Çok iyi hatırlıyorum bir cuma günüydü. Her zamanki gibi erkenden uyanmıştım ve her gün yaptığım gibi uyanır uyanmaz babamdan miras kalmış evin penceresinden yine babamdan miras kalmış bahçeye baktım. Koyu yeşil ağaçların dallarında kırmızılıklarıyla dikkat çeken elmalara doluydu bahçe. Kendi yarattığım elmalara bakarken birden heyecanlandım ve kahvaltı bile yapmadan koyu yeşil atkımı boynuma sararak dışarı çıktım.
Bahçeye koştum ve elmalarımdan birini nazikçe inceledim. Tahmin ettiğim gibi elmalar tamamen olgunlaşmışlardı. Bunun heyecanıyla aynı zamanda atlarımın bulunduğu ahırdan birkaç koyu yeşil renkli kasa alıp bahçeye dizdim ve daha yemek bile yememiş olmama rağmen hepsini sonuna kadar doldurdum.
Yardım etmesi için birini çağırma fırsatım vardı ama evim köy arasında bir dağ vardı ve o dağı dolaşmak uzun sürüyordu. Köye kadar gitmek istemedi canım. Zaten evim köyün yanında da olsa kendi başıma halletmeyi tercih ederdim.
Sonunda yeteri kadar elmayı toplayınca yukarı baktım ve Tanrı’ya saygı gösterdim. Evet saygı gösterdim çünkü benimki bir tapınma gibi değildi. Daha çok Tanrı’yı örnek alıyordum. Onun gibi olmak istiyordum hayatımın her anında.
İşim tamamen bittikten sonra yine ahıra gidip adları Burg ve Ahren olan iki güçlü atımı aldım. Adı Ahren olan atım açık kahverengi bir renge ve kumral bir yeleye sahipti, adı Burg olan atım ise Ahren’inkine kıyasla daha koyu bir kahverengi rengine ve simsiyah bir yeleye sahipti. İkisinin de eyerleri koyu yeşil rengindeydi.
Tahta kasaları atlara bağlı at arabasına yükledikten sonra köye doğru yola koyuldum. Köy yolunda -fakat evimden görebileceğim yakın bir yerde bulunan- beni her zaman kocaman koyu yeşil bir ağaç karşılardı. O ağaç ben doğduğumdan beri ordaydı ama ben küçükken renginin daha açık olduğuna yemin edebilirim.
Köye giderken kendi kendime düşüneceğim epey zamanım olur. O gün de aklıma geçmişim ve babam geldi. Babamı her düşündüğümde garip, boş bir duygu kaplardı içimi ama o zamanlar bunun ne olduğunu fazla önemsemezdim. Sonra ise köye vardım.
Elma yüklü at arabamla köyün liderinin evine doğu giderken kızı Felicia ile karşılaştım. Ona selam verdiğimde bana gülümseyerek karşılık verdi. Bembeyaz teni, dalgalı kahverengi saçları ve büyük koyu yeşil gözleriyle cennetten inmişçesine bir güzelliği vardı. Her zaman parıldayan aynı koyu yeşil inci kolyeyi takardı ki bu kolye ona çok yakışırdı.
Kendisine uzun süredir aşıktım ve onun da benimle aynı duyguları beslediğine inanıyordum. Zaten köyde genç olup da benim kadar iyi kalpli olan başka biri daha yoktu ki sorun da buydu. İkimiz de genç olduğumuz için ona uzun süredir evlenme teklifi etmekten korkuyordum. Bu düşüncelerle koyu yeşil kapısı her zaman açık olan eve, liderin evine girdim.
“Merhaba Bay Dustin, bugün nasılsınız?” diye başladım söze içeri adımımı atarken. “Elmalarım için hasat vakti gelmişti, ben de getirebildiğim kadarını köy için getirdim. Daha sonra daha fazlasını da getiririm eğer isterseniz.”
Adam mutlu bir şekilde bana döndü ve minnettar bakışlarla teşekkür etti. Bu tür yardımları her zaman yapardım -hatta bu tür yardımlar yüzünden aç kaldığım bile olurdu ama pek umursamazdım- bu yüzden de çok şaşırmadı ama ben yine de bu tavrına çok sevindim.
Bu kısa teşekkürden sonra Bay Dustin endişeli şekilde arkasındaki adama döndü. Adamı tanımıyordum, bu yüzden de hemen elimi uzattım ve ona kendimi tanıttım. Aynını o da baya yaptı ve neden burada olduğundan bahsetti. Kendisi yakın zamanda depremde evinin yıkılmasıyla ölen kasap Charlie’nin oğluymuş -aslında yaşadığımız köyde evler öyle yüksek de değildi ama talihsiz bir adamdı kendisi- ve onun yerine bakmak için buraya gelmiş.
Bay Dustin bu yeni dostumuza küçük köyde bir ev bulmaya çalışıyordu. Kasapta kalabilirdi ama orası gece muhtemelen fazla soğuk olurdu.
Önce adı Edward olan yeni dostumuza, sonra ise endişeli Bay Dustin’e baktım ve “Benim evimde kalabilir.” dedim. Bay Dustin her ne kadar nezaketen önce reddetse de rahatladığı her halinden belli oluyordu. Biraz ısrar etmemden sonra Edward'ın ona bir ev inşa edilene kadar benim evimde kalmasına karar verdik. Edward çok sevindi ve elimi bir kere daha sıkarak bana teşekkür etti. Yine mutlu olmuştum.
Eşyalarını at arabama yüklerken onu bir kez daha süzdüm. Koyu yeşil bir kazak gitmişti. Ayrıca benim çok uzun olmayan koyu kahverengi saçlarımın ve siyah gözlerimin aksine omuzlarına kadar gelen sarı saçları ve mavi gözleriyle kesinlikle “yakışıklı” diye tabir edilen insanlardan biriydi.
Sonunda yola koyulduğumuzda yolda sıkılmaması için bir konuşma başlatmak amacıyla “Birlikte çalışacağız.” dedim ona. Anlamsız şekilde bana bakınca “Ben koyun ve inek besliyorum. Bay Charlie her zaman benden alırdı hayvanları. Sen de öyle yaparsın sanırım.” diye konuşmaya devam ettim. O da bana onaylayıcı bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Konuşmamız hızlı bitmişti ama yol bitmemişti. Bu sefer konuşması gerekenin kendi olduğunu düşünen Edward “Atkın güzelmiş... ama biraz depresif bir atkı sanki.” diyerek konuşmayı başlattı.
“Depresif mi?”
“Evet, fazlasıyla depresif bir atkı.” dedi Edward. ”Yani renginden bahsediyorum. Neden böyle koyu renkli bir atkıyı seçtin ki?”
“Aslında bunu küçükken tarlada dolaştığım sırada bulmuştum. O sıralar babamı hastalıktan yeni kaybetmiştim ve abilerim de savaşta ölmüşlerdi. Babam ve abilerimle iyi ilişkilerim yoktu ama yine de onlar olmadan çok yalnız hissediyordum. Fakat sonunda bu atkıyı buldum.” dedim ve bu konuşmayı onunla yapmanın garip bir karar olduğunu anladım. Fakat yine de konuşmaya devam ettim. “Bu garip biliyorum ama onu ilk bulduğumda onunla, yani atkıyla konuşuyordum. Sanki eski bir dost gibi hissettiriyordu. Çok kalın bir atkı değil yani bu yüzden çok soğuk olmayan havalarda bile kullanıyorum. Görünüşünü seviyordum ama sen ‘depresif’ deyince biraz üzüldüm açıkçası” diye karşılık verdim. Bunları söylerken içimi yine tarif edilemez boş duygu kaplamıştı.
“Hayır hayır üzülmeni istemem. Gayet güzel bir atkı, sadece kendi fikrimi belirttim.” dedi Edward ve bu garip sohbet de sona erdi. Yol hala bitmemişti ama yine de yolun kalanı boyunca ikimiz de konuşmadık.
Eve girerken Edward masadaki kağıtları göstererek yazarlıkla uğraşıp uğraşmadığımı sordu. Ona hobi olarak bir şeyler denediğimi ama memnun kalmadığımı söyleyip sonra da kahvaltıyı birlikte yapmayı teklif ettim. O da kabul etti fakat evde odun kalmadığı için birlikte odun toplamak için dışarı çıktık.
Çıkarken Edward balta getirmeyi teklif etti ama onu reddettim çünkü zaten düşmüş olan dalları toplamayı düşünüyordum. Bunun nedeni Edward'a yaşayış tarzımı göstermekti. Edward bu fikrime karşı çıksa da benim dediğim gibi yaptık ve yerde bulduğumuz dallarla yemeğimizi pişirip yedik.
Ertesi gün ona köyü gezdirdim ve köylüleri tanıttım. Bir sonraki gün ona köyün ve benim evimin etrafını gösterdim. Üçüncü gün kasabı hazırlamasına yardım ettim derken günler öylece geçip gitti. Onunla zaman geçirdikçe tarif edilemez sıcak bir duygu etrafını kaplamıştı. İlk kez bir arkadaşım vardı.
Neredeyse bir ay sonra arkadaşlığımız tüm köy tarafından bilinir hale bile. Tamamen zıt olmamıza rağmen neredeyse her şeyi birlikte yapardık. Birlikte eğlenip birlikte ağlıyorduk. Hiç birbirimizden ayrılmıyorduk. Bu dostluğun sonsuza kadar ilerlemesini istiyordu canım ama öyle olmadı.
Günlerden bir Salı günüydü. Edward evinin neredeyse bittiğini ve görmek isteyip istemediğimi sordu. Fazla köye gitmiyordum bu yüzden olumlu cevap verdim. Ama anlamadığım şey Edward at arabasına bir koyun da bindirmişti. Ona biri et mi istiyor diye sorduğumda bana olumsuz cevap verince merakım daha da alevlendi ama Edward ısrarla bir şey söylemedi ve böylece köye vardık.
Evi cidden neredeyse bitmişti. Çok büyük bir ev değildi ama az işçi imkanını göz önünde bulundurursak mobilyaları olması büyük bir artıydı. Sadece eşyalarını getirmesi gerekiyordu ve artık evimde tekrar sadece ben ve atkım olacaktık.
Ben eve dönmeyi planlarken Edward “Daha işimiz bitmedi.” diyerek beni durdurdu ve koyunu da alıp beni kasaba doğru çekiştirmeye başladı. Nihayet vardığımızda durdu ve kasaba girip kasapların kullandığı koca satırlardan birini getirip elime sokuşturdu. O açıklamadan ne olduğuna anlamıştım. Benim koyunu öldürmemi istiyordu. Tabii ki onu reddettim ama fazla ısrarcıydı. Ne yaparsam yapayım Edward’ı ikna edemeyeceğimi anlayınca koyuna baktım. O ne olacaklardan habersiz şekilde etrafını izlemekle meşguldü. Oradan kaçmayı bile düşündüm ama arkamdan gelen bir ses beni engelledi.
“Hadi yapabilirsin!” sözlerini haykıran bu ses aşık olduğum tek ve ilk kadın olan Felicia’dan geliyordu. Arkamda durmuş benim ne hissettiğimi umursamadan ellerini çırparak tezahürat yapıyordu. O an o boş duygu şiddetli şekilde içimi sarsa da aşk gerçekten garip bir şey. Bu tezahüratlardan sonra gözümü bile kırpmadan koca bıçağı koyunun boğazına geçirdim. Son anlarında koyun umursamaz havasını kaybetmişti ve doğrudan gözümün içine bakıyordu. Koyunu kendi ellerimle yok ettikten sonra biraz kustum fakat Felicia’nın alkışları daha da şahlanmıştı ve beni tebrik ediyordu. Aynı zamanda Edward da belime vurarak gülmekle meşguldü. Her ne kadar yakınsam da bu beni mutlu etmişti.
Eve doğru giderken Edward “korkak” halime hala gülüyordu fakat biz köyden uzaklaşınca ciddileşti ve arabayı durdurmamı istedi. İstediğini yaptığımda kemikli elleriyle omzumu kavradı ve bana Felicia’ya aşık olduğunu söyledi. Sanırım benim de ona aşık olduğumu düşündüğü için endişelenmişti ki ben zaten ona aşıktım.
Edward bana bu sözleri söyleyince içimi sürekli peşimde olan o boş duygu kapladı. Nedenini bilmiyordum ama korkmuştum. Hızlı bir hareketle elimi Edward’ın beline götürdüm ve beline yavaşça vururken “Kesinlikle çok yakışırsınız.” Sözleri döküldü ağzından. Eve giderken yine büyük koyu yeşil ağaç ile karşılaştık ama rengi daha da koyulaşmış gibi geldi.
Edward birkaç gün sonra kendi evine taşındı. Artık onunla daha mesafeliydik. Hatta ben köye hiç inmediğim için sadece koyun ya da inek ihtiyacı olunca geliyordu ki bu anlarda bile onunla olduğunca az konuşmaya çalışıyordum. Hem onu bir daha görmek istemiyor hem de onun yanımda olmasını istiyordum. Arkadaşlığı tadınca eskiden ne kadar yalnız olduğumu anca fark edebilmiştim ve şimdi tekrar o yalnızlığa batarken tek yanımda olan koyu yeşil atkımdı.
Yine Edward'sız geçen günlerden birinde çorbamı içerken dalgınlığım sonucunda çorbayı atkıma döktüm. Telaşla kalktım ve musluğa koştum ama musluktan su gelmiyordu. Hemen dışarı çıktım ve yakınlarda olan dereye gidip koyu yeşil atkımı suya batırdım. Dikkatlice yıkadığım atkıya bakarken Edward ile olan ilişkim aklıma geldi. “Onunla çok iyi geçiniyorduk. Hatta tüm köy arkadaşlığımızı bilir hale gelmişti. Nasıl bu hale geldik? Nasıl birbirimizi unuttuk?” diye geçti aklımdan. Onu gerçekten çok özlüyordum ama bunları düşünürken öyle daldım ki atkım elinden düştü ve derecede yüzmeye başladı.
Telaşla atkının peşinden dereye atladım. Etrafımı büyük bir korku sarmıştı ve ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Tek düşündüğüm atkımı kaybetmek istemeyişimdi ki kapıldığım korku atkımı yakalamamla son buldu. “Neyse ki dere bugün çok hareketli değil.” diye geçti aklımdan kafamı elimde duran atkıya çevirirken. Atkı tamamen ıslanmıştı ve su onun rengini daha da koyu bir hale getirmişti. Umursamadım ve ıslak atkıyı boynuma sardım. geri dönerken sadece boynumda duran atkıya bakıyordum. Bu yüzden düşsem şaşırmazdım ama çok da umurumda değildi.
Sonunda eve vardım ve tam içeri girerken hiç beklemediğim biri karşıma çıkıverdi. Bu beklenmedik misafir sevinçle ellerimi sıktı. Onu görünce sıcak bir duygu yine etrafımı sardı. Bu kişi Edward’ın ta kendisiydi.
Edward bana neden evimde olduğuyla ilgili açıklama yaparken benim aklım hayallere dalmıştı. Edward’la artık tekrar arkadaş olabilir, tüm köyün dilinde olabilir ve her şeyi birlikte yapabiliriz diye geçti aklımdan. O an için umutla dolmuştu vücudum ama evin içinden gelen bir parıldama tüm hayallerimi alt üst etti.
Kapının önünde duran Edward’ı yavaşça yana ittim ve evin içine girip parıldamanın kaynağını dikkatlice elime aldım. Koyu yeşil bir inci kolye yatağımın yanından durmuş parıltısıyla benden yardım istemişti. Elimdeki inci kolyeyle birlikte arkamı döndüm ve Edward’ın tedirgin yüzüne baktım. İçimi her zamanki boş duygu sarmıştı; fakat şimdi her zamankinden daha kuvvetliydi.
Edward’ın yanına gelip kıyafetinin ense tarafından tuttum ve yüzünün önüne getirdiğim inci kolyeyi göstererek “Bunun sende ne işi var?” diye bağırmaya başladım.
Sorumun ardından biraz beklememe rağmen cevap yerine sadece Edward’ın korkmuş yüzüyle karşılaşınca içimdeki boş duygu daha da arttı. Delirmiştim.
Kıyafetini kavradığın Edward’ı yürüyerek sürüklemeye başladım. Amacım onu köye kadar böyle götürmek ve sevgili Felicia’mın kolyesini çalışını herkese göstermekti. Fakat Edward bana “Ne yapıyorsun? Dursana!” şeklinde bağırınca boş duygu öyle bir arttı ki Edward’a yumruğumu kaldırdım. Daha önce kimseye vurmamıştım ama sıkı çalışmamdan dolayı güçlü biriydim, eğer vursaydım onda kalıcı bir hasara sebep olabilirdim. Vurmaktan vazgeçtim ve bağıran Edward’ı umursamadan tüm yol boyunca kıyafetinden tutarak onu sürükledim. Her zaman çok uzun gelen evim ve köy arasındaki yol ilk kez bu kadar kısa gelmişti.
Sonunda Bay Dustin’in evine varında kıyafetini hala bırakmadığım Edward ile birlikte içeri daldım. İçeride köydeki neredeyse herkes vardı ve muhtemelen köyün geleceğiyle ilgili kararlar alıyorlardı. Kısa süreliğine “Neden beni çağırmadılar acaba?” diye düşünsem de bu düşünce hızlıca aklımdan uçup gitti.
Kıyafetinden kavradığım Edward’ı evin salonunun ortasında duran kilime attım. Tüm köylüler telaşla ayağa kalkmış ve bana bakıyorlardı. Bu görüntü çok hoşuma gitti ve ister istemez kıkırdadım. Sonra ise yine ciddileştim.
“Edward; Herkesin tanıdığı, köyümüze geleli çok olmamış bu yakışıklı genç...” diye başladım söze ve elimde tuttuğum inci kolyeyi havaya kaldırdım ve “... köyümüzün güzeller güzeli genç kızının inci kolyesini çalmış, üstüne bunu benim evime saklamıştı. Evime tam zamanında varmasaydım bundan dolayı beni suçlayacaktı.” şeklinde devam ettim konuşmama.
Bu sözlerimin ardından yerde yatan Edward’a baktım. Şaşırmıştı.
“Şimdi kararı size bırakıyorum sevgili köy halkı! Bu günahkar yakışıklı gence ne tür bir ceza vereceksiniz?” diyerek bitirdim tiyatrodaymışım gibi bir edayla yaptığım konuşmamı. Boş duygu içimi öyle kaplamıştı ki artık acı veriyordu.
Odadaki herkes bana şaşkın şekilde bakarken Edward yavaşça ayağa kalktı ve “Felicia ile ben... biz nişanlıyız. Onun bana kendinden bir parçayı vermesinin normal olduğunu düşünüyorum.” dedi aşırı sakin bir şekilde. “Neden bu kadar şaşırdın ki? Sana nişanlandığımızı söyleme fırsatım olmamıştı ama sen de biliyorsun ki ona karşı hislerim vardı.”
O an aklıma hafızamdan sildiğim bir anı geldi. Edward’a karşı olan soğuk tavrımın sebebi olan anı. Edward’ın Felicia hakkındaki hislerini bana acımasızca açıkladığı o anı. Dünya başıma yıkılmıştı. “Böyle bir anı nasıl aklımdan uçup gidebilirdi ki?” diye geçirdim aklımdan. Kafam çok karışmıştı.
Ben odanın ortasında kendimle boğuşurken yaşlı bir elin omuzuma dokunmasıyla irkildim. Arkamı döndüğümde omuzuma elini koymuş kişinin Bay Dustin olduğunu gördüm. Bana karşı çok sinirli olacağını, benimle bir daha görüşmek istemeyeceğini sanmıştım ama yüzünde sakin bir gülümseme vardı. Rahatlamıştım
“Herkes hata yapar oğlum, söyle bakalım ismin neydi senin?”
Bu söz sonrası dünya bir kere daha başıma yıkıldı. “İsmimi nasıl bilmez? Ben... ben onlar için her şeyi yapan, onlara her koşulda yardım eden tanrılarıyım. Peki o zaman neden? Neden daha adımı bile bilmiyor bu yaşlı bunak? Neden tanımıyor beni?” diye düşündüm birkaç dakika önce Edward’ı attığım kilime bakarken. Koyu yeşil bir kilimdi fakat daha önce hiç bu kadar koyu bir yeşil görmemiştim.
Korktum, terledim, gözümden yaş aktı ve kaçtım. Evime kadar koştum ve kendimi yatağa attım. Ağladım. Sessizce, kendim bile duyamayacağım şekilde ağladım. Her şeyimi kaybetmiştim.
Ertesi gün hiç yatağımdan çıkmadım. Yemek ya da su bile tüketmedim. Sadece içimi kaplamış boş duygu ile birlikte atkıma sarılıp yatağımda uyudum.
Bir sonraki gün yine hiç su içmedim ve yemek yemedim
Üçüncü gün acıkmış ve susamıştım, bu yüzden yavaşça evimden çıktım ve elma bahçeme yürüdüm. Elimi bir elma almak için uzattım ama vazgeçtim. Artık bu elmaları vereceğim kimse yoktu. Artık elmalarım hiçbir anlamı yoktu benim için.
Dördüncü gün vermeyi unuttuğum için bende kalmış, masamın üstüne koyduğum koyu yeşil inci kolyeyi görünce Felicia’yı düşündüm. “Acaba yaptıklarımı öğrendiği zaman benden soğumuş mudur?” dedim içimden kendi kendime. Soğumuş olacağı kararına varınca kendi kendime çok üzüldüm.
Beşinci gün birkaç gündür evimi sarmış kötü koku arttığı için kendimi dışarı attım. Etrafıma bakarken baltadan kaynaklanan parıltı dikkatimi çekti. Baltanın yanına yaklaştım ve yavaşça elime alıp kaldırdım. İstemsizce önümde duran koca ormana doğru yürümeye başladım. Ormanın derinliklerine doğru inince bir ağaç dikkatimi çekti. Bu ağacın fidanını ben dikmiştim. Kocaman bir çam ağacıydı. Baltamı kaldırdım. Tek arzum kendi yarattığım bu çam ağacını şimdi yok etmekti. Bu dünya hiçbir zaman yaratanı sevmemişti; her zaman yok edendi bu acımasız dünyanın sevdiği, hatırladığı. Ben de şimdi o olmalıydım, yok eden olmalıydım.
Yapamadım. Baltam yukarıda çam ağacının önünde uzunca bekledim ama o baltayı ağaca saplayamadım. Baltamı indirdim ve evime doğru yürümeye başladım.
Evim görüş alanıma girince evimin yanında duran birkaç kişi dikkatimi çekti. Bunlar Bay Dustin, Edward ve komiserdi. Endişeli şekilde evime doğru hızlı adımlarla yürürken iki polisin evimden çıkardığı bir şey gözüme çarptı. Bu şey polislerden birinin kollarından diğerinin bacaklarından kavradığı ve dışarı çıkardığı bir insan vücuduydu. Kahverengi ve dalgalı saçlarından tanıdığım bu kişi aşık olduğum tek ve ilk kişi olan Felicia’ydı. Cansız bedeni benim evimden çıkarılıyordu. O an anlamıştım. Neden Edward’ın evime girdiğini, o kolyenin nasıl Felicia’nın boynundan düştüğünü ve evimin neden kötü koktuğunu.
Ben bu düşünceler içinde olduğum yerde kalakalmışken Bay Dustin’in bana doğru koştuğunu fark bile edememiştim. Bunun sonucunda da Bay Dustin’in güçlü koluyla desteklenmiş bir yumruk yüzünle buluşunca kendimi yerde buldum. Aslında normal şartlar altında bu kadar hızlı düşmezdim ama birkaç gündür ne doğru düzgün bir şey içmiş ne de bir şey yemiştim.
Gözlerim kararırken yakama yapışan Bay Dustin’den duyduğum tek şey “Neden?” sözcüğü oldu. Keşke ona bunu benim yapmadığımı söyleme şansım olsaydı ama o bana vurduğunda bayılacağım çoktan kesinleşmişti. Ve öyle de oldu, yavaş yavaş kapanan gözlerimle birlikte acımasız dünyadan kısa süre de olsa kurtuldum ve derin bir uykuya daldım.
Uyandığımda bir hücrenin içinde uzanmıştım ve hava kararmaya başlamıştı. Yediğim yumruktan dolayı burnum ve yanağım çok ağrıyordu fakat Edward’ın hücrenin öbür tarafında durup bana bakıyordu. Bunu umursamayıp hücre duvarlarına yaslanıp uzanmaya ve hiçbir ses çıkarmamaya devam ettim.
“Üzgünüm... çok üzgünüm.” dedi sadece. Bunları söylerken günün son ışıkları sayesinde gözlerinden akan yaşları görmüştüm.
Gözündeki yaşı silerken “Seni mahkemeye çıkaracaklar. Başkente gidecek bir araba yakından gelir.” dedi ve gözümün önünden ayrıldı. Ben de tekrar bu anlamsız dünyaya karşı bir kere daha gözlerimi kapadım.
Bir rüya gördüm, gördüğüm rüya geçmişimden bir anıydı. Rüya babam ve iki erkek kardeşimle birlikte kiliseden çıkmamızla başladı. Babam aşırı dindar ve her olayda Tanrı’nın adını anmayı ihmal etmeyen bir kişiydi. O gün de aynı şekilde kiliseden çıkarken Tanrı’ya şükretti.
Eve döndüğümüzde babam ben ve iki büyük kardeşimi tek sıra halinde elma bahçesinin yanına yerleştirdi. Babam bunu ayda bir mutlaka yapardı. Her ay bize o ay başardıklarımızı sorar ve yaptıklarımıza göre bizi tebrik ederdi.
Önce en büyük abim olan Burg’un önünde durdu. Kendisi babama çok benziyordu. Esmer tenliydi ve simsiyah saçlara sahipti.
“Bu ay ne başardın oğlum?” diye sordu yere bakarak.
“Geyik avladım baba.”
Bu söz üzerine babam diz çöktükten sonra yere bakan başını Burg’a çevirip tam da gözlerinin içine bakarak “Aferin oğlum” dedi
Daha sonra adı Ahren olan, kumral saçlı ve açık tenli olan ortanca abimin önünde durdu ve ona da aynı şekilde “Bu ay ne başardım oğlum?” diye sordu
Abim hızlıca “Bir geyiğin neresinin yenip neresinin yenmeyeceğini, yenebilecek parçalarını nasıl ayıracağımı öğrendim.” diye cevap verdi.
Babam aynı Burg’a yaptığı yaptığı gibi Ahren abimi de “aferin” diyerek tebrik etti.
Sonra sıra bana geldi. Babamın morali bozulmuş gibiydi ama ben onu sevindireceğime emindim. Babam daha sorusunu sormadan arkamda sakladığım dört yapraklı yoncayı ona gösterdim ve “Bunu, bu ay bunu buldum baba. Köydeki çocuklar şans getirdiklerini söylemişlerdi. Senin için buldu-“
Ben daha sözümü bitirmeden babam sinirli bir şekilde elime vurdu ve yonca yere düştü. Ben daha yere düşmüş yoncaya bakma fırsatı bulamadan babam yakama yapıştı ve “Neden? Neden hiçbir işe yaramıyorsun? Nasıl bu kadar işe yaramaz olmalı beceriyorsun?” şeklinde bağırmaya başladı. En kötüsü de bunları söylerken yüzüme bile bakmıyordu. Gözyaşlarım hiç akmadığı kadar akıyor, babam bunu gördükçe daha da çok bağırıyordu.
Terli şekilde bu korkunç anıyı hatırlamama sebep olan rüyadan uyandım. Sağıma, soluma, önüme ve arkama baktım. Her yer karanlıktı ama bu karanlığın yeşilin bir tonu olduğuna nedense emindim. Yeşilin en koyu tonu, tamamen siyah olan tonuydu her yer.
“Ben yalnızlığım.” mırıldadım kendi kendime ve yanımdaki uyuyan yaşlı adamı fark ettim. Karanlıktan dolayı zar zor seçebiliyordum ama kendisinin köyde sarhoş olup kavga çıkardığı için sürekli hücreye atılan Yaşlı Bud olduğunu anlamıştım. “Bu adamı bir “katille” aynı yere koymaları ne kadar da komik. Bu köy katiller konusunda çok acemi. Muhtemelen büyük bir katil ortaya çıksa akıllarından silinmez” diye düşündüm kendi kendime.
Adama biraz daha baktıktan sonra ellerimi usulca adamın saçlarına götürdüm ve saçlarından kavradığım kafayı duvara vurmaya başladım. Normalde en ufak kandan tiksinirim, hatta kustuğum olur ama bu seferkinde adam hayatta kalsa bile bu olayın aklından asla çıkmayacağını, beni her zaman hatırlayacağını bildiğim için kanlar fışkırdıkça zevk alıyordum.
Birinci vuruşça şaşkın şekilde uyanan adam ikincisinde bağırmaya ve ağlamaya başladı. Kapının önünde bekleyen polis dördüncü vuruştan sonra anca uyanabilmişi ve korkmuş ve tedirgin bir şekilde kapıyı açmaya çalışıyordu.
Sonunda açtığında saçından kavradığım adamı polisin üstüne attım. Açlıktan ve susuzluktan geberiyordum ama kendimi her şeyi yapabilecek güçte hissediyordum. Polis dengesini kaybedip yere düştüğünde tam da ağzının ortasına ayağımla yaklaşık on kere vurdum ve polis tamamen hareket edemeyecek hale geldiğinde karakolun çıkışına doğru usulca yürümeye başladım.
Çıkışındaki masada duran koyu yeşil atkım dikkatimi çekti. Bir kez daha ihtiyacım olmayacağını bilmeme rağmen onu boynuma doladım ve sessiz köy yollarında yürümeye başladım. Sonunda hedeflediğim yere vardığımda ise durdum. Burası Edward’ın kasabıydı.
Yerde duran bir taş ile kasabın camını kırdım ve içeri daldım. Her yeri karıştırdım ve sonunda aradığım şeyi buldum. Kasapların kullandığı koca satırlardan biriydi bu, o gün sayesinde koyunu yok ettiğim koca satırdı bu. Bu satırla tüm köylüleri, tüm köyü yok etmek ama sadece birini bırakıp bunu ve beni hayatı boyunca unutmamasını sağlamak geçti aklımdan. Fakat bundan önce yapmak istediğim bir şey olduğundan evime doğru yürümeye başladım. Ben köyden ayrılırken birkaç kişinin beni izlediğini hissettim. Beni ölene kadar akıllarından çıkaramayacakları aklıma gelince kendi kendime kıkırdadım.
Evime doğru giderken beni her zaman karşılayan koyu yeşil ağacın eskisinden bile koyu olduğunu gördüm.
Evime girdim. Ceset kokusu evin her yerine sinmişti ama umursamadım ve çekmecemden bir meşale çıkarıp ateşe verdim. Ateşe verdiğim meşaleyle birlikte elma ağacı bahçesine doğru gittim ve bahçenin önünde uzunca bekledikten sonra elimde duran meşaleyi ağaçlardan bir tanesinin dallarına tuttum. O ağaç alev alınca bir başkası da yandı, daha sonra bir başkası daha ve bir başkası daha derken tüm bahçe yanmaya başlamıştı. Bu bahçeye birçok kez gelmiştim ama ilk kez kendimi bu kadar huzurlu hissediyordum. Hatta o kadar huzurluydum ki atkıma sıçrayan ateşi anca fark edebilmiştim. Aceleyle atkımdaki alevi söndürdükten sonra yanan ağaçların ateşi sayesinde aydınlanan etrafıma baktım. Tüm elmalarım yok olurken etraf hiç olmadığı kadar açık bir yeşil tonundaydı. Hatta sürekli beni karşılayan koca ağaç bile çocukluğumda olduğundan bile daha açık bir yeşil rengine bürünmüştü.
Keyfim çok yerinde olduğundan yanan ağaçların birinden bir elma kopardım ve bir ısırık aldım fakat zevkimi bozan bir haşereyi hissetmemle elmayı da, ağzımdaki parçasını da yere attım. Bu kişi Edward’ın kendiydi ve korkmuş bir şekilde gözlerime bakıyordu.
“Üzgünüm, çok üzgünüm. Lütfen beni affet. İsteyerek yapmamıştım. Kazara oldu ve çok korktum” diye haykırmaya ve önümde diz çöküp ağlamaya başladı Edward. Kendimi siper ettiğim için satırı görmemişti.
Yavaşça Edward’a doğru yürürken “İntikam falan istemiyorum Edward.” diye başladım söze. “İntikam çocuksu bir duygu. Ben sadece nefret ediyorum. İçim nefretle doldu, aslında her zaman nefret vardı içimde ama bu duyguyu her zaman görmezden geldim ve yokmuş biri davrandım. Fakat şimdi eskiden “boş” diyerek kendimden uzaklaştırdığım bu duygu artık beni oluşturuyor. Tamamen nefretle doldum. Ben nefretim.”
Edward sözlerimden hiçbir şey anlayamayacak kadar aptal biri olduğu için bana bakakalmıştı sadece. Ben de bu durumdan istifade ederek arkama sakladığım satırı boynuna geçirdim. Aklıma aynı satırı koyunun boynuna geçirişim geldi ve kendi kendime kıkırdadım. Fakat Edward ile işim henüz bitmemişti. Onu evime kadar taşıdım ve yemek masama uzandırdım. Sonra da ayaklarından başlayarak vücudunun her kısmını ufak ufak parçalara bölüp yemeye başladım. Onu tamamen yok etmek istiyordum.
Yemeğe başlamadan önce Tanrı'ya bakmak adına başımı yukarı kaldırdım ama yukarıda evimin eskimiş tavanı haricinde her hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine kendi kendime kıkırdadıktan sonra başımı tam tersi yöne, aşağıya çevirdim ve işe oradaydı. Ona saygı gösterdim çünkü onun gibi olmak istiyordum. O şeytandı.
Uzun uzun aşağıya baktıktan sonra başımı nihayet kaldırdım. Çalışma masamda duran kağıt ve kalem dikkatimi çekti ve bunları yazmaya karar verdim. Artık tek bir amacım var. Yok etmek, yok etmek ve yok etmek. İnsanların aklına kazınana kadar yok etmek istiyorum.
~~~
Çalışma masasında duran yazıyı okuduktan sonra şok olan genç polis okuduklarında inanamadığı için yeni olduğu belli yazıya tekrar bir göz gezdirdi. Kısa siyah saçlara ve yine aynı renkte gözlere sahipti. Birkaç yıldır bu küçük köyde çalışıyordu ama ilk kez böyle bir olay yaşanmıştı.
Korku içinde yemek masasına bakan polis orda insan cesedi görmese de birkaç et parçası gördü. Panikle kendini dışarı atınca yanmakta olan bahçeyi bir kere daha gördü ve aklından “yazık oldu.” diye geçirdi. Bahçeye doğru yürürken ahırın açık olan kapısı dikkatini çekti. Ahıra yaklaşınca bir et yığınının atların önünde olduğunu gördü. Kafası çok karışmıştı. Olayları bildirmek için kendi atına binerek köye gidecekti ki köy yolundaki koca ağacın dibinde uzanan bir siluet dikkatini çekti. Atından indi ve siluete doğru temkinli bir şekilde yürümeye başladı. Yeterince yaklaşınca ağacın dibinde uzanan kişinin birkaç dakika önce ayrıldığı evin sahibi olduğunu anladı. Yirmili yaşlarındaki adamın aşırı sıradan görünüşü yüzünden onu başkalarından ayırt eden tek özelliği boynuna sardığı atkı olmuştu.
Genç polis yavaşça adama yaklaştı ama yaklaştıkça adamın hiçbir şey yapamayacak kadar güçsüz olduğunu fark etti.
Adam bir içgüdüyle ölüme doğru giden uykusundan uyandı. Bir şey hissetmişti. Kendi gibi olan birini hissetmişti ve karşısındaki genç polisi görünce bundan emin oldu. Polisin kendisinin güçsüz olduğunu bilmesine rağmen kendisinden korkuyor olması ona komik geldi ve usulca yanına yaklaşan polise “Ne için polis olmayı seçtin?” diye sordu.
Polis önce irkildi ve sonra cevap vermeye yeltendi ama aklına hiçbir cevap gelmeyince olduğu yerde kalakaldı
Bunu anlayan adam “İnsanların seni sevmesini mi istedin? Seni tanımalarını ve seninle arkadaş olmalarını mı?” dedi üzgün bir edayla. “Fakat bilmeni istediğim bir şey var ki polislik sana bunların hiçbirini kazandırmaz. Aslında benim eski halime benziyorsun”
Genç polis “Ben senin gibi değilim” diyerek karşı çıkmak istiyordu fakat hem adamdan korkuyor, hem de onun tamamen haksız olduğuna inanmıyordu.
“Her zaman tanrının bu dünyada herkes tarafından en çok sevilen kişi olduğunu düşündüm ama o kişi her zaman şeytandı. İnsan her ne kadar her zaman tanrıyı sevdiğini dile getirse de içten içe şeytanın yanında olur. Bu yüzden şeytanı örnek almalı, eğer gerçekten insanların aklında yer etmek istiyorsan onun gibi yok eden olmalısın. Hiç durmadan her şeyi yok etmelisin.”
Genç polis bu sözler üzerine afalladı çünkü bu sözlerin doğrudan kendine hitap ettiğini hissetmişti. Sözler onu çok etkilemişti, bu yüzden de sözlerin sahibine yardım etmek istedi ve elini ona doğru uzattı.
Adam bunun üzerine mutlu bir ifade takındı ve boynundaki atkıyı yavaşça çıkararak genç polisin uzanmış eline koydu. Bunu yaparken polisin gözlerinin içine baktı ve umduğu gibi polisin ne yapacağını anladığını gördü. Yok edecekti.
Bunlar üzerine genç polis ayağa kalkıp uzaklaşırken artık atkısı bile olmayan sıradan adam, genç polise adını bile söylemediğini fark edip başını yürüyen polise doğru çevirdi ve “Allein! Benim adım Allein! Adımı sakın unutma, sakın unutturma!” diye bağırdı ama adı Allein olan adam ölüme o kadar yaklaşmıştı ki artık sesi bile çıkmıyordu.
Allein bir süre sonra bağırmaktan vazgeçti ve umutsuz şekilde genç polisi süzmeye başladı. Arkasından polise bakarken birden dikkatini polisin etrafına sardığı, yanık izleri nedeniyle simsiyah olmuş atkı çekti. “Neden öyle bir atkı giyiyor ki” diye düşünürken o atkının kendisinin olduğunu hatırladı. O atkıyı kendisi bu hale getirmişti.
Bu düşüncelerden bıktığı için başını başka yöne çeviren Allein bu sefer sönmeye başlamış yanan bahçeyi izlemeye koyuldu. Birkaç dakika önce her yeri aydınlatan ateşin ışığı artık kendini bile aydınlatamayacak kadar güçsüzleşmiş, birkaç dakika önce ona büyük huzur veren bu şey artık yok olmaya yüz tutmuştu. Bunun üzerine hüzün içinde düşünmeye başlayan Allein’in aklına “Neden?” sorusu geldi. “Neden böyle bir şey yapmıştım ki acaba?” diye düşünürken artık şeytan olduğunu hatırladı ve sorusuna yanıt bulmuş oldu.
Sonra da şeytanla benzerliği hakkında düşündü. “Belki şeytan babasına ne kadar iyi olduğunu göstermek için yok ediyordur.” şeklinde bir fikir yürüttü ve bu fikir ona çok mantıklı geldi.
Ölmeye çok daha yaklaşmışken “Mutlu muyum?” diye düşündü. Bunun cevabını cidden bilmiyordu çünkü “mutlu olmak” nasıl bir duygu unutmuştu. Biraz mutlu olmak adına düşünmeye çalışsa da hatırlarında bu duygu hakkında bir anı olmadığını fark etti. Belki de vardı ama sadece unutmuştu.
Ölümüne birkaç saniye kala Allein’in gözü sönmesine saniyeler kalmış ateşin altında aydınlanan, bir şekilde bulunduğu dalın yanmamasıyla yere düşmemiş bir elmaya çarptı. Elmaya uzun uzun baktıktan sonra daha önce bahçesindeki hiçbir elmayı yemediğini fark etti. O elmaları bir sürü kişiye verdi ama hiçbir zaman kendi yiyecek fırsatı olmamıştı. Ölümüne bir saniye kala aklından “Keşke o elmalardan bir tane yeseydim.” diye geçirdi ve bu acımasız dünyaya veda etti. Eğer bir saniye fazla yaşasaydı muhtemelen gözyaşlarına boğulacaktı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..