Aşağı inip eşyalarını toplamak için dışarı çıkacaklardı ki
odanın kapısı bir kez daha çaldı. Çalan kişi iki defa kapıya nazikçe vurmuş,
sonra konuşarak kimliğini belli etmişti.
“İçeride misiniz?” diye seslendi Çelise Von Araka. “Geçerken uğrayıp ne yaptığınıza bakayım dedim. Sonra ev sahibi bizi kümes hayvanı gibi içeri tıkıp ilgilenmedi demeyin.”
Yu arkasını dönüp siyah pençesini gizlemek için sararken Sivina kapıya ilerledi. Kız daha kibar konuşmalıydı ama ona çemkirerek buradaki huzurlarını riske atmayacaktı. Ailesine mektup göndermek istediği için onunla iyi anlaşmalıydı çünkü öyle uzun mesafelere mektup göndermeye tek başına gücü yetmezdi.
Kilidi çekti ve kapıyı açtı. Çelise kapının arkasında yelpazesiyle yüzüne hava çalarken topuğunu yere vurarak başarısız bir ritim tutturuyordu. Kıyafetlerini değiştirmiş ve tamamen oyuncak bebek gibi gözükmesini sağlayacak öncekinden de ağır yeni bir elbise giymişti. Yine siyah rengi tercih ediyordu fakat kırmızı ve beyazlar elbisenin kabarık etek ve omuz kısımlarını süslüyordu. Makyajı da kısa sürede değişmiş ve yüzü daha boyalı bir hâle gelmişti.
“Kapı neden kilitliydi?” diye çemkirdi kız selam bile vermeden. “Benim evimde benden bir şey mi saklıyorsunuz siz?”
Kapıyı kilitlerken aklında Yu ile sevişirken rahatsız edilmemek vardı fakat ona bu kadarını söylemesine gerek yoktu. Konuşmasına gerek kalmayacak daha kolay bir açıklama yolunu seçti ve Çelise’nin içerideki küveti görmesi için kenara kaçıldı. Yu pençesini tamamen sarmıştı ve küvetin önünde oturuyordu.
“Benim huzurumda oturmaya cüret ediyorsun,” dedi Çelise hızlı adımlarla odanın içine girerken. “Size başka yerde bulamayacağınız lüks bir oda ve elbiseler vermeme rağmen ev sahibine hiç saygı göstermiyorsun.”
Virgo’daki yatak odasından biraz daha büyüktü ama onun haricinde Sivina’nın gözünü boyayabilecek başka bir özelliği yoktu. Odanın içinde balkon bulunmuyordu, yatak gereksiz yere büyüktü ve şişkin yastıklarla donatılmıştı. Eşyaları için gerekenden fazla dolap vardı ve birkaç doğa resmi duvarları süslüyordu.
“Benzerlerinde kalmıştık,” dedi kocasının yanına oturup. “Onlarda dışarıya bakan balkonlar da vardı.”
Çelise yelpazesini daha sert sallamaya başladı. “Balkonu ne yapacaksınız? Buldunuz da kılıf uyduruyorsunuz!”
Sivina kıza gülümsedi, amacının ne olduğunu merak ediyordu. “Hanımefendi neden bizi görmek istedi?”
“Sizi görmek istediğim falan yok!” Çelise sesini gittikçe yükseltti, sonra yavaşça alçalttı. “Geçerken uğruyayım dedim, evimde olan bitenlerden haberdar olmam lazım. Gelip ne yapıyorsunuz diye bakmam lazım.”
Ne yaptıklarını öğrenmek için küvetin odalarına girdiği andan beri kulağını kapıya dayayıp onları dinlememiş olmasını umdu. Ağzından çıkan seslerin ve Yu ile konuşmalarının hayalet olsun insan olsun başkası tarafından duyulması, düşünürken bile utandırıcıydı.
“Öğle yemeği hazır,” dedi Çelise, güneş henüz tepeye çıkmamıştı. “Geçerken söyleyeyim dedim. Sonra gidip de sağda solda malikânede bizi aç bıraktılar diye arkamdan laf anlatmayın. Başka bir nedeni yok.”
İlkiyle arasında çelişkiler vardı fakat Sivina onun sadece ikisinden hoşlandığı için buraya geldiğini biliyordu. Güzellikleri, hayat tarzları ve kendilerine olan güvenleri; onlarınkinden uzak bir yaşam tarzını yaşamaya mecbur bırakılmış genç kızı etkilemişti.
“Öyle şeyler anlatmayacağız.”
İnsanların arkasından konuşmak kötü bir huydu. Eğer arkasından konuştukları şeyleri yüzlerine söyleyebilecek cesaretleri yoksa racon gereği bunu yapmamaları gerekirdi.
“Size salona dek eşlik edeceğim,” dedi Çelise ve yelpazesini sallamaya devam ederek odadan çıktı.
Sivina silahlarını elinde taşımak zorunda olduğu için yanına hâlâ geri vermediği kılıcı alarak baltayı geride bıraktı. Yu ise kınını beline bağlamış ve kılıcını oraya sokmuş, daha normal bir görünüm sunmuştu.
“İkiniz benim korumama sahipsiniz.” Çelise arkasına bakmadan konuşmuştu. “Burada bulunduğunuz sürece benim kılıçlarım tarafından korunacaksınız, yanınızda silah taşımanıza gerek yok. Yaptığınız ev sahibine kabalık.”
“Silahlarımızı bırakmayacağız,” dedi Yu. “Buraya neden geldiğimizi unutmuyoruz, siz de unutmayın. İki yabancının önüne korumasız çıkmamalısınız. Yalnızca görünüşümüzden etkilenip ne yaptığımızı unutmayın.”
Çelise açık bir şekilde onların dış görünüşünden etkilenmiş, sıkıcı hayatında biraz hareket arayan sıradan bir çocuktu. Onlara yakın davranmasının sebebi biraz eğlenmek, kendi seviyesinde gördüğü insanlarla sohbet etmek olmalıydı fakat ikisinin tehlikeli insanlar olduğunu görmezden geliyordu. Kız yanlış bir şey yapmadığı sürece Sivina onu incitme niyetiyle hareket etmeyecekti ama herkes Sivina gibi düşünmezdi.
“Biraz güzel gözüktüğünüz için medeni insanlar olduğunuzu düşünmüştüm ama barbarlığa daha yatkınsınız sanırım, hmph.”
Tüm koridorlar aynı döşemeye sahipti, turnuva zırhları ve korkutucu heykeller her yerdeydi ve ışık hiçbir yerde tam bir aydınlatma sağlamıyor, karanlık köşeler bırakıyordu. Hele sonbahar ve kış gibi karanlık mevsimlerde burada yaşamak insanın içini karatır, psikolojisini bozardı.
“Gece hancı bize dışarı çıkmamamızı, pencereden bakmamamızı söylemişti. Sebebi neydi?” diye sordu Sivina. “Üstüne birden uyuya kalınca durum şüpheli bir hâl aldı. Sabah bunu öğrenmeye çalışıyorduk.”
“Kasabadan olmayan insanlarla konuşmak yasak,” diye cevap verdi Çelise. “Bu konuyu, ne kadar uğraşırsanız uğraşın öğrenemeyeceksiniz.” Yelpazesini salladı. “Ama merak etmeyin, size zarar verecek bir şey değil. Sadece geceleri erken yatacaksınız, güneş batar batmaz. Eğer olur da gece vakti uyanırsanız dışarı bakmayın ve çıkmayın. Zaten kısa sürede tekrar uyuyacaksınız.”
Hamile kadınların doğum vakti geceye denk gelirse ne yaptıklarını merak etmişti. En azından geceleri tuvaleti gelen insanların yatağa mı bıraktığını öğrenmek isterdi. Arada sırada geceleri tuvalete kalktıkları için yatağa yaparlarsa bunun ayıp karşılanmayacağını bilmesi gerekiyordu.
“Bizim için bir sorun.” Yu etrafına bakarak konuşuyordu. “Başkaları uyanıkken gardımızı indiriyoruz, kendimizi tehlikeye atıyoruz, tehlike omuzlarımızda bir yük. Hemen buradan gitmek istiyoruz, dövüşmemiz için birini seç ve yolumuza koyulalım.”
“Muhafızlarımızı hemen yenmişsiniz, şimdi sizin karşınıza birilerini çıkarsam bile onları da hemen yeneceğinizden adaletli olmaz. Kocam geldiğinde kiminle dövüşeceğinize karar verir.” Hızlı konuşuyordu, başka konulardan bahsetmek istiyordu. “Diğer meseleye gelince; geceleri sizinle birlikte herkes uyuyor, o yüzden endişelenmenize gerek yok. Güneş battığında Salderough’da uyanık olan kimseyi bulamazsınız. Arayamazsınız da.”
Gece erken yatmak ve sabah erken kalkmak güzel bir alışkanlıktı fakat güneşin batışı ve doğuşu arasındaki süre sonbahar ve kışın çok uzuyordu. Böyle uzun süreli bir uyku vücutlarına zarar verir, formdan düşürür ve akıllarının çalışmasının önüne geçerdi.
Zıplasa bile tavanına ulaşamayacağı kadar büyük bir salona girdiler. Duvarlardaki sayısız şamdan haricinde tavandan inen devasa altın bir avize vardı fakat üzerlerindeki mumlar sabah olduğu için yakılmamıştı. Yine de oda tamamen aydınlık değildi. Renkli kilise camlarına benzetilmiş mozaikli pencereler taşıdıkları koyu tonlar sebebiyle içerisini karanlık kılıyordu. Malikâneyi bu hâle çevirmek kimin fikriyse berbat zevklere sahipti.
Odanın tam ortasında uzun bir çizgi oluşturan kırmızı örtülü ve siyah gül desenleriyle süslenmiş masanın ucundaki altın varaklı küçük tahta Çelise geçti. Mumlar, hoş kokular, küçük heykeller ve onlarca baharat masanın yalnızca bir köşesini dolduruyordu, kalanı tamamen boştu.
“Soframa oturabilirsiniz,” dedi Çelise eliyle hemen yanındaki iki sandalyeyi işaret ederek.
Kılıcını masanın ayağına dayayarak Yu ile birlikte oturdu. Şarap, et ve bolca salatanın oluşturduğu sıradan bir sofra kurulmuştu lakin baharatlar yemeğe değer katan asıl şeydi. Yine de salata ve eti onlar da avladıkları hayvanlar ve topladıkları bitkiler sayesinde neredeyse her gün yiyorlardı.
“Temiz su alabilir miyiz?” diye sordu. Yu’ya âşık olduğundan beri o kullanmadığı için alkol kullanmayı bırakmıştı.
“Hoh? Başka bir vakit alamayacağınız kadar pahalı bir şarabı önünüze getiriyorum ve utanmadan nankörlük yapıyorsunuz, ayıp nedir bilmezler!” Gümüş çatalını iki defa tabağına vurup hizmetçilere seslendi. “Misafirlerime su getirin.”
Malikâneye girerken Çelise’nin eteğini taşıyan iki hizmetçiden biri hızlıca geldi ve bir sürahi ile iki gümüş bardağı ikisinin önüne koyup aynı hızla doldurdu. Hanımından üç saniye boyunca yeni bir emir gelmediğince geldiği hızla geri döndü.
“Alkol zararlıdır,” diye başladı nutkuna Yu. “Kalbine, midene, ciğerlerine zarar verir. Cildini çirkinleştirir, beyin hücrelerini öldürür ve üreme fonksiyonlarını olumsuz etkiler. Alkol bağımlılarında suç işleme oranı da alkol bağımlısı olmayanlara göre iki kat daha fazladır. Cinayet, kaza, cinsel saldırı gibi şeyleri, özellikle gençlik döneminde çok fazla etkiliyor. Sizin için vakit geçirmenin yolları sınırlı olsa da içmeyi bırakmalısınız. Çok genç gözüküyorsunuz, kendinize zarar vermeyin.”
Çelise azarlanan bir çocuk gibi masaya bakarak dinlemişti. Yelpazesini katlayıp masaya koyarken “Gezgin bir rahip misin?” diye dalga geçti. “Ne yaptığıma karışmak senin haddine değil.”
Belki yetişkin bir insanı ikna etme şansı daha yüksek olurdu ama gençleri bir şeye ikna etmek zordu. Özellikle Çelise gibi olduğundan büyük davranmaya çalışan bir genci ikna edemezdi.
“Ama gerçekten soruyorum, gezgin misiniz? Yoksa maceracı mısınız?”
“Yolcuyuz,” diye cevap verdi Sivina.
Kendilerine gezgin demiyordu çünkü amaçları gezip yeni yerler keşfetmek değildi. Maceracı tabirini belki kabul edebilirdi; loncalardan görev almak onlar için uygun bir ekmek kapısıydı ve çıktıkları yol maceralarla doluydu. Buna rağmen asıl amaçları bir macera yaşamak değildi. Hedefledikleri bir yer vardı, macera olarak adlandırılabilecek tehlikelere atılmadan yolculuklarını tamamlamak istiyorlardı.
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Brahatul’a.”
“Orası haritanın sonunda!”
Cılız ellerini çırpıp heyecanla ayağa kalktı. Verdiği tepkinin ne kadar abartılı olduğunu çok geçmeden fark ettiğinde tüm dişlerini gösterdiği kocaman gülümsemesi bir anda dondu, ağır makyajının altındaki solgun yüzünün rengi şeftaliye döndü ve gözlerini misafirlerden kaçırdı. Otoritesini korumak için yavaşça otururken boğazını temizledi ve şarap kadehini ağzına götürdü.
“Brahatul- öhm…” Sesi ince ve cılız çıkmıştı, hâlâ heyecanlıydı. “Brahatul en doğuda, haritada ondan sonrası yok. Eviniz orada mı? Onların çöl insanları olduğunu duymuştum ve çöl insanları daha… Siyah olur diye biliyorum. Siyah gözükmüyorsunuz.”
“Gözlem kabiliyetiniz çok kuvvetliymiş,” dedi gülerek, Çelise kızarmıştı. “İkimizin de evi orada değil, buradan uzakta. Benimkisi güneydeki El Adasında, Elhaven’de. Neresi olduğunu biliyor musun?”
Çelise bir peçete ile dudağının üstüne bulaşmış şarabı sildi. Makyajının bir kısmı da peçeteye geçmişti. “Elbette nerede olduğunu biliyorum. Hmph, sizin çekilmez barbarlar olduğunuzu duymuştum. Oralı olduğunu söyleyen birinin çirkin olmasını beklerdim.”
Kahkahası yalnızca refleksti. Tanıdığı en güzel insanlar daima Elhavenli olmuştu ve tabii ki Yu’yu hariç tutuyordu. Sivina’nın gözünde o çok daha harika bir yerden, bambaşka bir dünyadan geldiği için bu dünyadan istisnai, apayrı, özel bir varlıktı.
Çelise’nin sesi iyice kısılırken utanarak sordu. “Neye gülüyorsun?”
“Çirkin olacağımızın düşünülmesine,” diye cevapladı hemen.
Elliler, diğer insanlardan ayrılardı. Elbette insanlardı; daha iyi duysalar, görseler, koklasalar ve hissetseler de aynı kulaklara, gözlere ve buruna sahiplerdi. Vücutları doğal olarak daha kaslıydı ama insanlarla aynı anatomiyi taşıyordu, spor yapmasalar ve sürekli yeseler bile yağ kütlelerinin yükselmesi zordu ve karınları genellikle düzdü. İnsanlardı, aynı yaşam süresine sahiplerdi fakat kendilerini yarı insanlar gibi ayrı bir tür olarak görüyorlardı. Tabii ki onların türü diğer insanlardan daha yüceydi. Moralılarla ya da Aramlılarla karşılaştırılamazlardı ve Ethalotlular onların seviyesine ancak bir karıncanın bir dağın zirvesine baktığı gibi bakabilirdi. Onlar, üstün bir milletti.
Bu üstünlükleri güzelliklerine de yansımıştı; renkli saç ve gözlerinde belli oluyordu, yüzlerinin asaletinde belli oluyordu, güneş ışığının altında değerli bir maden gibi parlayan tenlerinde belli oluyordu. Elli olup da çirkin olan bir insanla tanışmamıştı. Tüm dünyada, elf kadınlarından sonra insanların fantezilerini en çok süsleyenler Elli kadınlar olsa gerekti ki onlar elflerden bile daha güzeldi. Elf veya Rolderhelm kadınları gibi popüler olmamalarının sebebi erkeklerin onlara ulaşamayacaklarını bilmelerinden kaynaklıydı.
Tabii ki Sivina ulusunun kadınlarının diğerlerinin hayallerini süslemesinden memnun değildi. Diğer Elliler de aynısını düşünüyordu ve üç El krallığının da birlikte dövüştüğü sayılı seferlerden biri Ethalotlular tarafından kaçırılan Menela adlı bir El kadınının intikamını almak içindi.
Hazerin isimli bir kasabada tutulan kadın için birleşmiş orduları kayalıklarla dolu ve sıkı korunan kıyıya çıkarma yapmış, kasabanın surlarını yıkıp içeri girmiş ve tüm kasabayı katletmişti. Kasabadaki her bir adam, kadın ve çocuk Ellilerin gazabına yenik düşmüş, hayvanlar bile olanlardan nasibini almış ve güneş battığında El savaşçıları dışında nefes alan hiç kimse kalmamıştı. Binalar yakılmış ve yıkılmış, tüm şehir yağmalanmıştı.
Ethalot, ülkesinin coğrafi konumu gereği güçlü bir savunmaya sahip olsa da aynı şekilde ülke içinde hareket de zordu ve yardım Hazerin’e ulaşana dek üç gün geçmiş, o üç gün içerisinde çevredeki pek çok köy de kasabayla aynı kaderi paylaşmıştı.
Kaçırılan kadını da bulmuşlardı. Soylu bir ailenin kızıydı ve fuhuşa zorlanmıştı. Ayrıca kız hamileydi ki Ellilerin doğumu engelleyebilme yeteneği akla geldiğinde şüpheli bir takım sorular aklı kurcalıyordu.
Ama tüm bunlar kaçırılan El kadını için yaşanmış olsa da Elliler onu da öldürmüştü çünkü düşük bir ulus tarafından lekelenen birinin yaşamasına, hele de asil kanlarının o ulustan bir zelil ile kirlenmesine müsaade etmeyi her bir savaşçı hışımla reddetmişti.
Olayın üstünden elli yıl geçmişti ve Ethalotlular ticari öneminden ötürü kasabayı yeniden inşa etmeye çalışmıştı ama hâlâ Hazerin Çıkarması hakkında korkunç hikâyeler anlatılırdı. Hikâyelerden birinde kaçırılan kızın, babası tarafından öldürüldüğü söylenirdi.
Kıza olanlar Sivina’yı üzüyordu ve Ethalotlulara gösterilen muameleyi haklı buluyordu. Ona kalsa tüm Ethalot aynı şekilde dünyadan temizlenmeliydi, onlar dünyada sadece bozgunculuk çıkarıyordu.
“Medeniyet ise…”
Düşündüklerini tarttığında savaşın ve soykırımın ne kadar medenice olduğunun tartışmaya açık olduğunu görebiliyordu. Ellilere göre medeni olmayan insanları öldürmüşlerdi ve bunda kendilerinin medeniyet anlayışına ters düşen herhangi bir şey yoktu. Rolderhelm’in medeniyet anlayışında ise ki hemen hemen tüm dünya o anlayışı takip etmeye çalışırdı, durum aşağılık bir soykırımdan ibaretti ve hiçbir haklı yönü yoktu. Hatta soykırımları yüzünden Rolderhelm ve El ülkeleri arasındaki ticaret neredeyse durma noktasına gelmiş, daha sonra evlilikler ile kurtarılmıştı.
“Sanırım medeniyet anlayışı bölgeden bölgeye değişiyor, kimin daha medeni olduğu uzun bir tartışma konusu ve çoğu zaman tatsızca sonlanıyor.”
Ulusunun tek vukuatı soykırıma olan yatkınlıkları değildi. Onlar saray içerisinde Rolderhelmliler kadar asil ve centilmen olsalar da en nihayetinde savaşçı bir toplumdu ve savaş alanına inip kanın tadına baktıklarında vahşi canavarlara dönüşüyorlardı. Eğer aşağı konumdaki milletlere karşı yapılıyorsa korsanlık yapmayı bile alçakça bir davranış olarak görmüyorlardı. Aksine tapındıkları tanrıçanın denizlerinden uğursuzluk ve pislikleri temizlediklerine inanıyorlardı.
“Kendine bu yüzden güveniyorsun yani?” diye sordu Çelise. “Halkının gücünün senin içinde de yattığına inanıyorsun.”
“Bu bir inanç değil,” diye karşılık verdi. “Bunu biliyorum.”
-------------------------
11.02.2023 – 21:10
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..