeki engelleri kaldırdılar ve eşyalarını toplayıp odadan çıktılar. Yakından baktığında eşyaların yerinden bile oynamadığını görmüştü ki bu da dışarıdan kapıya çarpan birinin dahi olmadığı anlamına geliyordu.
Merdivenlerden inerken Sivina’nın iki elinde de balta taşıyor olması karşısına çıkacak herhangi bir insan için korkutucu gözükebilirdi. Öyle de oldu, iner inmez karşılaştıkları hancı camları silmek için kullandığı bezi, Sivina’nın elindeki baltaları görünce düşürdü. Oysaki gece buraya girerken de baltaları görmüştü.
“Sabah bizden önce kalkan birini görmek şaşırtıcı geliyor.”
“Dün gece ne oldu?” diye sordu Yu. Konuya dalmadan önce hancının ağzını yumuşatmak için biraz sohbet etmek gerekebilirdi fakat o gerek görmemişti. Yaptıkları şey bir suçluyu sorgulamaktan farksızdı ve ellerindeki silahlar onları tehlikeli kılıyordu.
Hancı başını çevirdi, bu sefer mırıldamıyor veya mırıldamaya cesaret edemiyordu. Yu sorusunu tekrar ettiğinde cevap vermedi bile ve “Mu gece de murada mısınız?” diye sordu.
Karşısında ne kadar tehlikeli birinin olduğundan habersizdi. “Tahammül etmeyeceğim,” dedi Yu. “Bana gün gece olanları anlat. Neden dışarı çıkmamamızı söyledin? Pencereden bakmak neden yasak? Neler döndüğünü söyle.”
Hancı cevap vermemekte ısrarcı olsa da karşısında silahlarını kuşanmış iki yabancı vardı ve içeride onu kurtarabilecek kimse yoktu. Dışarıdan sert bir adam gibi gözükse de canı masaya yatırıldığında korkudan kabuğuna sinmiş bir böceğe benziyordu.
“Töre diyor,” dedi düşürdüğü bezi alırken. Hâlâ olayları netleştirmiyordu. “Senererdir konuşmak yasak. Diyemem, gösteremem. Herkes aynı durumda, durmak istemiyorsanız gidin.”
Onlar için duydukları yeterli değildi, daha fazlasını öğrenmek istiyorlardı. Kasabayı hızlıca terk edecek olmalarının verdiği cesaretle Yu kılıcını, siyah çeliği gözükecek kadar kınından çekti. Attığı her adımda çelik biraz daha özgür kalıyor, ışığı soğuruyordu.
“Dün bir şeyler mırıldanıyordun, belki onları duyabileceğim bir şekilde söylemek istersin.”
“Ne istiyorsun adam!” Hancı kapıya uzanmak istedi ama Sivina baltasını uzatıp elinin önüne koydu. “Ne istiyorsunuz! Gidin hanımdan! Gidin! Mera aramayın!”
“Gece ne olduğunu söyle,” dedi son kez, her kelimeyi vurgulayarak. Kılıcını tamamen çekmek üzereydi ki hem o hem de Sivina, kapının aniden açılmasıyla silahlarını geri indirdiler.
Bir askerin giydiği ekipmanlar bağlı bulundukları lordun zenginliğini öğrenmenin kısa bir yoluydu. İçeri gelenlerin giydiği zırhlara bakıldığında her ne kadar vücutlarında çok fazla açıklık bırakıyor olsa da tek tip ve kaliteli ekipmanlardan yapıldığı anlaşılıyor, kasabanın çoğu terk edilmiş olsa dahi lordlarının zengin olduğu görülüyordu.
Gri zırhlarının göğüslerini kaplayan kısmında Salderough’u yöneten lordun ağlarla kaplanmış örümcek arması kazınmıştı. Aynı örümcek figürü, yüzlerini açık bırakan miğferlerinin tepesine ayrı olarak yerleştirilmişti.
Bellerine asılı kında kısa kılıçlar vardı ve o kılıçların kabzasında da örümcek arması bulunuyordu, kollarındaki kalkana da arma kazınmıştı. Salderough Lordu ailesinin sembolünü her yerde görmek isteyen bir adam olmalıydı.
“Murada ne dönüyor?” diye sordu içeri giren iki muhafızdan biri. Cam hemen yanı başlarında olmasına rağmen geldiklerini görmemişlerdi.
“Dün yaşananları soruyorum,” dedi Yu, hancının konuşmasına izin vermeyerek. “Gece dışarıda ne oldu? Dışarı çıkmak neden yasak?”
Muhafızlar onunla alay ediyormuşçasına güldü ve umursamadan hancıya döndüler. “Sana mir şey mi yapıyordu?”
“İkisi üstüme yürüdü,” dedi hancı soru sorulur sorulmaz. “Kırıcını gösterdi, satırını savurdu. Tehdit edip ağzımdan söz armayı denedi.”
“Henüz tehdit etmedim,” dedi Yu. “Kılıcımı gösterdiğim doğru, konuşmasaydı şiddete başvuracaktım. Şimdi bana gece neler olduğunu söyleyin.”
Muhafızlar bir kez daha güldü ve biri elini Sivina’nın omzuna atmadan önce “Murada onun hakkında raf etmek yasak,” dedi.
Yere düşmeden ve kılıçlar çekilmeden önce son kelimeleri oldu. Muhafızın eli Sivina’nın omzuna değdiği anda Yu sol yumruğunu çenesine geçirdi ve miğferi bile dişlerini kırılmaktan koruyamadı.
Düşen muhafız kanayan ağzını tutarak ağlamaya başladığında kırılan tek şeyin dişleri olmadığını söylemek mümkündü. Ayakta kalan muhafız ve Yu aynı anda kılıçlarını çekti fakat Yu, siyah kılıcının uzunluğu sayesinde muhafız ona yaklaşamadan çeliğin sivri ucunu çenesinin altına getirdi ve onu taşa dönmüş gibi dondurdu.
Bu esnada hancı arkalarından koşmuş, kapıdan çıkmış ve muhtemelen daha fazla muhafızı çağırmaya gitmişti.
“Ölümü aramayın,” dedi Yu. “Yanlış bir hareket yaparsanız tereddüt edeceğimi düşünmeyin. Bu işi para kazanmak için yaptığınızın farkında olduğum için size zarar vermek istemiyorum fakat sabrımı sınamayın.”
Yerdeki muhafızın kalkmaması için Sivina tetikteydi ama zaten kalkacak hâli yoktu. Hâlâ kırılmış çenesini tutuyor, inliyor ve arka planın rahatsız edici bir sesle dolmasını sağlıyordu. Yu’nun kılıcını dayadığı askerse parmaklarını gevşetip kendi kılıcını yere bıraktı. Yere düşen kılıç birkaç defa sekip durdu.
“O herif buraya birilerini çağıracak,” dedi Sivina. “Abartmadan burayı terk edelim.”
Yu başını salladı. “Artık çok geç, katırları alıp dışarı çıkana dek önümüzü keserler.”
Durumundan ve dövüşmek zorunda kalmaktan memnun değildi ama vücudunda mana bulunduran birilerinin karşısında değilse bir düzüne adamı öldürebileceğini bildiğinden rahatlığını koruyordu.
“Bana cevap vereceksin,” dedi Yu. “Gece neler oldu?”
Muhafız hemen cevapladı ama duymak istediği şeyleri söylemiyordu. “Yasak. İstesem de diyemem. Menim konuşmaya hakkım yok.”
Adamın yüzü kıpkırmızıydı ve çenesi, tenine değen keskin çeliğin üstünde titriyordu. Onu öldürecek kadar ileri gitmedikleri sürece ağzından laf alamayacaklardı ve eğer onu öldürürlerse bir şeyler öğrenme şansını tamamen kaybedeceklerdi.
İşkence etmek çözüm olabilirdi ama Sivina’ya göre işkence ile uğraşmaya değecek bir dertleri yoktu. Üstelik ona işkence edecek zamana sahip değillerdi.
“Daha fazlası geliyor,” dedi Sivina. Kapıdan dışarı baktığında gelen altı muhafızı görebiliyordu. Hepsi aynı amblemi taşıyan aynı zırhları kuşanmıştı fakat biri atının üzerindeydi, başının üstünde siyah tüyler taşıyordu. Onların kaptanı olmalıydı.
Hancı da geliyordu. Hepsinin arkasında kalmış, ter içinde koşuyordu.
-------------------------
24.01.2023 – 18:30
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..