Milattan Sonra: 2564
‘’Kariya, Kurhan ve Kalis; bu üç yıldız içinde bulunduğumuz sistemi, evimizi, oluşturan üç önemli yıldızdır.’’ dedi İstaf, elinde tuttuğu kolyesini ve üzerindeki üç daireyi gösterirken, ‘’Eşitlerin en eşiti deriz biz onlara, inancımıza göre en saygı duyulan ve hürmet gösterilenler onlardır.’’
Garip değil mi? Bir önceki gün beni öldürmekle tehdit edip nefret kusan çocukla şu an hiçbir şey olmamış (gerçi havada hala bir gerginlik vardı) gibi konuşuyorduk. Gerçi daha çok o konuşuyor, ben de dinliyordum.
‘’Sanırım sizin için en önemliler onlar.''
‘’Öyle diyebiliriz.’’ kolyeyi öpüp tekrardan boynuna taktı, ‘’Anlatsana Falkenmayer, siz Terralılar onlara ne ad veriyorsun?’’
Muhtemelen ‘’Falkenmayer’i Konstantin’den daha kolay telaffuz edilebilir bulmuştu. Açık konuşmak gerekirse kendime soy adımla hitap edilmesinden nefret ederdim, ama hali hazırda gergin havayı daha da bozmamak için laf etmedim.
‘’Enver-A, Enver-B ve Enver-C.’’ Arapça kökenli Türkçe bir sözcüktü Enver, parlak ve ışıldayan gibi bir anlamı vardı.
‘’Siz Terralılar hiç de yaratıcı değilsiniz.’’
‘’Sanırım, sizin aksinize yıldızları teker teker isimlendirmektense sisteme bir isim verip yıldızları ve bazen de gezegenleri sayılar ve harflerle sınıflandırmayı seçiyoruz.’’ diye yanıtladım.
‘’İlginç, biz her bir yıldızın ismini özenle seçeriz. Onlara yakışacak kelimelere şu an var olan veya yok olmuş dillerden özenle çıkarırız. Cumhuriyettekiler bile böyle yapar.’’
‘’İş uzay seyahatine gelince yıldızlar senin için yürüyüp geçtiğin caddelerden veya sokaklardan farksız oluyor, o yüzden akılda kalıcı isimler vermek ve seri olarak kaydetmek daha uygun. Tabii iş kültürde bitiyor, birçok kültürde yıldızlar önemli bir yer arz etse de sizin kadar önem vermiyoruz.’’
‘’Uzay seyahati demişken, sizin gezegeninizin hani şu neydi adı... Ha, Dünya işte, onun yıldızından bahsetsene?’’
‘’Güneş, adı bu. Beyaz renkli, orta büyüklükte bir yıldız. Galakside bulunan iki yüz milyon yıldızdan bir tanesi, belki de en sıradanı.’’
‘’Başka bir şey yok mu?’’
‘’Aslına bakarsan bilmiyorum. Sizin aksinize yıldızlara dinsel bir değer vermediğimiz gibi hayatımın tamamını Dünya’da geçirmiş biri olarak her daim gördüğüm bir şeyin benim için pek de özel olduğunu söyleyemem.’’
‘’Ama...’’ cümlesini tamamlamasına mani olan şey adım sesleri ve konuşan tanıdık bir sesti.
‘’Bu... Gerçekten beklenmedik.’’ sese bakılırsa Ain olmalıydı bu.
‘’Ş-şey...’’ İstaf hemen ayağa fırlayıp kendince duruma toparlamaya çalıştı.
Onun bu hali kızın komiğine gitmiş olacak ki gülerek konuştu, ‘’Helal olsun Konstantin, İstaf gibi biriyle bile arkadaş olmayı başardın.’’
Arkadaş demek için şimdilik biraz erkendi gerçi ama...
‘’S-selam Ain, hangi rüzgar attı seni buraya?’’ İstaf sonunda konuşmayı başarmıştı.
‘’Selam İstaf, Konstantin’e bir şey söylemek için gelmiştim. Muhabbetinizi bölmedim umarım?’’
‘’Y-yok ne bölmesi.’’ şu ana kadar hep soğuk bir ses tonuyla konuşmuşken ilk kez sesi heyecanlı ve ‘’nispeten’’ sıcakkanlı bir hale bürünmüştü.
Ain bana dönüp konuştu, ‘’Aliya bugün buraya gelemeyeceğini söylememi istedi. Bazı işleri varmış. Muhtemelen İko tarafından esir alınmış vaziyette.’’
‘’Anladım, selamımı söyle.’’ dedim, bu habere canım sıkılmıştı ister istemez.
‘’Söylerim, görüşürüz ikinize de!’’ ardından oradan uzaklaştı. Çıkmadan önce ekledi, ‘’Hazırlansın iyi edersin, sakın geç kalma!’’
Kendisinin gitmesi ile İstaf, utanmış bir şekilde kendini yere attı.
‘’Ne oldu?’’ diye sordum.
‘’Dalga mı geçiyorsun? Belli değil mi?’’ dedi. Düşündüm, kızla konuşurkenki kısa sürede davranışları aklıma geldi.
‘’Ondan hoşlanıyor musun?’’
Onayladığını belirtircesine birkaç ses çıkarttı, ‘’Fena halde.’’ oturduğu yerden doğruldu, ‘’Bir şey soracağım Falkenmayer, sence ne yapmalıyım?’’
‘’Anlamadım?’’
‘’Ain konusunda. Onu baloya davet etmeyi başardım belki ama sonrasında ne yapacağıma dair bir fikrim yok...’’
‘’Bunu sorman gereken kişinin ben olduğumdan emin değilim.’’
‘’Eğer Dünya’da da işler pek farklı işlemiyorsa senden bir şeyler öğrenebilirim diye düşünmüştüm.’’ bunları söylerken ki sesi o kadar umutsuz çıkmıştı ki ona yardım etmek için içten içe büyük bir şevk duymuştum, sanki kendisi dün gece beni öldürmekle tehdit etmiyormuş gibi...
Benim hiç sevgilim olmamıştı. Bırak olmamasını, geçmişe dönüp baktığımda hoşlandığım bir kız olduğunu dahi hatırlamıyordum. Öyle ki şu ana kadar konuştuğum hiçbir kız bana Aliya’yla yaşadığım hislerin dahi bir gramını verememişti. Gerçi Aliya’yla konuşurken yaşadığım hissiyat pek karşılaştırılamayacak bir şeydi...
Hemen kafamı sallayıp bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım, ‘’Ona hediye alabilirsin.’’ diye hızlı bir cevap verdim.
‘’Hediye mi? Ne gibi?’’ diye sordu.
‘’Ain’i tanıyan sensin, onun sevdiği bir şeyi özel bir gününde alıp verebilirsin.’’
Bu dediklerimden sonra düşünmeye başladı. Epey uzun bir sessizlikten sonra aklına bir şeyler gelen ilk ben olmuştum. Defterimden birkaç yaprak kopardım.
‘’Ne yapıyorsun Falkenmayer?’’ diye sordu İstaf.
‘’İzle ve gör.’’ dedim kendimden emin bir şekilde ve kağıtları katlamaya başladım.
…
Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244
‘’Gerçekten tüm bunlar gerekli mi?’’ diye sordum saçımı örmekle uğraşan İko’ya.
‘’Tabii ki gerekli! Balodaki en güzel kız olman lazım.’’ diye yanıtladı beni heyecanlı ve şevk dolu sesiyle.
Bugün balo günüydü, akademi bir grup öğrenci hariç (onlar biz eğlenirken nöbet tutacak kişilerdi. Bunun karşılığında biz ders hayatımıza geri dönerken onlar bir hafta tatil yapacaklardı) hepimizin dinlenmesi ve baloya hazırlanması için bugün tatil edilmişti.
Normalde benim için bir tatil günü hiçbir şeyi aceleye getirmemek demekti. O gün çok önemli bir işim yoksa tek yaptığım uyumak, aylak aylak yürümek ve kitap okumak olurdu. Arkadaşlarımla bile konuşmayı tercih etmezdim.
Tabii bugün öyle olmamıştı. Tatil için epey erken sayılabilecek bir saatte İko tarafından uyandırılmış, daha ne olduğunu çözemeden banyoya götürülmüştüm. Ondan sonraki bu beş saatlik süre içerisinde ‘’kısmen zorla’’ bir şekilde beni yıkamış, saçlarımı yapmış ve elbisemi düzeltip giydirmişti.
‘’Biraz fazla abartmıyor musun?’’ diye sordum.
İko saçlarımla cebelleşirken cevap verdi, ‘’Hiç de bile! Balodaki herkesi kendine hayran bırakman lazım.’’
‘’Gerçekten abartıyorsun... Ah! Yavaş çek saçımı!’’
‘’Güzel görünmeye alerjin mi var senin? Ayrıca ben saçlarına gayet kibar davranıyorum, sen zamanında onlara aşırı hor davrandığın için şu an canın yanıyor.’
Ergenliğe girdiğimden bu yana saçlarımı hep uzun bir at kuyruğu şeklinde bağlardım. Oldukça pratik ve hızlı yapabildiğim bir modeldi bu, bence bu pek de hor davranmak sayılmazdı...
‘’Ahhh!’’
‘’Tamam bitti sayılır.’’ birkaç kere daha saçımı çekiştirdikten sonra elimde tuttuğum ‘’Tugur’’ şeklindeki tokayı alıp saçıma taktı. ‘’Ve tamamdır. Söyle bakalım, güzel yapmış mıyım?’’ küçük bir aynayı yüzüme tuttu ve beni hiç alışamayacağım halimle baş başa bıraktı.
Elimi saçlarımda gezdirdim, normalde tek bir at kuyruğu harici bağlamadığım saçlarımı böyle sıkı sıkı görmek... Garipti.
‘’Beğendin değil mi?’’ diye sordu İko yüzünde tatlı bir ifadeyle.
‘’Evet, çok güzel olmuş. Sağ ol.’’
Cümlemi bitirir bitirmez sevinçten zıplamaya başladı, ‘’İşte bu! Beğeneceğini biliyordum!’’
Kendisi çocuksu bir şekilde sevinmeye devam ederken Ain içeri girdi.
‘’Ain! Baksana Aliya’nın saçını nasıl yapmışım?’’ İko heyecanlı bir ifade ile ona döndü.
Ain yavaşça yanıma yaklaşıp saçlarımı incelemeye başladı, ‘’Hiç fena değil.’’
Bu lafından sonra İko’nun yüzündeki çocuksu ifade bir anda silindi, açtı ağzını yumdu gözünü, ‘’Fena değil mi!? Kaç saat harcadım biliyor musun bunun için!’’
‘’Kendi saçına bu kadar uğraşmıyorsundur İko.’’
‘’Aliya’nın bugün en güzel olması gerekiyor, değil mi?’’ boynuma sarıldı arkamdan.
‘’Yani bunu benden çok önemsiyorsun ama neden olmasın.’’
‘’Pekala! O zaman bende hemen saçımı yapıp geleyim.’’ ardından aynanın karşısına geçip kendi saçlarıyla uğraşmaya başladı İko.
‘’Konstantin’e söyledim.’’ bana dönüp konuştu Ain.
‘’Sağ ol.’’ dedim sadece.
Birkaç haftadır Konstantin’le olan konuşmalarımız neredeyse rutine bağlamıştı. Dersler haricindeki uyanık olduğum vaktimin çoğunu onunla konuşarak geçiriyordum. Geçmişe dönüp baktığımda düşmanım olması gereken ama şimdiyse sadece ‘’dost’’ demenin bile benim için yetersiz kaldığı bu adam hayatımın vazgeçilmez bir parçası olmuştu neredeyse. Bu yüzden bugün gelemeyeceğimi söylemesini rica etmiştim Ain’den, maksat merak etmesin.
‘’Sen şimdi bırak Konstantin’i, sana eşlik edecek birini buldun mu onu söyle.’’ dedi İko, bir yandan saçlarını tararken. Benim saçlarımı yaparken ki gösterdiği özenin binde birini göstermiyordu.
‘’Saatlerce Konstantin’le konuşacağına senle konuşmaya çalışanlarla az biraz muhabbet etsen emin ol kendine eşlik edecek birini bulmuş olurdun.’’ diye ben konuşacakken lafa atladı Ain.
‘’Kesin sesinizi be! Benim özel hayatımla benden daha çok ilgileniyorsunuz!’’ diye bağırdım bu laflardan sonra.
Baloya gidecek kişiler genelde yanlarında bir partnerle birlikte giderlerdi. Erkek arkadaşınız, kız arkadaşınız, hoşlandığınız biri veya sadece kibarlık amaçlı davet ettiğiniz biri olurdu bu genelde. Ain ve İko, İstaf ve Zak’la birlikte gideceklerdi; bu noktada hoşlandıkları kişilerle (her ne kadar ısrarla inkar etseler de) birlikte gittikleri için şanslılardı.
Bense bana eşlik edecek herhangi birini bulamamıştım. Birçok oğlan ve kız benimle konuşmaya veya flörtleşmeye çalışmış olsa da hiçbirine kulak asmamıştım. Çünkü emindim ki hiçbiri beni sevmiyordu, sadece bulunduğum makamdan faydalanmak için beni isteyen kişilerdi bunlar. Belki de aralarından bazıları beni gerçekten seviyordur, ama bu seferde de ben onlara karşı hiçbir şey hissetmiyordum.
Benim için ‘’bu tip’’ bir durumda iki tarafta her şeyden emin olmalıdır, birbirini sadece doğruları ve varlığı ile değil, yanlışları, kötülükleri ve kusurları ile sevmelidir. Şu ana kadar böyle biriyle karşılaşmamıştım...
‘’Yanlışın var, sen özel hayatına karşı o kadar ilgisizsin ki ot gibi yaşamanı önlemek için bizim devreye girmemiz gerekiyor.’’ dedi Ain, elbisesini giyinip saçlarını düzeltmeye başlamıştı, ‘’Etrafındakileri görmeyi bilmen gerek Aliya.’’
‘’Ben etrafımdaki herkesi görüyorum.’’
‘’O zaman tiye almak diyelim. Veya ne bileyim, onlarla yakın durmaya çalışmak falan. Sonuçta çevrende olacak olanlar onlar, Konstantin değil.’’
Son dediği şeyden sonra anlık bir duygu patlamasıyla kaptığım yastığı ona fırlatıp bağırdım, ‘’Aptal aptal konuşma!’’
‘’Tamam tamam, altı üstü takıldım biraz.’’ yastığı yakaladıktan sonra konuştu Ain, sesine bakılırsa ani tepkime şaşırmıştı.
İko saçlarını düzeltmeyi bırakıp korkulu dolu gözlerle bana dönmüştü. İkisinin de bana dik dik bakmasından rahatsız olup konuştum, ‘’Çabuk hazırlanın da bir an önce çıkalım.’’
‘’Peki.’’ dedi sadece Ain. İko ise hiçbir şey demeden saçlarını düzeltmeye devam etti. Yaşadığım bu ufak çaplı krizden sonra utançla yüzümü ellerimin arasına aldım. Ain’in benim ‘’asosyalliğim’’ ile belki bininci dalga geçişiydi ama ilk kez bir anda böyle böyle sinirlenmiştim.
‘’Çevrende olacak olanlar onlar, Konstantin değil.’’ bu kısa cümle... Söylemesiyle sinirlerimin bozulması bir olmuştu. ‘’Konstantin yanında olmayacak’’ gibisinden saçma bir cümleyi hazmedememiştim. Saçmaydı çünkü... Konstantin, benim her zaman yanımda olurdu, ben de onun tabii ki...
Bu garip düşüncelerden kurtulmak için ayağa kalktım, Konstantin’le olan samimiyetim ve ‘’dostluğum’’ ilerde başımı belaya sokacaktı muhtemelen, ama yine de kendimi frenlemek veya tüm bunları bitirmek gibi bir niyetim yoktu.
‘’Pekala hadi gidelim.’’ Ain elbisesini düzeltirken konuştu.
‘’Saçlarını yapmayacak mısın Ain?’’ diye sordu İko.
‘’Yaptım yapmasına da, ancak bu kadar oldu’’ ancak boynuna kadar ulaşan saçlarını tutarken söylemişti bunları.
Herkes hazırlanınca odamızdan kol kola çıkıp yürümeye başladık, ‘’Mavi, beyaz, siyah; istemeden cumhuriyet üçlüsü olduk galiba.’’ diye konuştu Ain.
‘’Ne güzel işte, Bayan Theslaff’a yağ çekersin.’’ dedim gülerek.
‘’Amacım yağ çekmek olsa daha iyi bir plan yapardım, ayrıca sizle de paylaşmazdım!’’
Genellikle ben ve Ain’in dahil olduğu bu tarz saçma espriler yapa yapa salona geldik. Salonun hemen önünde dört tanıdık figür vardı; İstaf, Zak, Ağabeyim ve İyla. Ağabeyim ilginç bir şekilde neredeyse her türlü kızı etkileyebilecek bir yakışıklılığa ve karizmaya sahip olsa da (makamını ve bunun getirilerini saymıyorum) hiç sevgilisi olmamıştı, olmayı geç yanında herhangi bir partnerde almıştı. Onun yerine İyla’yı yanına alıyordu partneri olarak. Hem biz hem de Nukane için bu tarz şeyler garip gelse de ağabeyim için oldukça normal bir şey gibiydi bu.
‘’Selam kızlar!’’ dedi ağabeyim gülerek, ardından yanında duran Zak ve İstaf’ı dürtüp geldiğimizi işaret etti.
‘’Merhaba.’’ dedi Zak oldukça sakin bir şekilde.
‘’M-merhaba.’’ yanındaki İstaf onun kadar soğukkanlı değildi, gözlerini Ain’den alamıyordu.
‘’Merhaba.’’ dedik üçümüzde, İko’nun sesi tatlı sayılabilecek bir şekilde utangaçtı, Ain’inki ise havalı ve ulaşılamaz tonunu korumaya çalışsa da pek başarılı değildi. ‘’Klasik’’ diye geçirdim içimden.
‘’Merhaba İyla.’’ dedim ağabeyimin yanında duran Nukaneye.
‘’Merhaba Aliya, nasılsın?’’ dedi gülümseyerek.
‘’Öyle işte.’’ konuşmayı çok uzatmak istemedim, çünkü konuşma ister istemez abime de sıçrayacaktı, son olaylardan dolayı aramız hala biraz soğuktu.
Kısa bir süre sonra bizimkiler konuşmaya başlamıştı, birbirine duygularını adam akıllı itiraf edememiş kişilerin havadan sudan muhabbetleriydi işte. Onlar kendi aralarında konuşurken abimse benle konuşmaya çalışıp geçen olaylardan dolayı gönlümü almaya çalışıyordu, bense kısa kısa cevaplarla onu geçiştirmekle yetiniyordum.
Bu garip konuşma ortamını bozan kişi İstaf oldu, Ain’e dönüp, ‘’Ş-şey, bunu sana aldım.’’ dedi ve ona küçük, beyaz bir küp uzattı, ‘’Umarım beğenirsin.’’
‘’Nedir bu?’’ diye sordu Ain küpü alırken.
‘’Ufak bir hediye.’’ yüzü kızarmıştı bunu söylerken.
Ain, bizim meraklı bakışlarımız arasında küple oynamaya başladı, küpün ne olduğunu çözmeye çalışırken küp bir anda açıldı ve çiçek benzeri bir figüre dönüştü. ‘’B-bu bu.’’ yanakları al al olmuştu.
‘’Beğendin değil mi?’’ İstaf’ın da yüzü onun kadar kırmızıydı.
‘’Beğenmek ne kelime be? Çok beğendim, teşekkür ederim!’’
‘’R-rica ederim.’’
İko ve Zak onların bu haline gülmemek için kendilerini zor tutuyor gibilerdi, abiminse yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. Ben mi? Bense ne hissedeceğimi bilmiyordum...
‘’Peki bunu yapmayı nasıl öğrendin?’’
‘’Ş-şey, bir arkadaştan diyelim.’’
Bir arkadaş ha?
‘’O zaman içeri geçelim isterseniz.’’ dedi ağabeyim. Sanki onun teklifini bekliyormuşçasına hiçbirimiz çok da diretmeden onu takip etmeye başladık. Masamıza geçene kadar Ain ve İstaf, İko ve Zak kendi aralarında konuşuyor. Ağabeyimse ara sıra İyla ile konuşuyor, bazen de muhabbeti bana getirip buzları eritmeye çalışıyordu.
Bense onları takip ederken oldukça sessizdim. Kendileri aralarında böyle keyifle muhabbet ederken ben onları sessiz bir şekilde izliyordum. Belki de bunun baş sebebi onların aksine... Sevdiğim birinin olmamasıdır. İko için Zak, Ain için de İstaf’tı bu. Ağabeyimle İyla’nın arasındaki ilişki garip görünse de ağabeyimin onu sıradan, cansız bir obje değil de bir ‘’dost’’ olarak gördüğü aşikardı.
En sonunda bir masa bulup oturduk. Biz oturduktan kısa bir süre sonra akademinin öğrenci temsilcisi olan ve sopa yutmuş gibi görünen bir kız konuşmaya başladı.
Bu balonun bir diğer özelliği de tamamen öğrenciler tarafından hazırlanıp organize edilmiş olmasaydı. Müzik çalanlarından teknik işlerle uğraşanlara, konuşma yapanlarından garsonlarına ve yemekleri hazırlayanlara kadar herkes öğrencilerdi.
Konuşma hayatınızda duyabileceğiniz en jenerik konuşmalardan bir tanesiydi. İnsanlığın geleceği ve onuru, bize ne kadar güvenildiği ve bu güveni boşa çıkarmamamız gerektiği... İtiraf etmeliyim, ilk katıldığımda kendimi hiç ortama ait hissetmeme rağmen anlatılan bu şeyler içime çok dokunmuştu. Şimdi ise hissettiğim şey boşluk ve samimiyetsizlikti. Hayır, dediklerinde haksız olduğundan değil. Sadece... Bu son üç aydan beri çok garip hissediyordum.
Konuşmalar bitince yemekler dağıtılmaya ve müzikler çalınmaya başlamıştı. Bizimkiler dahil herkes yemeklerini yiyor, konuşuyor ve eğleniyorlardı. Bizimkilerin eğlenen hallerine izlerken ben ise sessiz bir şekilde yemeğimle oynuyordum.
Bende mi bir sıkıntı vardı? İnsanlar bu kadar eğlenirken ben elimden bir şey gelmeyecek konular hakkında canımı sıkıyordum. Masada bulunan herkes gerçeklerden ‘’bir nebze’’ haberdardı. Ama niye sadece ben bu kadar kafaya takıyordum?
Bunun birkaç cevabı vardı; birincisi onlar sevdiklerinin (sanırım ağabeyim de dahil) yanındaydılar, bu onların benim aksime huzursuz olmasını engelliyordu. İkincisi ise belliydi...
‘’İyi misin?’’ ağabeyim omzumu dürtüp konuştu, yüzünde huzursuzluğumdan endişeli bir ifade vardı.
‘’Yok bir şey.’’ ellerimi yüzümün arasında aldım. Bir şeyler yanlıştı, çok yanlış...
‘’Biraz nefes almam lazım.’’ ayağa kalktım hızlıca ve onların garip bakışları arasında uzaklaştım. Hızlı adımlarla salonu terk edip dışarı çıktım. Dışarı çıkıp hızlı hızlı nefes almaya başladım, kafamı bu garip ve düşündükçe ızdırap veren düşüncelerden uzaklaştırmaya çalıştım. Hepsi nafileydi tabii...
En sonunda istikametimi artık uğramamın adeta bir ibadet gibi olduğu yere doğru çevirdim...
…
Milattan Sonra: 2564
‘’Na toll...’’ yine işe yaramaz bir frekans...
Üç aydır istisnasız her gün her bir frekansı teker teker deniyordum. Normalde aynı şeyi tekrar tekrar deneyip farklı sonuçlar beklemeyi aptallık olarak görürdüm. Ama böyle bir durumdayken de yapacak pek bir şey yoktu.
‘’Tamamdır, şimdi de frekans...’’
Kendime konuşurken sözümü kesen Paul’un bir anda viklemeye başlaması olmuştu. Parmaklıklara doğru dönüp baktığımda ise nutkumun tutulması bir olmuştu. Aliya’ydı bu, ama her zamanki üniforması yerine siyah renkli bir elbise giymişti, saçları ise her zamanki dağınık ve uzun at kuyruğu şekli yerine örgülü ve oldukça düzenli bir şekildeydi. Ve... Fazla güzeldi...
‘’Rahatsız etmedim değil mi?’’ diye sordu utangaç bir şekilde.
‘’Y-yok, ne münasebet.’’ deyip hemen yerimden kalkıp yanına geldim. İstaf’la Ain konuşurken balo gibisinden bir şeyden bahsetmişlerdi. Sanırım giydiği elbisede bunla alakalıydı.
‘’Bugün gelemedim yanına, kusura bakma.’’
‘’Önemli değil, işin varmış herhalde.’’
‘’Arkadaşım tarafından süslenip püslenmek ne kadar iş sayılırsa...’’
‘’Arkadaşının pek de kötü bir iş çıkardığını söyleyemem.’’ bu saçma sapan cümleyi kurduktan sonra hemen toparlamaya çalıştım, ‘’Ş-şey yani, her zamanki gibisin.’’
Sonuç olarak daha da batırmıştım.
‘’S-sağ ol.’’
Ardından bir süre hiç konuşmadan durduk, ikimiz de birbirimizin gözlerine bakamıyorduk.
‘’Balonuz yok muydu sizin?’’ diye sordum bu sessizliği bozmak için.
‘’Evet, nereden duydun?’’ diye sordu.
‘’İstaf’la konuşurken kulak misafiri oldum diyelim.’’
‘’İlginç...’’
‘’Neden buraya geldin?’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Arkadaşlarınla eğlenmek ve vakit geçirmek varken niye buraya geldin ki?’’
Bu sorum üzerine iç çekti, ‘’Fazla bunaltıcıydı.’’ dedi, ‘’Neden bilmiyorum ama orada durmak... İnanılmaz bir tahammülsüzlük hissi yaratıyor üzerimde.’’
‘’Benim için bir sıkıntı yok, istediğin zaman benle konuşmaya gelebilirsin.’’ dedim yanaklarım al al olurken.
‘’Biliyorum, o yüzden buraya geldim zaten.’’ bu lafı üzerine daha da mahçup olmuştum.
‘’İ-iyi etmişsin.’’
Yine bir süre sessizlik oldu. Sessizliği bozan bu sefer kendisiydi:
‘’Söylesene Konstantin, gerçekten de cehalet mutluluk mudur?’’
Bu ani sorusu üzerine şaşırmıştım, ‘’Nereden çıktı bu şimdi?’’
‘’Sadece üç ay kadar önceye dönüp baktığımda, şu anki halim tanınmaz geliyor. Senin ve Terralıların ne olduğunu öğrendiğimden beri... Ç-çok garip geliyor her şey. İnandığım ve uğruna canıma koymayı göze aldığım her şey çok saçma ve boş gibi...’’
Gözleri yaşlanmaya başlamıştı bunları söylerken, kendisine anlatılan her şeyin bir yalandan ibaret olması... İstaf’ın yaşadığı durumdan çok da farklı değildi bu.
‘’Cehalet mutluluk değildir, durumunu anlayabiliyorum. Ben de bana anlatılan her şeyin yanlış olduğunu öğrensem farklı hissetmezdim. Ama, eninde sonunda gerçeği öğrendin. Bu gerçekten dolayı üzülmemelisin bence. Gerçekle yaşamayı öğrenmelisin. Tüm hayatın boyunca o gerçeği unutmamalı, ama senin hayat akışını bozmasına da izin vermemelisin. Sonuçta önemli olan şey mutluluğun, değil mi?’’
Biraz durdu, ‘’Mutluluğum ha? Sanırım haklısın.’’ ardından devam etti, ‘’Ve biliyor musun? O günden beridir en mutlu olduğum anlar senin yanında olduğum zamanlar. Bu... Bu üzerine düşününce çok aptalca geliyor ama sanırım olan bu.’’
Bunları söylemesiyle yüzümün tekrardan kıpkırmızı olması bir olmuştu, ‘’T-teşekkür ederim, böyle düşünmen beni çok mutlu etti... Ben de senin yanındayken mutlu oluyorum, bu tutsaklığımı çekilebilir kılıyor.’’
Gülmekle yetindi, bu benim için gayet yeterli bir cevap olmuştu. Bu kız... Kocaman galaksi içerisinde, Dünya’dan bu kadar uzak bir yerde onunla karşılaşmış olmam...
‘’Aliya.’’ bir anda içimde doğan bir hisle elimi parmaklıkların arkasından ona uzattım, ‘’Benle dans eder misin?’’
Gram düşünmeden kurduğum bu cümleyi idrak etmemle utançtan yerin dibine girmem bir olmuştu, ardından elimi çekmek istesem de içimdeki ‘’o his’’ baskın gelmişti.
Aptal Konstantin...
‘’Dans mı?’’ elime bakarken sordu.
‘’Siz balolarda falan dans etmez misiniz?’'
‘’Hayır? Siz Terralı insanlar dans mı edersiniz?’’
‘’Evet, baloyu balo yapan şeylerden biri de budur zaten.’’ zaten hali hazırda utanç verici olan durumu daha da garip yapmıştı bu. Parmaklıkların arkasından olup olmadık yerde ‘’dansa kaldırmayı’’ teklif etmek... Ve bunu yaparken içimde en ufak bir tereddüt de oluşmamıştı...
‘’Garip.’’ demekle yetindi sadece.
‘’Özür...’’
İçinde bulunduğumuz saçma durumdan dolayı özür dilemeye ve elimi çekmeye başlamışken sözümü yarıda kesti, ‘’Ş-şey, ilgimi çekmedi desem yalan olur, denemenin kimseye zararı olmaz sonuçta değil mi?’’ dedi utangaç bir ses tonuyla bakışlarını kaçırarak.
‘’Ş-şey... E-emin misin?’’
‘’E-evet, sonuçta sen dediğine göre kötü bir şey olamaz değil mi?’’ bunları derken hala elimi tutuyordu.
‘’P-peki.’’ bana güvenmesi hoştu... Fazla hoş...
Parmaklıkların arkasında biraz daha yaklaştım, ‘’Şimdi, elimizi şöyle kaldırıyoruz.’’ elini biraz daha sıkı tutup yukarı kaldırdım, Aliya benden daha uzun olduğu için bu garip olmuştu.
Ardından sol elimi onu ürkütmemeye çalışarak beline attım, ‘’Sende elini omzuma at.’’
‘’P-peki.’’ yavaşça elini omzuma koydu, yine Aliya’nın benden daha uzun olması sebebiyle bu alışık olmadığım bir hissiyattı.
‘’Şimdi yavaşça bir sağa, bir sola...’’ aramızda parmaklıklar varken yapabileceğimiz maksimum şey buydu.
Bir süre böyle devam ettik, ‘’Rahatsız olmadın değil mi?’’ diye sordum.
‘’Yok yok olmadım. Ama siz Terralı insanların bunun neyinden zevk aldığını pek çözemedim.’’ diye cevap verdi.
‘’Parmaklıklar varken bu kadar oluyor ancak...'' ardından konuyu değiştirmek için sordum, ''Şey, müzik ister misin?’’
‘’Olur, yine o elmacık kemiğindeki aletle mi yapacaksın?’’ görünüşe bakılırsa kız olayı çözmüştü.
Şu an kullandığım odak askeri bir cihaz olmasına rağmen içine normal odaklarda olduğu gibi şarkı yüklenebiliyordu. Şansıma ben de birkaç tane yüklemiştim. Aliya’nın meraklı bakışları arasında müzikler arasında dolaştım, müziklerin hiçbiri dans etmeye uygun değildi. İçimden bir küfür sallayıp uygun olacağını düşündüğüm bir tane seçip masanın üzerine bıraktığım eldivenden çaldırdım.
Bu bir klasik müzikti, bin bir farklı enstrümanın insanlar yerine konuştuğu bu müzikle bir sağa sola sallanmaya devam ettik.
‘’Bu... İlginç.’’ dedi Aliya.
‘’Beğendin mi?’’ diye sordum.
‘’Evet, ilginç bir şekilde... hem kaotik, hem de çok uyumlu... Siz Terralıların çok ilginç bir sanat anlayışı var.’’
‘’Bunu iltifat olarak mı almalıyım?’’
‘’Sana kalmış.’’ bir süre duraksadı, ‘’Sanat demişken, İstaf’a verdiğin şey...’’
‘’Ain beğendi değil mi?’’ hızlıca lafına atladım. İstaf’a, Ain’e vermesi için origami yapmıştım. Kağıttan bir gül, defter kağıtlarıyla yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışmıştım.
‘’Hem de ne kelime.’’ dedi gülerek. Ben onun gülüşünde kaybolmaya başlamışken tekrardan ciddileşti, ‘’Söylesene Konstantin, buralara geldiğin için pişman mısın?’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Görünüşe bakılırsa epey eğitimli birisin. Bir sürü dil konuşabiliyor, o kağıtlarla yaptığın şeyin adı her neyse onu yapabiliyor hatta Zak’ın anlattığına göre resim bile çizebiliyorsun. Tabiri caizse elinden gelmeyen bir şey yok. Belki biraz kısasısın o kadar.’’ son cümlesini söylerken tebessüm etmekten alıkoyamamıştı kendini.
‘’Aslına bakarsan kendi insanlarım için oldukça uzun boyluyum.’’ güldüm karşılık verirken. ‘’Ama bunların pişman olmakla ne alakası var?’’
‘’Alakası şu: İş savunma veya ulusunun devamlılığı için olan bir savaş olmadıkça savaşlar genellikle umutsuz veya o işi meslek edinmiş insanların işidir. Senin gibi kendine ait bir düzeni olan birinin sırf babasının isteği üzerine bilmem kaç ışık yılı uzaklıkta bulunan bu gezegene geliyor ve esir düşüyor. Bundan dolayı pişman değil misin?
Haklıydı, benle alakasız bir savaşın ortasına yine bu savaştan alakasız bir istek yüzünden düşmüştüm. Bu savaşla olan tek alakam dilleriyle alakalı araştırmalara katılmamdı, onun dışında ne savaş ne de insanlığın kaynak ihtiyacı umurumdaydı açıkçası.
Burada daha ironik olan durum ise babamın ufak bir vasiyetinin beni tanıştırdığı kişilerdi. Buradaki esaretim sırasında tanıştığım bir grup genç ve onların benim bir canavar olmadığımı anlamaları ile yaşadıkları duygulara şahit olmak... Benim içinse bu onların insana benzeyen varlıklar değil, her türlü özellikleri birer insan olduklarını anlamam şeklinde olmuştu. Kelebek etkisi dedikleri olay bu olsa gerekti.
Ama bir olay vardı ki, işte bu tüm bu yaşadığım duyguları yanında solda sıfır bırakıyordu, bu esaretimi çekilebilir kılmaktan da öteydi onun verdiği bu his... Bazen esir düştüğümden dolayı memnun kalmama sebep olan bir sebep...
‘’Biliyor musun? Hayır, pişman değilim. Çünkü yaşam deneyimler yaşamak içindir değil mi?’’
‘’Bunun pek bir deneyim olduğunu sanmıyorum.’’
‘’Bence bir deneyim. Sizin motivasyonlarınızı, yaşayışınızı ve hayata olan bakış açılarınızı görmek; sizi, Erdalı insanları anlamaya çalışmak... Bence hepsi birer deneyimdi. Ama daha önemlisi ne biliyor musun?’’ bakışlarımı kaçırdım, ‘’En önemlisi senle tanışmış olmamdı.’’
‘’Benimle tanışmış olman mı?’’
‘’Evet, senle tanışmış olmam. Senle konuşmak, seni dinlemek, belki de sadece seni görmek bile burada esir olduğumu unutturuyor. Hatta burayı gelmiş olduğum için mutlu bile ediyor...’’
Onla tekrar göz göze gelince konuşmayı kestim, bembeyaz yüzü kıpkırmızı olmuştu. Çok kısa süre sonra benim de yüzüm onunkinden çok da farklı olmayan bir hal almıştı. ‘’Aferin Konstantin, kaçıncı oldu bu?’’ diye geçirdim içinden, bu kız yanımdayken öyle böyle saçmalamıyordum. Normalde kuramayacağım cümleler ağzımdan birden bire çıkıyordu. Belki de bunun sebebi bunların samimi düşüncelerim olmasıdır... Bilmiyorum, sadece çok garipti.
‘’Ş-şey yani...’’ bininci kez aynı duruma düşüp geri çekileceğim sırada Aliya, araya girdi. Bu sefer yüzündeki utanmış ifadenin yanında tatlı bir tebessüm de vardı.
‘’Biliyor musun? Ben de öyle düşünüyorum. Senle tanıştığım günden bu yana bende pek farklı hissetmiyorum, sen ve senle konuşmak... Yani ben de mutluyum, senle tanıştığım için.’’
Bunları demesiyle içimdeki utanmışlık duygusu yerini ‘’farklı’’ bir hisse bıraktı. Adlandıramadığım veya ‘’adlandırmak istemediğim’’ bu duygu... Sadece onun tebessümüne benzer bir şekilde karşılık verdim, bir şeyler demeye lüzum yoktu.
Bir süre daha aynı şekilde dans ettik, çok nadir konuştuk, belki de hiç. Ama o an aramızdaki parmaklıklara rağmen yaşadığım (ve Aliya’nın da yaşadığını düşünmek istediğim) duygular... Tek kelimeyle paha biçilemezdi.
Ne kadar süre dans ettik bilmiyorum, en sonunda ilk açtığımdan alakasız bir melodiye sahip bir müziğin bitmesi ile ayrılabildik.
‘’Şey, teşekkür ederim.’’ dedim gözlerimi kaçırarak.
‘’Asıl ben teşekkür ederim.’’ diye yanıtladı, ardından ortama son zamanlarda ortama çok sık çöken sessizlik hakim oldu.
‘’Ben gitsem iyi olur sanırım, tekrardan sağ ol. İyi geceler Konstantin.’’
‘’İyi geceler Aliya.’’
Ardından yavaş adımlarla oradan uzaklaştı. O gittikten sonra bir süre daha parmaklıkların arkasında durdum, o his... Belki de bazılarının hep dillendirdiği ‘’o’’ histi bu...
Derin bir iç çekip sandalyeye bıraktım kendimi, koluma çarpıp ilgilenmemi isteyen Paul’u umursamadan düşündüm; ‘’neydi bu?’’ bu garip his, neden şimdi kendini göstermek zorundaydı? Hem de Aliya gibi ‘’düşmanım’’ olan bir kişiyle...
O sırada odağımın cızırdamasıyla bu düşüncelerimden sıyrıldım, hemen ne olduğunu kontrol etmemle duyduğum o boğuk ve cızırtılı ses beni bu ''peri masalından'' uyandıran şey olmuştu:
‘’Konstantin! Beni duyuyor musun?’’
…
Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244
Bir gece ne kadar güzel geçebilirdi? Sanırım bu gece bunun en büyük cevabıydı. Peki mutluluğun ve heyecanın en beklenmedik anda gelmesi gibi bir durum söz konusu mudur? Konstantin’le ‘’dans etmem’’ de sanırım bunun cevabıydı.
Kalbim deliler gibi çarparken ve düşünceler içinde dans ederken çıktım oradan. Sözde nefes almaya çıkmıştım ama onun yerine ne kadar olduğunu bilmediğim (ve umursamadığım) bir süre Konstantin’le vakit geçirmiştim. Gerçi balo sırasında benim ne yaptığımla pek ilgilendiklerini sanmıyordum. Muhtemelen kendi keyiflerine bakmışlardı ki böyle olmasını ben de umuyordum.
Balo muhtemelen devam ediyor olmalıydı, oraya dönebilirdim. Veya hiç kimseyle muhatap olmadan odama da tüyebilirdim. Özellikle kalbimin ve ruhumun ''Konstantin’le olanlardan'' dolayı biraz yalnızlığa ihtiyacı vardı.
İşte tam o sırada hafifçe omzundan tutan bir elle arkamı döndüm.
‘’B-bayan Theslaff!’’ heyecan ve korkuyla olduğum yerde kalmıştım. Sonunda faka basmıştık anlaşılan, hem de az önceki olaylardan sonra...
‘’Benimle gelir misin, senle bir şey konuşmam lazım.’’ yumuşak bir sesle konuştu, sesinde öfkenin kırıntısı yoktu.
‘’A-açıklayabilirim...’’
Kendimi savunmama izin vermeden araya girdi, ‘’Bir şey açıklamana gerek yok, sadece benle gel.’’ bir şey diyemedim bunun üstüne, sadece onu onaylayıp takip ettim...
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..