Belli belirsiz parlayan mavi-beyaz cisimleri görmek kolay
değildi. Arkalarına aldıkları kahverengi ağaçların ve kızarmış yaprakların
renklerine bürünüyorlar, gözlerinden böylelikle gizleniyorlardı. Dikkat ettiğinde
onları görüyordu elbette ama at üstünde süratle hareket ederken dikkat etmesi
güçtü. O da çareyi küreleri, yani isimlendirilmeyen
olarak adlandırılan varlıkları takip etmek yerine Yu’yu takip etmekte
bulmuştu.
Atların üstünde ayaklarının onları götürebileceğinden daha hızlı gitseler de ağaçlar yüzünden atlar tam süratlerine ulaşamıyorlardı. Böylece köpekleri Karabaş da onlara yetişebiliyordu. Köpeğe takip etmesini söylemeseler de kendi kendine hareket etmişti.
Bacıyakalayan, Meryu’nun belindeydi. Uçarak hareket edebiliyordu ama uçmak için enerji harcadığını ve dövüşeceklerse enerjilerini koruması gerektiğini söyleyerek kında durmayı sevmemesine rağmen kına girmek istemişti. Meryu kılıcı nasıl kullanması gerektiğini bilmediği için Yu’nun taşımasının daha iyi olacağını ifade etse de Bacıyakalayan onun şeytan kanı taşıdığını, ellerinde olmak istemediğini söylüyordu.
Meryu da aynısını söylemeli ve ondan uzaklaşmalı mıydı? Yanlarına katılmak istediğinde Yu suçlarını itiraf etmişti, yolculuklarında da her gün onun siyah sol elini görüyordu. Hem eylemleri hem görünüşü hem de kılıcın onayıyla şeytan olduğu açıktı.
Ama umurunda olmadığını biliyordu. Yu’dan çekindiği, biraz da korktuğu doğruydu fakat buradaydı çünkü hayatını değiştirmek istemişti. Biraz da Sivina’ya hayran kaldığı için buradaydı ve Sivina ona güveniyorsa Meryu’nun da güvenmemek için sebebi yoktu.
“Yaklaşan bir şeyler var,” dedi Bacıyakalayan. Kının içinde de olsa konuşabiliyordu. “Batıdan geliyorlar, doğudan gelenler de var. Sayılarını belirleyemiyorum ama bizden hızlılar. Canavar olduklarını tahmin ediyorum. Yakında görüş alanımıza girerler.”
Ağaçlar at arabasının ilerlemesi için dar olsa da atların geçebileceği kadar açıktı. Yapraklar yakında tamamıyla dökülecekti ve şimdiden pek çok sararmış yaprak atların ayaklarının altında çatırdıyordu.
“Bunlar savaş atı değil,” dedi Meryu. “Canavarlardan korkarlar.”
Atları veren oydu ve bindikleri hayvanlar seyahat etmek için yetiştirilmişti. Savaş atları yetiştirmek zorlu ve zaman isteyen bir süreç olduğundan pahalılardı ve Salderough’ta bile sadece kasabanın güvenliğini sağlamak için birkaç tane vardı. Onları da sorumsuzca vererek kasabanın halkına kötülük edemezdi.
Atların canavarlardan korktuğunu da toprağın altından çıkan solucan benzeri yaratık göstermişti. Evet, boyutu nedeniyle ondan tüm hayvanlar korkardı fakat at boyutunda etobur bir canavar daha karşılarına çıkarsa atlar ondan da korkacak ve kontrolsüzce kaçmaya başlayacaktı. Söylemeye cüret edemiyordu ama canavarlar her türlü karşılarına çıkacaksa atlardan inmek daha faydalı olabilirdi.
Nallar toprağı dövüyordu. Birkaç saniye sonra ağaç dallarının arasından damlalar dökülmeye başladı. Gökyüzü kapalıydı ve bulutlar kararmıştı. Birkaç saniye daha geçtiğinde düşen damlalar hızlandı ve başlarına sertçe vurmaya başladı. Biraz daha zaman geçtiğinde gök gürledi. Göğün şimşeklerini hışım ile çakmasının ardından yağmur kendisine yavaş yağdığı için kızılmış gibi davrandı, bir anda süratini arttırdı ve bardaktan boşalırcasına ormanı sulamaya başladı.
“Yaklaşıyorlar.” Bacıyakalayan odaklanmıştı. “Sürü hâlindeler, sanırım. Hızlanmamız ve arkamızda bırakmamız gerek. Bize yetişirlerse baş edemeyebiliriz.”
Canavarlarla savaşabilirlerdi, Meryu da bunu isterdi fakat onları yenebilecekleri senaryolarda bile sorun savaşmak değildi. Sorun gecikmekti. Atları zarar görürse koşarak gitmeleri gerekecekti ve doğal olarak yavaşlamak zorunda kalacaklardı. Amaçları bir günden kısa sürede Sivina’yı bulmak olduğu için böyle bir senaryonun yaşanmasını istemiyorlardı.
“Ormanda bu kadar canavar olması normal mi?”
Ormanların barındırdığı tehlikelerin farkındaydı. İnsanlar azdı, insanlardan güçsüz olan hayvanlar fazla. Bu sebeple canavarların kolayca avlanabilecekleri mekânlardı. Yine de canavarların sayısı anormal şekilde fazla geliyordu. Önce karşılarına solucan benzeri bir canavar çıkmıştı, sonra goblinler ve goblinler sayesinde bir şeytanın da ormanda olduğunu anlamışlardı. Bir kurt adam Lunaryenlerin tapınağına saldırmış, herkesi öldürmüştü ve şimdi de farklı canavarların geldiği söyleniyordu. Hiçbir şey dönmese bile bir şeyler döndüğü kesindi.
“Yani, bu kadar canavarın başka bir yerde toplanmasını bekleyemezsin,” dedi Bacıyakalayan ve düşündü. “Ama ormanda sürü hâlinde hareket eden bir canavar grubuyla daha önce karşılaşmamıştım. Goblinler ve cinler gibi ufak canavarlar var ama gelenlerin boyutu büyük. İşlerin arkasında farklı bir durum söz konusu olabilir. En iyisi hızlanmak ve hepsini arkamızda bırakmak olacak.”
Atların daha hızlı gidebileceğine inanmıyordu. Hızlarını ayarlamazlarsa atlar ağaçlara takılabilirdi. Meryu düşen bir atın altında kalmak istemiyordu.
“Sence mümkün olsa yapmaz mıydım?” diye yanıtladı Yu. “Daha hızlı gidemiyoruz.”
Evet, Yu buradayken daha hızlı gitmelerini istemek anlamsızdı. Yapabilseydi karısına ulaşmak için atları öldürmek pahasına tüm hızlarını kullanmalarını emrederdi.
Bacıyakalayan bağırdı. “Ama geliyorlar!”
Ağaçların aralarının açıldığı bir alana girdiler. Kayalar ufak bir göledi çevrelemişti, suyun üstünde sarı ve turuncu yapraklar yüzüyordu. Göledin biraz yanında ağaçların üstüne çıktığı bir mağara vardı fakat mağaranın ağzı daire şeklinde bir kayayla kapatılmıştı.
Haritada bu mağarayı gördüğünü hatırlıyordu. Yuzarsef işaretlemişti ama hepsi bu kadardı, mağara hakkında başka bir şey bilmiyordu.
Bu esnada doğudan gelen, gözleri ya da burnu olmayan, yüzünde yalnızca büyük bir ağız ve uzun sivri dişler bulunan sarı yeleli siyah tenli bir canavar hem ayaklarının hem de ellerinin üstünde koşarak batıya ilerliyordu. Arkasındaki ağaçların arasından onunla aynı türde üç canavar daha belirdi. Hedeflerinde değil gibilerdi, canavarlar bir şeyden kaçıyordu.
Batıda da canavarlar vardı. Normal şartlar altında yılanlara canavar demezdi fakat ağaçlara dolana dolana gelen şey hem atı yiyebilecek kadar büyüktü hem de boynuzları vardı. Sürüngenin arkasında onu kovalayan maymuna benzer başka bir canavar geliyordu. Dört kalın kolu ve turuncu pulları vardı.
“Yılan bize doğru geliyor!” diye çığlık attı. “Dora!”
Yerden kaldırdığı toprağın ardında bıraktığı boşluk birkaç atın rahatlıkla sığacağı kadar büyüktü. Toprağı yılanın başına fırlattı. Yılan başını hızla geri çekerek kurtulsa da devasa gövdesini aynı hızda toprağın önünden çekmesi imkânsız olduğundan kaçamadı ve ilerlerken onu vuran büyünün etkisiyle yanından kıvrıldığı ağaca çarptı.
Siyah canavarlarsa göledin içine atlamış ve yüzerek karşıya geçmişti. Onar, yılan ve maymun şeklinde olan canavarların aksine daha telaşlı gözüküyorlardı. Kesinlikle kaçtıkları başka bir şey vardı. Tehlikeli ve büyük bir canavar sürüsü olabilirdi.
“Dora!”
Meryu yerden aynı büyüklükte bir toprak parçası daha kopararak bu sefer canavarın başına isabet etmesi için fırlattı fakat asası bu hızda bir mana transferini kaldıramayarak kırılmıştı. Yaptığı büyü de hedefi ıskalamış ama bir ağaca çarparak çarptığı ağacı yılanın kuyruğunun üstüne yıkmıştı.
Yılan canavarı takip eden canavar maymun, Meryu’nun saldırılarıyla karşılaşmış yılanın açığını yakaladığı gibi başına atladı. Sürüngenin kafatası parçalanmış ve mavi kanı ağaçlara ve canavarların önünden geçen atlara fırlamıştı. Hem aniden canavarın kafasına inen devasa maymun hem de sıçrayan kan yüzünden atlar korkmuştu. Meryu atını kontrol edip yola devam etmesini sağlasa da aynısını başaramayan Yu’nun atı dengesizce şaha kalktı ve binicisini üstünden attı.
Meryu, Yu’yu yerden almak için atını çevirdi. “Yu abi!”
Bacıyakalayan kendi kendine kından çıktı ve Yu’nun önüne düştüğü dört kollu canavara uçtu. Canavar kılıcın saldırısından kenara çekilerek kurtulmayı denese de kılıç havada hemen durdu ve saldırısının şeklini değiştirerek saplanmak yerine kesik atmayı denedi. Ne yazık ki canavarın turuncu pulları onu korumuş ve kılıç ince bir yara bile açamamıştı.
“Uçabilsem ve hızımı aldığımda güzel şeyler yapabilsem de…” Bacıyakalayan canavarın pullarını delmeyi denerken Yu canavarın dikkatini dağıtıyordu. “Biri beni savurmadığı sürece darbelerim gereken güce ulaşamıyor. Yine de…”
Meryu ellerini kaldırdı ve asa olmadan yeni bir büyü yaptı. Hızlı ya da yeterince büyük değildi ama başarılıydı. Canavarın altındaki toprak zemini kaydırmış, Bacıyakalayan ise yaptığı rüzgâr büyüsüyle onu yüzüstü yere gömmüştü.
Son darbe Yu’dan geliyordu. Dört kollu yaratık ayağa kalkmadan önce boynunun arkasına siyah kılıcını sapladı, pulları deldi ve beyinciğine ulaşarak canını aldı.
Lakin zaferin tadını yaşamadan önce “Gelen başkaları var,” dedi Bacıyakalayan. “Tek bir yönden gelmiyorlar.”
“Siyah olanların kaçtığı bir şey var.” Yu huzursuzdu. Canavarları ellerinden kaçırdığı için rahatsız olduğu yüzünün düşmesinden belliydi.
“Ağaca çıkalım.”
Yu’nun atı göledin çevresinde koşuyordu. Meryu ise yaklaşanları hissedip huzursuzlanan atının üstündeydi ve Karabaş dört kollu canavarın cesedini kokluyordu.
Bacıyakalayan’ın önerisinin çözüm olacağı konusunda şüpheliydi. Yaklaşan canavarlarsa kokuyu alabilir veya manayı hissedebilirdi. İnsanlar için de manayı hissetmek mümkündü ve başlarını kaldırmaları onları görmeleri için yeterli olacaktı. Gelenler ağaca tırmanmayı başaramasalar bile aşağıda inmelerini bekleyeceklerdi.
“Her yönden geliyorlar,” dedi Bacıyakalayan. “Atlarla kaçamayız, bunlar canavarlardan farklı.”
Yu siyah kılıcına baktı. “Sen bir şey hissediyor musun?”
Meryu kılıcın konuştuğu fikrine hâlâ alışamamıştı. Yu onunla çok az konuşsa da her yaptığında deli gibi gözüküyor, biraz ürkütücü oluyordu.
“Ne diyor?” diye sordu şeytani kılıcın yanıtını duyamayan Meryu.
Yu’nun gözleri yavaşça yere döndü. “Yeni arkadaşımın söylemesini istiyor.”
Onun hayatı da zordu tabii. Bir gün kendini haydutların arasında buluyordu, başka bir gün güçlü bir büyücü karısına âşık olup onu çalmaya çalışıyordu ve karısı kaçırılmışken trip atan bir kılıçla uğraşmak zorunda kalıyordu.
“Öncelikle kelime seçimin beni rahatsız ediyor.” Bacıyakalayan’ın saplandığı topraktan Meryu’nun ayaklarının altına doğru mana akıyordu. “İkincisi gelenler canavar değil, hayvanlar ve insanlar. Sizi öldürmek için peşinize ordu takacak deliler yoksa iki ayrı ordunun biraz sonra burada çarpışacağını tahmin ediyorum.”
“Neden burada ki?” Ormana girmelerinin sebebi zaten Yu Zao’nun ordusundan kaçmaktı. “Güneyde olmaları gerekiyordu. Ormana girmek ne saçma bir fikir!”
“Saçma olduğunu zannetmiyorum,” dedi Yu kılıcını kınına sokarken. “Ama bizim adımıza büyük bir talihsizlik. Şimdi yola çıkarsak-”
Yu cümlesini kesti ve havaya kulak kabarttı. Rüzgâr esiyordu, yağmur sertleşmişti ve toprak çamura dönüşüyordu. Meryu yerin titrediğini hissetti, binlerce nal toprağı dövüyordu.
“Kahretsin.”
Tırmanmaya en uygun ve yüksekliği en güvenli olan ağaç gölün hemen yanındaydı. Meryu attan atlayıp ağaca tırmanacaktı ama Yu kıyafetinden tutup çekti.
“Yüzme bilmiyorum,” dedi suya bakarken. “Düşersek boğulurum, sen biliyor musun?”
Başını salladı, suya düşebileceğini düşünmemişti.
“Buna çıkalım,” dedi Bacıyakalayan mağaranın ağzına yakın bir ağacı göstererek. Bu sefer Meryu o ağaca tırmandı, Yu onu takip etti ve Bacıyakalayan uçarak yanlarına gelmeden önce büyüsüyle köpeği havaya kaldırıp ağacın üstüne fırlattı. Yu köpeği kucağına aldı ve korkan hayvanın ses çıkarıp yerlerini belli etmemesi için ağzını tuttu.
Onlarla birlikte yükselen ve ağaçların rengini alarak kamufle olan yedi ışık-cismi görmek artık Meryu için yoğun dikkat gerektiren ve gereksiz bir işti. Tek fark edebildiği isimlendirilmeyenlerin bulunduğu havayı alevin üstündeki ışık gibi kırdığıydı.
-------------------------
24.06.2023 – 10:05
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..