Bölüm 487: Kaynak Arkından Ayrılma
"Eh?" Hong’er bir anormallik hissetti ve gözleri açılırken kafa karışıklığı ile genişledi: "Garip bir şey olmuş gibi!"
Yun Che Hong’er’e baktı ve ruhuna odaklanıp emir vermeyi denedi. Kılıç şekilli kaynak mührü elinde parladı. Hong’er haykırdı ve tüm bedeni kırmızı bir ışık ışınına dönüşerek kaynak mührüne girdi.
Yun Che kolunu kaldırdı ve elinin arkasındaki kılıç şekilli kaynak mührüne bakarken afalladı. Bu... Gerçekten... İşe... Yarıyor!
" Hong’er!"
Alçak sesle bağırdı. Aniden kaynak mührü bir kez daha parladı ve kırmızı ışık ışını yayılarak Hong’er’in bedenine dönüştü. Ağzı açıldı ve güçlü bir şekilde gözlerini kırparken açıkça hala şaşırmış durumdaydı.
"Kılıç ol!"
Arzusu iletilirken Hong’er'in bedeni bir ışık ile parladı, küçük ve hassas bedeni büyük koyu kırmızı ağır kılıca dönüştü. Yun Che avucunu uzattı ve zihninde odaklanırken Koyu kırmızı ağır kılıç otomatik olarak kavramasına uçtu. İki eli ile onu kavradı ve şok edici bir ağırlık hissetti. Kalbi yeniden aynı sözlerle yankılandı... Gerçekten... İşe... Yaradı!
Ama bu sefer, ellerindeki büyük kılıç aniden kavrayışıyla mücadele etti ve kılıç kendini savururken zorla kavrayışından kaçtı. Kırmızı ışık bir daha parladı ve kılıç bir kez daha küçük kız Hong’er haline geldi.
Yun Che şaşkınlık içinde durdu... Ne oldu? Kendini serbest bırakabiliyor mu? O normal kaynak canavarları gibi tamamen sahibinin kontrolünde değil mi? İsyan edebiliyor mu?
Hong’er biçimleştiğinde bedenini hızlıca inceledi ve gelişigüzel bir durumdaydı. Herhangi bir anormallik olmadığını fark ettiğinde emin değilken kafasını kaşıdı: "Bu çok garip, bedenim beni dinlemiyor... Büyük kardeş, bana bir şey mi yaptın?"
Yun Che durumu ona açıklayacakken gözlerinin neşe ile kırptı ve gülerek konuştu: "Ama bu gerçekten eğlenceli! Büyük kardeş, benimle yeniden oynar mısın?”
Yun Che'nin cevaplamasını beklemeden kendi kendine istekleri ile devam etti: "Hey! Hayır, hayır, bu doğru değil! Lezzetli yemek... Hala lezzetli yemek var! Hadi bana yemem için o bozuk şeyi ver! Bana söz vermiştin! Sözünden dönemezsin!"
Üzerinde kaynak mührü varken mühre geri girmesi, dışarı çıkarılması ardından kılıca dönüştürülmesi... Eğer bu normal bir kişiye yapılsaydı o kişi korkudan aklını kaçırabilirdi! Ama Hong’er sadece kısa bir afallama geçirmişti ve hatta bunun 'eğlenceli' olduğunu söylemişti. Sadece bu da değil, bu deneyimleri hemen zihninin arkalarına atmıştı... Onun sinirleri tam olarak neyden yapılmıştı?
Yun Che Ejderha Kusurunu çıkardı ve yüzündeki garip ifade ile konuştu: "Yiyebilirsin..."
"Wah, wah!" Hong’er Ejderha Kusurunu aldı ve heyecanla dans etmeye başladı. Yun Che tarafından takip edilirken Ejderha Kusurunun diğer yarısını yemişti ve hatta hepsini yutmuştu. Ama bu sefer hiç baskı altında olmadan yiyebilirdi. Doğal olarak yiyiş hızı oldukça yavaştı. Küçük ve hassas yumuşak, pembe dudakları ve hassas ve inci beyazı dişleri kolaylıkla kaynak demirinden daha dayanıklı Ejderha Kusurunu kopardı. Yun Che'nin ruhu bu manzara karşısında akıl almaz bir etki aldı.
Rumble...
Boşluktaki sallantılar şiddetlenmeye başladı ve havada küçük bir boyutsal yarık oluşmaya başlamıştı. Kanyak Arkının dışarı atıcı alanı sonunda gelmişti.
"Acele et ve onu kaynak mührüne al! Eşsiz fiziği nedeniyle kaynak arkının alanı tarafından etkilenmeyebilir!" Jasmine hızlıca konuştu.
Yun Che kaşlarını ördü ve zihinsel emirini vererek Hong’er'i kaynak mührüne döndürdü... Mutluca yemek yiyen Hong’er memnuniyetsizce haykırdı. Ardından Ejderha Kusurunun diğer yarısıyla birlikte kırmızı ışıkla kaynak mührüne döndü.
Temelde aynı zamanda güçlü ve karşı konulamaz bir güç Yun Che'yi yukarı taşıdı ve yoklukta ortaya çıkan boyutsal geçide attı.
Boyutsal türbülans içinde on sekiz ay geçirdikten sonra bu boyutsal geçit Yun Che için bir şey ifade etmiyordu. Gözlerini kapadı ve boyutsal geçidin içinde kalbi endişe ile doluyken hareket etti...
Tam olarak nasıl bir dünyaya gidecekti...
——————————————————
Kaynak Gökyüzü Kıtası, Mavi Rüzgâr Ülkesi.
İlahi Anka İmparatorluğu uyarı vermeden büyük bir istila başlatmıştı, Mavi Rüzgâr Ülkesinin dört bir yanını savaş alevleri ile yakmıştı. Yeni Ay Şehri merkez bölgesinin göbeği idi. Onun istila edildiği haberleri yayıldığında Mavi Rüzgâr Ülkesinin vatandaşları büyük bir panik durumuna girmişti...
Filo Gelgiti, Ayçiçeği Çiyi, İlahi Tütsü, Büyük Asura ve Kara Şeytanın oluşturduğu beş ulusun koalisyonu Mavi Rüzgâr tarafından birbiri ardına yardım isteği alıyordu ancak onlar sessiz kalmaya devam ediyordu. Onların altı ulusun birbirine olan bağlılıklarını ve 'eğer dudaklar giderse, dişler soğur' kavramını unuttuğumu yoksa İlahi Anka İmparatorluğunun herhangi bir misillemesinden korktukları mı bilinmiyordu. Ve Mavi Rüzgâr içindeki büyük tarikatların yüzde doksanı da döneklik etmeyi seçmişti... Çünkü herhangi bir direniş onların yok oluşunu getirecekti. Geri çekilmek utandırıcı olsa da en azından temellerini koruyorlardı. Direniş gösteren ve orduya katılan tarikatlar aslında küçük ve zayıf olanlardı; herhangi bir ünlü arka planı ve etkisi olmayan tarikatlardı.
İlahi Anka imparatorluğunun korkabileceği tek, en güçlü tarikat olan Cennetsel Kılıç Villası kapılarını mühürlemeyi ve böyle bir durumda kendilerini kilitlemeyi seçmişti.
Bu savaş acımasız bir şekilde insanlığın bencilliğini ortaya seriyordu.
Ezici güce sahip İlahi Anka İmparatorluğunun karşısında dışarıdan veya kaynak dünyasından bir yardım olmadan Mavi Rüzgârın direniş gösterme şansı yoktu. Mavi Rüzgâr İmparatoriçesinin emrinin altında İlahi Anka Tarikatına karşı vazgeçmeden karşı duranlar sayesinde Mavi Rüzgâr bu kadar fazla dayanabilmişti. Bu yedi ulus içinde zaten derinlemesine şaşırtıcı bir mucizeydi. Mavi Rüzgârın her bir vatandaşı ülkelerine işlemiş ölüm közlerinin kokusunu alabilse de İmparatoriçe Cang Yue karanlık göğün içindeki en parlak ay haline gelmişti ve herkesin sonsuz saygısını kazanmıştı. Ele geçirilecek bir ülkenin yöneticisi olsa da sonuna kadar Kaynak Gökyüzü Kıtasının tarihinde yerini alacaktı.
Mavi Rüzgâr Ülkesinin en batı kısmında, savaş alevleri ile çoktan kaplanmış bir alanda omzuna gelen saça sahip zifiri karanlık kıyafetli bir erkek alevlerin içinden çıktı.
Adımları cansızdı, yürüyüşü kasıntı ve ağırdı, yüzündeki ifadesi kıyaslanamayacak kadar soğuk ve sertti. Gözlerindeki soğukluk özellikle dikkat çekiyordu. Dokuz cehennemin soğuk bıçakları kadar keskin ve soğuktu. Eğer birisi onun tarafından bakılsaydı kemiklerine kadar ürperirlerdi... Birisi onun gözlerine baksaydı gözbebeklerinin anormal siyah bir ışık ile titreştiğini görürdü.
Burası savaş ateşleri ile vaftiz edilmiş bir yerdi, ıssız bir çoraklıktı ve binalar bile tamamen dağınıktı. Sadece yüzleri umutsuzluk ile dağlanmış birkaç yolcu vardı. Savaş sıradan insanlara zarar vermemeliydi ama İlahi Ana İmparatorluğu uygunsuz bir tempo ile saldırıyor ve büyük ordusu ile toprakları süpürerek umutsuz sivillerin güvenliğini tamamen görmezden geliyordu.
Siyah kıyafetli gencin her hareketi emsalsiz bir tekdüzelik taşıyordu. Tüm yolculuğunu şaşırtıcı bir şekilde tamamen düz bir hatta yapmıştı. İnsanlar onu gördüğünde kontrolsüzce ondan uzaklaşmış ve mümkün olan en uzak mesafeyi korumuşlardı.
Uzun süre yürüdükten sonra sonunda hala uygun bir durumda olan bir hana ulaştı. Adımları kapıda yavaşladı ve hana girdi.
Her yerde zaten kıtlık vardı ve mülteciler dışarı atılıyordu. Bu nedenle han için artık ziyaretçi yoktu ve han çok uzun süre varlığını sürdüremezdi. Hancı hayatsız bir şekilde tezgâhta oturuyor, iç çekiyordu. Ama aniden bedeni yoğun bir soğukluk hissetti ve kalbi anında sıkıştı. Kafasını kaldırdı ve hana giren siyah kıyafetli genci gördü.
Bir han açan birisi doğal olarak bilgili bir insandı. Siyah kıyafetli gencin verdiği emsalsiz korku hancının bu genç adamın kesinlikle dehşet verici bir karakter olduğunu anlamasını sağlamıştı. Hızlıca olduğu yerden çıktı ve genç adamı karşıladı. En sakin sesiyle konuştu: "Genç efendi burada mı kalacak?
"Yun Che nerede?" Siyah kıyafetli genç ona doğrudan bakmadı, soğuk ve durgun su gibi sabit sesiyle konuştu.
"Yun... Yun Che?" Hancı dikkatli şekilde konuştu, korkusunu kontrol atında tutmaya çalışıyordu: "Hangi Yun Che?
"Tabii ki Yanan Cennet Klanını yok eden Yun Che!" Siyah giyimli genç daha da soğuyan sesi ile konuştu.
"Ah? Şey..." Hancı ona şok ve şüphe ile baktı ama hızlıca kafasını alçalttı ve cevapladı: "Bu değerli müşterimizin sorusunu anlamadım. Refakatçi Prens Yun Che... O çoktan ölmedi mi?"
Yun Che ismi doğal olarak tüm Mavi Rüzgârda biliniyordu. İki yıl önce onun ismi tüm kaynak Gökyüzü Kıtasında şok etkisi yaratmıştı. Ama bu ün yükseltici haberlerin ardından İlkel Kaynak arkında öldüğü haberleri de gelmişti.
N... Ne dedin?"
Hancının sözleri kıpırdamayan genç adamın yıldırım inişi gibi patlamasına neden oldu. Hancının yakasını tek eli ile yakaladı ve iki yüz kilodan ağır olan hancıyı kolaca kaldırdı. Kara gözleri şeytani bir ışık yayarken bağırdı: "Öldüğünü mü söylüyorsun? Yun Che'nin öldüğünü mü söyledin?"
Hancı sanki buza düşmüş gibi hissetti ve korkudan neredeyse olduğu yerde altına işeyecekti: "Değerli... Değerli konuğumuz lütfen kızgın olmayın. Refakatçi Prens Yun gerçekten öldü, iki yıl önce öldü... Bu olayı, tüm kıta biliyor... Değerli müşterimiz lütfen hayatımı bağışlayın... Hayatımı bağışlayın..."
Siyah kıyafetli gencin elleri sallandı ve yüzü kıyaslanamayacak kadar dehşet verici bir şekilde bozuldu. Boğuk bir sesle konuştu: "Öldü... Nasıl ölebilir! Söyle bana! Nasıl öldü... Nasıl öldü?"
"O... O... O İlahi Anka İmparatorluğunda öldü... Yedi Ulus Sıralama Turnuvasından sonra... İlkel Kaynak Arkında... Prenses Karı kurtarırken öldüğünü duydum... O... Kaynak Arkına gömülmüş..."
Hancı korkunç bir şekilde ürktü, tüm bedeni titrerken konuşması anlaşılmaz hale geldi.
"Ahhhhhhhh!" Siyahlı genç öfkeli bir haykırış attı, ardından kolunu sallayarak hancıyı uçurdu. Hancının bedeni duvara uçtu ve onun ardından başka bir hareket belirtisi göstermedi. Ölüp ölmediği belirsizdi.
"Öldü... Öldü... Öldü... Öldü... O öldü... Ha... Haah... Hahahaha... Öldü!" Siyahlı gencin bedeni kasılırken kendi kendine sözleri tekrarladı. Tüm davranışı düzensizlik içindeydi ve kahkaha atarak hırıldamaya başladı. Kahkahanın ardından ifadesi acı dolu hale geldi... Sanki aniden delirmişti.
"Neden... O neden öldü?" Siyahlı genç kafasını kaldırdı ve keder içinde hırıldadı: "Üç yıl sayısız cehennemvari Arafa dayandıktan, etimi parçaladıktan ve ruhumu söktükten sonra sonunda bu günün geldiğini gördüm... Ama neden öldü... Öldü... Nasıl intikam alacağım? Ah!!!!"
Siyahlı genç kükredi ve aniden bedeninden zifiri karanlık bir duman çıktı. Bu dumanın içinde, ayağının yanındaki tahta masa sessizce çürüdü. Masanın üzerindeki beyaz ekmek karardı ve ardından çürüyerek rüzgâr tarafından taşınan siyah bir toza dönüştü.
Kükreyişini bastırdıktan sonra kendine geldi ve zihninde bir isim belirdi.
Yüzen Bulut Şehri!!
"Yüzen Bulut Şehri..." Siyahlı genç alçak sesle mırıldandı: "Yun Che... Sen benim klanımı yok ettin... Bu düşmanlık sonsuza kadar sürecek! Madem... Seni artık öldüremiyorum... O zaman ben de basitçe klanındaki tüm kişileri katlederim."
(Ç.N: Fen Juechen'i bırakmaması gerektiğini biliyordum Yanan Cennet Klanında ???? )
(FN: Spoiler verme pezevenk. Ben biliyodum gerçi :D)
Siyahlı genç uçmaya başlarken hanın tavanını kırdı, siyah bir ok gibi parlarken doğuya gitti... Yolu doğrudan Yüzen Bulut Şehri idi.
-------------------------ÇEVİRMEN NOTU-----------------
Fen Juechen neler yapacak? Yun Che nasıl bir dünyada? Nelerle karşılaşacak? Merak mı ediyorsunuz? O zaman... Bekleyin, okuyun ve öğrenin :D
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..