Bölüm 16: Bir Şeyler Biter, Bir Şeyler Başlar

avatar
110 1

Yıldızların Şarkısı - Bölüm 16: Bir Şeyler Biter, Bir Şeyler Başlar


Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

 

 

 

Az önce yaşananlardan ötürü kalbim çılgınlar gibi atıyordu. Sadece birkaç saat önce, ömrü hayatımda asla ama asla yaşanabileceğine ihtimal vermediğim şeyler ard arda yaşamıştım... Ama artık derin bir nefes alabilirdim, sanırım...

 

Konstantin’e döndüm, göz hareketlerine bakılırsa ‘’odak’’ denen aletle uğraşıyordu.

 

‘’Konstantin.’’ diye seslendim.

 

‘’E-evet.’’ gözlerini bana döndürdü.

 

‘’İyisin değil mi?’’

 

‘’Hiç olmadığı kadar.’’

 

‘’Yaralanmadın değil mi?’’

 

‘’Biraz, ama iyiyim. Sadece biraz başım ağrıyor o kadar, o da sanırım fazla oksijen solumaktan.’’

 

‘’Fazla oksijen solumak mı?’’

 

‘’Uzun hikaye, biz Terralılar bu gezegenin havasını soluyunca ‘ilginç’ şeyler oluyor.’’

 

‘’Peki.’’ fazla uzatmadım, ne de olsa yaptığı şey zor... Hayır, imkansızdı. Bu yüzden biraz kafa dinlemesi iyi olurdu.

 

Bir süre daha uçtuk, ‘’Nereye gidiyoruz şimdi?’’ diye sordum ona.

 

‘’Karargahla bağlantı kurmaya çalışıyorum.’’ dedi gözlerini oynatırken, ‘’Onlardan nerede buluşacağımıza dair bilgi alacağım ve... Bağlantı kurdum!’’ ardından heyecanını belli eden bir ses tonuyla o anlamadığım dillerden birinde konuşmaya başladı. Açık konuşacağım, insanı tedirgin ediyordu... Ama Konstantin varken de hiç olmadığım kadar güvende hissediyordum.

 

Bir süre öyle konuştular, ‘’Haritayı aç.’’ dedi konuşmayı bitirdikten sonra. Harita da bir süre bir yerleri aradı, olduğum yerden beş yüz kilometre uzaklıkta bir yeri gösterdi, ‘’İki saat kadar sonra orada olacaklarmış.’’

 

‘’Anlaşıldı, yarım saate orada oluruz.’’

 

‘’Bu arada endişelenmene gerek yok, yanımda bir Erdalı olduğunu söyledim. Seni vurmayacaklar.’’

 

‘’Korkmuyordum ki zaten.’’

 

‘’Yine de aklında olsun.’’

 

Bir süre öyle uçtuk, tek kelime dahi konuşmadık bu sürede. Şu an içinde bulunduğumuz durum ikimiz içinde biraz fazla “olağanüstüydü” sanırım. Onun buralara gelmeden önce nasıl bir vizyonu ve hedefi vardı bilmiyorum ama ben şu an savaşın başından beri kurduğum hayallerin tam zıttı bir noktadaydım. Onları ne pahasına olursa olsun yenmeye yemin etmişken şu an yaptığım şey, bu düşüncelere tamamen zıttı. Ama yanlış da hissettirmiyordu, doğru şeyi yaptığıma emindim, en azından buna inanmıştım.

 

Bir süre sonra Harlak şehrinin üzerinden geçtik. Burası Konstantin’le ilk karşılaştığımız yerdi. Pek iyi bir karşılaşma değildi gerçi ama olsun, düşününce yine de bir hoş olmuştum...

 

‘’Hey Konstantin.’’

 

‘’Efendim?’’

 

‘’Şu an Harlak şehrinin üzerinden geçiyoruz, buranın neresi olduğunu hatırlıyorsun değil mi?’’

 

‘’Evet.’’

 

‘’O günkü gibi duruyor, yıkılmış Jatlanlar, üst tarafı delinmiş spor salonu... Sana bir şey söyleyeyim mi? Senle ilk karşılaştığımda gerçekten de korkmuştum, özellikle benle konuşmaya çalıştığında. Ama şu an yanımdasın ve bu... Çok garip ama bir o kadar da... Güzel.’’ son dediğimle yanaklarımın al al olduğuna emindim.

 

Konstantin hiçbir şey demedi. Korkutucu derecede uzun bir süre boyunca hiçbir şey demedi...

 

‘’Konstantin?’’ yine hiçbir cevap gelmemişti. Yavaşça arkamı döndüm, gördüğüm şeyle ister istemez tebessüm ettim; uyuyordu.

 

‘’Epey yoruldun değil mi? Merak etme, geldiğimizde seni kaldırırım.’’ diye söylendim kendi kendime. Son dediklerimi duymadığı için rahatlamış olsam da, bir yandan da üzülmüştüm...

 

 

 

 

                          …

 

Milattan Sonra: 2565

 

 

 

 

Birkaç kere dürtüldükten sonra gözlerimi yavaşça açtım. Ben kafamı toplamaya çalışırken Aliya, sesini kalınlaştırarak sanki bir mikrofona konuşuyormuş gibi konuşmaya başladı:

 

‘’Sayın yolcularımız, varış noktamıza ulaşmış bulunmaktayız. Umuyoruz ki keyifli bir yolculuk geçirmişsinizdir, Segin Hava Yolları size iyi yolculuklar diler.’’

 

Güldüm, ‘’Kusura bakma, uyuya kalmışım.’’

 

‘’Sorun değil.’’ dedi ve tebessüm etti, ‘’Ama biraz erken geldik, bir süre bekleyeceğiz.’’

 

‘’Öyle görünüyor.’’ yerimden kalktım, vücudum hem uçtuğumuzdan hem de uyukladığımdan (öyle bir ortamda nasıl başardıysam...) uyuşmuştu. Tam ayağım yere takılıp düşecekken Aliya beni tuttu.

 

‘’Dikkat et.’’

 

‘’S-sağ ol.’’ biraz fazla yakın olduğumuzu fark edince hemen kendimi geri çekip toparlandım. ‘’Ne yapacağız?’’ diye sordum.

 

“Aslına bakarsan bir fikrim var.’’ dedi ve kokpiti açtı, ardından yere oturup bana döndü, ‘’Yıldızları izleyebiliriz.’’

 

Bunu dedikten hemen sonra yüzü kızardı, ‘’Y-yani şey...’’

 

“Tabii.” cümlesini tamamlamasına izin vermeden araya girdim ve yanına geçtim.

 

Hiçbir yerleşim yeri veya benzeri ışık kaynağı olmadığı için burada yıldızlar oldukça net görünüyordu. Hatta hayatımda onları ilk kez bu kadar parlak görmüştüm.

 

‘’Küçükken bunu yapmayı çok severdim. Gece geç saatlere kadar yıldızları izlemek...’’ dedi gökyüzüne bakarken. ‘’Söylesene Konstantin, siz de bunu yapmaktan zevk alıyor musunuz?’’

 

‘’Bazılarımız alır, ben pek değil.’’

 

‘’Neden ki?’’

 

‘’Bilmiyorum, hiç üzerine düşünmedim.’’

 

‘’Çok şey kaçırıyorsun. Yıldızları izlerken hayaller kurmak ve gök diyarın derinliklerindeki harikalar hakkında düşünmek; bunlar paha biçilemez.’’

 

‘’Yanında konuşabileceğin biri olunca keyifli ama.’’

 

Güldü, ‘’Öyle. Ben de çoğunlukla ağabeyimle çıkıp izlerdim. Ama yine de tek başına izleyip hayaller kurmanın da tadı başka.’’

 

‘’Gideyim o zaman.’’

 

‘’Kastettiğim şey o değil salak!’’

Bir anda sinirlenince istemsizce güldüm, ‘’Peki peki.’’

Sinirlenince çok şirin oluyordu...

 

‘’Konstantin, sana bir şey soracağım.’’

 

‘’Tabii?’’

 

‘’Sence bu olanlar ne kadar mantıklı?’’

 

‘’Düşman olmamıza rağmen bu durumda olmamızdan mı bahsediyorsun?’’ artık bu soruya alışmıştım.

 

‘’Yani evet, sonuçta bizden beklenen şeyler birbirimizi öldürmek için elimizden geleni yapmamızdı. Ama biz ne yapıyoruz? Burada oturmuş yıldızları izliyoruz...’’

 

İç çektim, ardından maskemi çıkarıp konuşmaya başladım:

 

 ‘’Öncelikle, sen benim düşmanım değilsin. Devletlerin ne yaptıkları, dürüst olmak gerekirse, beni pek de ilgilendirmiyor. Sonuçta ben bir asker değilim, gerektiğinde olabilirim, ama şu an değilim. Böyle bir durumda da kimin dostum kimin düşmanım olduğu da bana bağlı bir durum. Bu yüzden de düşmanım değilsin.’’

 

Keşke her şey söylendiği gibi kolay olsaydı...

 

‘’Şey, sanırım bunun üzerine ekstra bir şey söyleyemeyeceğim. Yani, dostuz değil mi?’’

 

‘’Elbette.’’ bunu dedikten kısa süre sonra yine göz göze gelip aynı anda bakışlarımızı birbirimizden kaçırdık, bu artık rutin bir şey olmuştu; bir şeyler söyle, göz göze gel, bu ‘’garip’’ hissiyatı yaşa ve bakışlarını kaçır. Acaba Aliya da bu ‘’garip’’ hissi yaşıyor mudur?

 

Bir süre yıldızları izlemeye devam ettik, Erda’nın meşhur atmosferli uydusu Hawking (Erdalıların deyimi ile Ensi) etrafındaki bir sürü yıldızla birlikte parlıyordu, Dünya’dan çok uzakta, farklı bir gezegende olduğumuz için yıldızlar pek tabii farklı görünüyordu, her ne kadar yıldız haritaları gibi şeylere çok vakıf olmasam da bunu fark edebiliyordum. Ve çok güzel görünüyordu, tabii onun kadar değil...

 

Ona döndüm, gökyüzünü izliyordu. Yüzünde tatlı bir tebessümle yıldızları izliyordu. Daha fazla bakarsam hipnoz olacağımı hissedip bakışlarımı kaçırdım ondan.

 

Bu uzun sessizliği bozan kendisi oldu:

 

‘’Konstantin.’’

 

‘’Efendim?’’

 

‘’Sence bu... Son görüşmemiz mi olacak?’’

 

‘’Bilmiyorum...’’ diyebileceğim tek şey buydu. Aliya ile olağanüstü ve asla beklemediğim koşullarda tanışmıştım, şimdi ise yollarımız ayrılıyordu. Bu, bir dosttan ayrılmanın verdiği üzüntü değildi sadece. Bu çok daha fazlasıydı... Theslaff’ın bana Aliya’yla neden görüşmeyi kesmem gerektiği hakkında söyledikleri aklıma geldi, deli kadın haklıydı...

 

‘’Al şunu.’’ dedi bana bir şeyi uzatarak, ona döndüğümde normalde her zaman at kuyruğu olarak bağladığı saçlarının bu sefer şelale gibi omzundan aktığını görmüştüm. Ve böyleyken... Fazla güzeldi, gerçi her hali için bu yorumu fazlasıyla yapabilirdim ama...

 

Elinde saçını bağladığı tokası vardı, bir tür kuşa benziyordu, bu sanırım kendisinin hep anlattığı mitolojik kuştu bu.

 

‘’Neden bunu bana veriyorsun ki?’’

 

‘’Sadece al!” diye bağırdı karşılık olarak, ardından bakışlarını kaçırdı, “Eğer ilerde tekrar karşılaşırsak, bunu bana sağ salim teslim etmeni istiyorum.’’

 

‘’Tamamdır.’’ elinden aldım yavaşça. Düşündüğümden daha ağırdı, çok sağlam bir maddeden yapıldığı belli oluyordu.

 

‘’O zaman ben de sana bir şey vermeliyim.’’ dedim ve düşünmeye başladım.

 

‘’Gerek yok...’’ cümlesini bitirmesine fırsat bırakmadan boynumdaki künyeyi söküp ona uzattım.

 

‘’Verecek daha iyi bir şeyim yoktu, kusura bakma o yüzden.’’

 

‘’Yok yok sorun değil.’’ elimden alıp incelemeye başladı, ‘’Sanırım bu senin künyen, değil mi?’’

 

‘’Evet.’’ künye üzerinde göstermeye başladım, ‘’Burada adım yazıyor, şurada da kan değerim.’’

 

‘’S-sağ ol.’’ ardından bir şeyler aklına gelmişçesine ayağa kalktı, ‘’Ha! Bir şey daha var.’’ dedi ve koltuğunun yanına gitti, oradan bir şey alıp yanıma geldi. Verdiği şeye baktığımda ise şaşkınlıktan dilimi yutmuştum adeta; bu bir alay sancağıydı!

 

‘’B-bunu nerden buldun?’’

 

‘’Bayan Theslaff bana verdi. Size aitmiş, sanırım orduyla alakalı bir şey.’’

 

‘’E-evet.’’ onu onaylarken elimdeki şeyi incelemeye devam ettim, 44. Mekanize Alay’a aitti, üzerinde Rusça bilmeme rağmen anlamını bildiğim bir cümle olan ‘’Grom pobedy, razdavaysya!’’ (Zaferin şimşeği yankılansın!) yazıyordu. Bunun yanında bir de federasyon kartalı vardı. Bunlardan birini savaşta kaybetmek büyük bir onursuzluk kabul edilirdi, ama kurtarmakta bir o kadar büyük bir başarı... Manyak kadın...

 

‘’Ne diyeceğimi bilmiyorum...’’

 

‘’Bir şey demene gerek yok, zaten sizindi.’’ dedi Aliya, gülerek. Sesinde beni mahcup etmek istemediğini belli edercesine bir ton vardı. 

 

Tam o sırada aklıma parlak (!) bir fikir geldi, aptalca ama o an Aliya’nın kabul etmesi her şeyi verebileceğim bir fikir:

 

‘’Aliya, neden bizimle gelmiyorsun ki?’’

 

‘’Ha?’’

 

‘’Diyorum ki, bizimle gelebilirsin. Evet kulağa çok saçma geliyor ama sana siyasi ve askeri mültecilik hakkı verebiliriz. Bu konu da üstlerimi ikna edebilirim.’’

 

Bu kadar aptalca bir düşünce nasıl aklıma gelmişti bilmiyordum. Tek bildiğim şey bunu söylemem gerektiği konusunda gönlümde inanılmaz bir isteğin oluştuğuydu.

 

Bir süre sadece durdu, ‘’Kulağa hoş gelmiyor değil, ama ben kaderimi kabullendim.’’

 

‘’Ne kaderi?’’

 

‘’Aptala yatma, buradan dönünce teslim olacağım.’’

 

‘’Teslim mi olacaksın? N-neden?’’

 

‘’Çünkü adalet bu, sana yardım etmekten memnun olmam şu anda bir vatan haini olduğum gerçeğini değiştirmiyor.’’

 

‘’A-ama ya...’’ diyecek bir şey bulamamıştım, aldığı risk buydu demek... Gerçi bunu tahmin etmek çok da zor değildi ama...

 

‘’Kafana takma Konstantin, en azından bana takma. Takman gereken şey tokam, muhtemelen bir daha buluşamayacağımız için ona...’’

 

O cümlesinin ortasındayken ayağa fırladım, ‘’Öyle konuşma! Kesinlikle bir daha buluşacağız!’’

 

‘’Konstantin...’’

 

‘’Ne olursa olsun, kesinlikle bir daha buluşacağız! Eğer seni bir şekilde tutsak ederlerse seni ne olursa olsun kurtaracağım! Eğer idam falan ederlerse de hepsini...’’

 

‘’T-tamam sakin ol Konstantin!’’ dedi ayağa kalkarak, yüzünde şaşkınlıkla karışık bir gülümseme vardı.

 

Bir anlık gaza gelmem sonucu verdiğim bu garip tepkiden sonra olan biteni toparlamak için bir şeyler gevelemeye başlayacağım sırada yüzündeki şaşkınlık yerini daha yumuşak bir ifadeye bıraktı, ‘’Bu dediklerinde ciddi misin?’’

 

‘’E-evet.’’ Dedim kızarırken.

 

Güldü, ‘’Düşünmen yeterli.’’ bu sefer kızarmasına rağmen bakışını kaçırmamıştı, ben de öyle...

 

‘’Seni özleyeceğim Konstantin.’’

 

‘’Ben de seni...’’ tam o sırada ön cebimde saklanan Paul, kafasını çıkarıp etrafa bakındı.

 

‘’Vik?’’

 

‘’Seni de özleyeceğim ufaklık!’’ dedi Aliya, yaklaşıp yavaşça Paul’un kafasını okşamaya başlamıştı.

 

‘’Aliya.’’ dedim yüzüme net bir ifade takınmaya çalışarak.

 

‘’Evet?’’ deyip yüzünü bana döndü. Hem çok yakındık, hem de göz gözeydik... Daha iyi bir zaman olamazdı...

 

 ‘’Şey ben...’’ cümleye başladığım gibi duyduğumuz bir sesle ikimizde irkilerek bakışlarımızı dışarı çevirdik. Işıklar ve yaklaşan pervane sesleri...

 

‘’Ne oluyor?’’ diye sordu.

 

‘’Bizimkiler, sonunda geldiler.’’

 

Sona yaklaşmıştık...

 

 

 

 

                                                                   …

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

 

 

 

Savaş makinelerinin çıkardığı ürkütücü sesler iyice artarken ikimizde yavaşça Jatlandan aşağı indik. İndikten kısa bir süre sonra meşhur Terralı boynuzlularından biri hemen yanımıza iniş yaptı, bu şeylerden bir tanesini ilk defa görüyordum. Bizim Jatlanlarımıza oranla daha zarif bir yapıları vardı.

 

Ben, şokla karışık bir hayranlıkla ona bakarken iki tane hava aracı da üzerimizde süzülmeye başlamıştı.

 

Her taraftan izlendiğimi hissediyordum ki öyleydi de. Bu içimde berbat bir suçluluk duygusu (düşmanla işbirliği) uyandırsa da Konstantin’in yanımda olması bunları bir nebze bastırıyordu.

 

En sonunda bir tane indirme gemisi karşımızda iniş yaptı, inmesiyle birkaç tane Terra’lı askerin çıkıp gözlerini bize dikmesi bir oldu. Hepsinin kızıl gözlü kasklarının altında Konstantin gibi bir yüze sahip olduklarını düşünmek çok garipti..

 

Hepsi indikten sonra en son olarak rütbeli olduğu her halinden belli olan bir tanesi yavaş adımlarla bize doğru yürümeye başladı. Yanına doğru hızlı adımlarla gelen bir tanesini tek bir el hareketi ile uzaklaştırdı. Ardından kaskını ve maskesini çıkartıp bize döndü.

 

O an daha önce görmüş olmama rağmen gördüğüm şeyin anlamsızlığı ve şok ediciliği ile az kala çığlığı basacaktım. Saç stili ve göz rengi (bir tık daha mavimsiydi) hariç Konstantin’in tamamen aynısıydı karşımdaki adam. Rezil olmamak (bu kadar olağanüstü bir durumda aklımdan geçen tek şey bu olmuştu) için yüzümdeki ifadeyi ciddileştirmeyi çalışsam da ne kadar başarılı oldum bilemiyorum tabii...

 

Yanımıza geldikten sonra Konstantin, elini alnına götürüp selam durdu, ben de aynı şeyi beceriksizce tekrar etmeye çalıştım. Selamımıza kısa bir karşılık verdikten sonra hiç de beklemediğim bir şey yaptı; elini bana uzattı.

 

İlk başta ne yapacağımı pek bilemedim, Konstantin’e çok güvensem de genel olarak Terralılara karşı hala çok da dostane düşüncelerim olduğunu söyleyemezdim. Ama yine de cesaretimi toplayıp elini sıkmayı başardım. Ben elini sıktıktan sonra anlamadığım bir dilde bir şeyler konuşmaya başladı, yakaladığım tek şey adı olan ‘’Konrad von Falkenmayer’’ ve Erda’ydı.

 

‘’Birleşmiş Milletler Uzay Kuvvetlerinden Albay Konrad von Falkenmayer olarak askerimize karşı olan misafirperver davranışlarınız için siz Erdalılara, bu yaptığınız fedakarlıktan ötürü de sizin şahsiyetinize teşekkür ederiz.’’ dediklerini tercüme etti Konstantin.

 

‘’Ben de Acemi Aliya Leytham-Niyana, bu onuru hak etmiyorum.’’ dediğim şeyin pek şaşırılacak bir tarafı olmamasına rağmen Konstantin, şaşırmış bir ifadeyle tercüme etti. Konrad yine bir şeyler dedi ve Konstantin tercüme etti:

 

‘’O zaman size kardeşime yardım ettiğiniz için şahsi olarak teşekkür ediyorum.’’ sadece konuşma tarzı ve bir şeyler söylerken ki mimikleri ve davranışları dahi Konstantin’den ne kadar farklı olduğunu gösteriyordu, görünüş olarak ne kadar benzerlerse diğer yönlerden o kadar zıttılar...

 

‘’Rica ederim, Konstantin için yaptım.’’ bu dediğimden sonra Konstantin utanmış bir şekilde dediklerime tercüme etti, bu sırada Konrad’ın yüzünde alaycı bir tebessüm yakalasam da bu aşırı anlık olmuştu. Sadece onayladığını belirtircesine birkaç ses çıkarıp yine bir şeyler söyledi, bunu söylemesiyle Konstantin’in yüzünde umut dolu bir ifadenin oluşmasından konunun ne olduğunu az çok anlamıştım.

 

‘’Size siyasi veya askeri mülteci hakkı...’’ Konstantin’i yarıda kestim:

 

‘’Hayır, yaptığım şeyin hainlik olduğunu biliyorum ve bunun cezasını çekmeye hazırım. Ben bir işbirlikçi değilim, sadece Konstantin için yaptım.’’ ben bunu dedikten sonra Konstantin’in hayal kırıklığına uğradığı belli oluyordu.

 

Konstantin bunu çevirdikten sonra Konrad, kısa ve net bir şey söyledi. Arından maskesini ve kaskını takıp geri geri yürümeye başladı, eliyle verdiği bir emirle boynuzlular ve üzerimizde uçan uçağımsı araçlarda uzaklaştılar.

 

‘’Ne oldu?’’ diye sordum.

 

‘’Bir dakika daha izin verdi.’’ bakışlarını benden kaçırdı.

 

‘’Diyecek çok bir şey yok, konuşabileceğimiz her şeyi konuştuk.’’

 

‘’Aslında hiçbir şey konuşamadık...’’ yine ortama bir sessizlik çöktü, denilebilecek bir şey gerçekten yoktu, burası gerçekten de yolun sonuydu...

 

İlk başta bir şey söyleyecek gibi olsa da sadece iç çekmekle yetindi. “Görüşürüz Aliya.” Dedi ve maskesini takıp uzaklaştı. Bense hiçbir şey diyemedim.

 

O, yavaş yavaş uzaklaşırken sadece izlemekle yetindim. Ne yapabilirdim ki? En sonunda bindiği indirme gemisi havalanmaya başlarken ileri çıktım ve bağırdım:

 

‘’Bis bald!’’

 

Ardından sol elimi havaya kaldırıp onların ‘’tamam’’ anlamında kullandığı işareti yaptım.

 

O an geminin kapıları henüz kapanmadığından Konstantin, beni görmüştü. O an yüzü maske ile kapalı olmasına rağmen güldüğüne emindim, emindim çünkü... Emindim işte.

 

O da kapı kapanmadan önce aynı işareti yaptı, indirme gemisi ve etrafındaki boynuzlular ve hava araçları kaybolana kadar öylece durdum. Gittiklerinde ise çoktan gözlerime yaşlar hücum etmeye başlamıştı...

 

 

 

 

 

 

        İlk Kısmın Sonu






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44791 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr