Bölüm 37: Yolculuk ve Garip Rüya
Roan saatin farkına vardığında not defterini tuttuğu gibi kütüphaneden dışarı fırladı. Güneş çoktan tepede yerini almıştı. Kendisi kütüphaneye girdiğinde öğlen bile olmamıştı. Bu da bir günden daha uzun süredir orada durduğunu gösteriyordu.
Bildiğine göre uzayda güveliği sağlamak zor olduğundan, tüm rotalar önceden kontrol edilir ve düzenli seferler oluşturulurdu. Bu seferler asla düzeni şaşmaz ve yüksek güvenlikte olması için farklı gemiler onları korurdu. Bu yüzden uzay seyehati pahalıydı.
Roan yakıcı güneşi umursamadan bir elinde mızrak, diğer elinde not defteri Cassius’un konağına koşuşturdu. Koşarken hem bilgin, hem de barbar gibi görünen bu çocuğa bakanlar olmuştu.
Ancak Roan onları umursamadan konağa vardı ve derin nefesler eşliğinde içeri girdi. Muhafızlar artık ‘tanıdığından’ herhangi bir ifade göstermeden geçmelerine izin vermişti.
Roan, Cassius’un kapısını çaldı ve içeriden bir ses gelmeyince içeri girdi. Cassius aynı yerinde, aynı pozisyonda, aynı yüz ifadesi ile duruyordu.
Roan’ın girdiğini fark ettikten sonra ona doğru bir kart gönderdi ve “Saray muhafızları sana gideceğin yere kadar eşlik edecekler. Acele et.” Dedi. Ardından tekrardan kasvetli pozisyonuna döndü ve boş kağıdı karalamalar ile doldurmaya devam etti.
Roan saygıyla kafasını eğdikten sonra arkasını döndü ve birden kapıda beliren muhafızlar eşliğinde hedefine gitti. Hiçbir şey hazırlayacak zamanı yoktu; parasıda. Bu yüzden bir mızrak ve bir defter ile gitti. Tabii üzerinde basit bir siyah pantolon ve beyaz renkli bol bir tişört vardı.
Muhafızlar oldukça hızlı adımlarla ilerliyor ve Roan’a üstünlüklerini gösteriyorlardı. Bunlar Roan’ın atıştığı iki muhafızdı. Hâlâ kinli olduklarını görünce Roan dişlerini sıkmaktan ve onları görüş açısından kaybetmekten başka bir şey yapamadı.
Onlardan en az yirmi metre uzakta olduğu gerçeği de göz önüne gelince, Roan Cennet Yolu’nda saçma derecede güçlü olduğunu anladı. Ayrıca sadece bir ay içinde bu güç seviyesine ulaşmıştı. Bu olayı daha da saçmalaştırıyordu. Ancak gerçeklik ve oyun farklıydı. Ve bu gerçeklik Roan’ın yüzüne sert bir tokat gibi iniyordu.
“Güçsüzlük çok acı verici… Kendi iradem ayrı bir yok sayılıyor; özellikle düşmanın çoksa.”
Roan kan ter içinde muhafızları takip ederken düşüncelerle boğuşmaya devam ediyordu. Çünkü düşünmekten başka bir şey yapmak için zamanı yoktu.
“Yükseliş Akademisi benim için bir arena olacakmış gibi hissediyorum. Oyundayken çok fazla kişiyi gücendirdim. Saçlarımı siyaha boyayıp, lens mi taksam? Kimliğimi bir nebze de olsa gizleyebilir.” Diye düşündü. “Ah… Çok uğraştırıcı. Öncelikle saçlarımı güçlendirmek için özel kremlerden kullanmalıyım, yoksa bu genç yaşta kel kalacağım. Şimdilik saçlarımı siyaha boyatmak yeterli olur.”
Roan vücudundaki gücün tükendiğini hissetti. Bir gündür bir şey yememişti ve içmemişti. Ayrıca gece boyunca kitap okuduğundan gözleri de yorgundu. Ancak bunu bir sınama olarak gördüğünden dudaklarını ısırarak dayandı.
“Burada düşersem hiç kimse beni umursamayacak ve oraya götürmeyecek. Bayılacaksam geminin içerisinde bayılmalıyım.”
Roan o anda ne kadar yalnız olduğunu fark etti. En ufak bir şekilde dinlenmeye kalkarsa onu bekleyecek, arkasından itekleyecek birisi yoktu. Onu destekleyecek bir rüzgar bile yoktu…
“Güvenebileceğim tek şey benim… sınırlarımı aştıkça gelişeceğim ve kimseye ihtiyaç duymayacağım.” Roan derin bir nefes aldı ve hızını artırarak koşmaya başladı. Vücudu bir deri bir kemik olsa da, önüne çıkan bir taş onu devirebilecek olsa da gözleri bir yıldızdan çok daha parlaktı.
O saniyede Roan önündeki muhafızları kaybetti. Muhafızlar bir anda toz olup yok olmuştu sanki. Bunu bilerek yaptıkları öyle belliydi ki, Roan, Lilibeth’in dahi fark edeceğini düşündü.
“Hah! Çıkışın yerini öğrendiğimden size gerek kalmadı. Gemilerin harekete geçtiği yeri biliyorum.” Roan gülümseyerek koşmaya devam etti ve en sonunda sarayın yüz elli metre ötesindeki otoparkın olduğu yere geldi.
Bu otopark, sıradan arabalar için değil, aksine yüzlerce metreye erişen büyük gemiler için tasarlanmıştı. Yüzlerce metrelik gemiler için olduğundan on kilometrelik bir alana kurulmuştu. Hava savunması, uzay kuleleri vb bir çok gerekli teknoloji burada bulunuyordu. Roan girişe geldiğinde birkaç güvenlik görevlisi onu durdurdu ama Roan elindeki kartı gösterdiğinde geçmesine izin verdiler.
Otoparkın içinde beş adet büyük gemi bulunuyordu. Onlarca asker gemilerin etrafında bir barikat kurmuştu. Barikatın sadece bir yeri bölgesi açıktı ve en büyük iki gemiden birisine giden merdivenler oradan başlıyordu. Merdivenlerde Roan’ın yaşlarında beş kişi konuşarak yukarı çıkıyordu. Bu bir seyahat gemisiydi.
Roan oraya vardığında nefes dahi alacak takati kalmamıştı. Ciğerleri nefes almak istemiyordu, boğazı yanıyor ve burnu üşüyordu. Gözleri ağırlaştığından uyumak istiyordu ama daha gemiye binmesi gerekiyordu.
O sırada barikattan bir asker geldi ve “Kartınızı görebilir miyim?” dedi. Roan’ın vücudunun titremesine neden olacak engin bir auraya sahipti. Kızıl saçları sırtına kadar iniyordu. Beline hafif eğime sahip, ince bir kılıç asılıydı. Roan istemsizce kendi boğazını yokladı.
Roan nefessizlikten kaynaklı ıslanan gözleriyle Cassius’un verdiği kartı ona uzattı. “O kartın bu olması gerekiyor.”
Asker kartı detaylıca inceledikten sonra önce Roan’a, ardından arkasındaki askerlere baktı. Bir süre sonra bir şeyler mırıldandıktan sonra kartı Roan’a verdi.
“Lorda, prensesin odasına kadar eşlik edin. Kendisi VIP odalardan birisine sahip olmalıydı, ancak güvenlik sebeplerinden dolayı birçok odayı kaldırmıştık. Bu yüzden ancak prensesin odasını paylaşmasını isteyebiliriz.” dedi asker.
Roan kartı aldıktan sonra derin bir nefes aldı ve “Önemli değil, koltukta da uyuyabilirim. Lilibeth’i rahatsız etmek gereksiz bir şey.” dedi.
Asker, Roan’ı tekrardan inceledi ve kafasını salladı. “Görünüşe göre kitaplara ilginiz var. Dert olmayacaksa size kütüphanede yatak ayarlayabiliriz. Yolculuk uzun olduğundan sürekli koltukta uyumanız, bizim size haksızlık etmemiz demektir. Elimizden ancak bu kadar geldiğinden dolayı üzgünüm.”
Roan, tekrardan ısrar etmek üzereydi ama ‘kütüphane’ kelimesini duyduktan sonra dert etmedi. Hızlarına bağlı olarak Yükseliş Akademisi’ne gitmek aylar bile sürebilirdi. Bu sürede kitap okumak ona çok şey kazandırırdı.
“Pakala, kütüphanede uyumak beni güzel bir kızın odasında kalmaktan daha memnun eder.” Roan heyecanını gizlemek ile uğraşmadı. Sürekli oynattığı bacaklarından ne kadar heyecanlı olduğu belliydi.
“Sabrınız için teşekkürler.” Dedi Asker garip bir yüz ifadesiyle, “Arada kaptan tarafından anonslar geçilecektir. Lütfen bunlara uymaya özen gösterin. Aksi takdirde planlarda ciddi sapmalar meydana gelebilir. Ayrıca saldırı olursa lütfen paniklemeyin ve soğukkanlılığınızı koruyun. Her şeyi askerler halledecektir.”
“Anladım.” Roan kafasını salladı ve daha fazla beklemek istemedi.
Asker bu sabırsızlığı gördüğünde Roan’a refakat etmek için bir asker görevlendirdi ve Roan’ın uyuyacağı yerin hazırlanmasının emrini verdi.
Roan uzun bir asker tarafından gemiye çıkartıldı ve önce kafeteryaya götürüldü. Ardından gemiyi gezmesi, gerektiğinde içerideki görevlilerden yardım istemesi özellikle istendi.
Ancak Roan’ın gemiyi gezecek durumu yoktu. Kafeteryanın güzelliğine en ufak bir dikkat dahi etmeden bir yemek aldı ve iştahla yedi. Ardından kütüphaneye gitti ve kütüphanenin bir köşesine konulmuş yatağının üzerinde uyuya kaldı. Orada kitap okurken horlayan Roan’a bakan insanları en ufak bir şekilde düşünmedi bile.
***
Rüyasında garip bir yerdeydi. Gökyüzü gözlerinin hiç alışık olmadığı cinsten kapkaranlıktı. Gökyüzünde karanlığı benimsemin olan güneş, mukuslu bir yeşile dönüşmüş ay dışında hiçbir şey bulunmuyordu. Gökyüzünde ışık yerine karanlığı yayan güneş dışında başka bir yıldız yoktu. Kapkaranlık, gözlerin alışık olmadığı cinstendi.
Yeryüzü de gökten farklı değildi. Bir bulutu andıran yumrulardan oluşan yumuşak toprak ayakların altında rahatsız edici derecede hareketliydi. Etrafa siyahın ve yeşilin ahenkli karışımından oluşan bir sis hakimdi. Bu sise bakınca insan hipnoz oluyor, kendini ona bırakmak istiyordu. Oldukça rahatsız edici bir his olduğu söylenmeliydi.
Roan bu garip diyarı şaşkınlıkla hissetti. Önce ellerine baktı. Süt beyazı narin teni görünmüyordu bile, karanlıktan dolayı. Ayın hastalıklı ışığıyla birleşen sisin yeşil ışığı sayesinde önü çok az aydınlıktı. Ancak buna rağmen elleri ve kollarını göremedi.
Ancak ilerlemeyi düşününce ilerlemesi, bacaklarının olduğunu gösteriyordu; bu bir nebze de olsa onu rahatlatmıştı.
Bunun bilinçli bir rüya olduğu anlaşılmıştı. Ancak neden böyle bir rüya gördüğünü anlamadı. Aklına gelen en mantıklı sebep; Kara Tayf olan Ustası’nı o kadar kafaya takmıştı ki bilinci kendisi için yaratıcı bir rüya oluşturmuştu. Böyle şeylerin, bir konuyu kafasına çok takmış kişilerin başına geldiğini biliyordu. Ancak bu kadar gerçekçi hissettirdiği ile ilgili bir şey görmemişti.
Sisin hareketleri monoton ve yavaştı. Sanki bir bulutsuydu ve bir kara deliğin, uzay dokusunda bıraktığı eğimin etrafında dönüyordu. Roan sisin bir şeyin etrafında döndüğü ve yavaşça içeri doğru daraldığını fark etti. Ancak merkezi kendisi değildi.
O anda sisin hareket yönü değişti ve tam tersi istikamette - öncekinden daha hızlı bir şekilde dönmeye başladı. Siyah ve yeşil karıştı – bir bütün oluşturdular. Roan merkezdeki her ne varsa onun kendisini çağırdığını hissetti.
Bu çağrı öyle güçlüydü ki – evine dönmek istiyordu. Roan bu çağrıyı reddetmeyi ve sisi daha da anlamak istedi. Ancak bedeni istem dışı bir şekilde geriye doğru ilerlemeye başladı.
“Bir şey beni kontrol ediyor! Bir Kukla Tekniği ya da Manipülasyon Tekniği olmalı. Bekle… bedenimin buna karşı çıktığını hissetmiyorum. Yoksa? Karşı koyan tek şey zihnim mi? Bu da ne? Neden içimde sıcak bir his dolaştı? İçimde bir heyecan oluştu ama bunun benimle alakası yok.” Roan garip duygular içindeydi. Kendisi hiçbir şey hissetmiyordu ama hissediyordu. Bu öyle garip bir durumdu ki aklı hayali almadı.
Roan vücudu kontrolü altına almaya ve bu garip gücün etkisinden kurtulmaya çalıştı ama çabaları nafileydi.
O anda görüş açısına garip varlıklar giriş yaptı. Birçok iskelet ve tayf tekbir hedefe kanalize olmuş bir şekilde yürüyordu. Hepsinin çıkış yeri sis olmakla beraber, hepsi kendine özgü bir fiziğe sahipti. Klimisi bir ayı iskeletiydi, kimisi uçan bir akbaba, kimisi de kemiksiz ve yarı saydam tayftı.
Roan’ın nutku tutuldu. Kalbi güm güm atmaya başladı. Kendisi ile bu varlıkların rotası aynıydı. Bu da demek oluyordu ki…
Roan yumrulardan oluşan yumuşak toprağa takıldı ve yere düştü. Bu sırada ayakları kısa süreliğine gözüne çarptı ve nefesinin kesilmesine neden olacak görüntüler zihnine kazındı.
“Ayaklarım yok?! Ben bir tayf mıyım?” Roan şaşkınlıkla düşündü. “Hayaletlerle ilgili son gördüğüm şey ustamın eşsiz alanının oluşturduğu yıkım ve Kara Tayf yeteneğiydi. Onlarla alakalı bir anı olabilir mi? Hm, onu öldürmeden önce bana zihnini benimki ile bağladığını söylemişti. Gerçek anlamda söylemiş olabilir mi?”
Aklında Rowan’ın son sözleri peydahladı. Şimdi kapalı pencerelen bir inçte olsa açılmış ve güneş ışıkları karanlığı aydınlatmıştı. Roan bunun Rowan ile alakalı olduğunu düşündüğünden karşı koymaya çalışmaktan vaz geçti ve kendisini bıraktı.
Zihni direnmeyi bıraktıktan sonra yere düşen vücudu kendiliğinden kalktı ve arkasını dönerek –geldiği yöne sırtını dönerek- ilerlemeye devam etti.
Garip sis ilerledikçe daha da kalınlaştı ve dönme hızı arttı. Artık Roan bu sisin bir şey tarafından emildiğini doğrulmıştı. Kuşbakışı olarak baksaydı, görünecek şeyin bir sarmal galakasiyi andıracağını düşündü.
Vücudu beş dakika boyunca düz bir rotada ilerledi. Kimi zaman aptalca düşse de amacından asla vazgeçmeden bir rotayı takip etmişti. Ama en sonunda duraklamış ve titrek bir şekilde olduğu yerde durmuştu. Etrafı dikkatle inceleyen Roan önüne odaklandı ve sisin perdelediği şeyi görmeye çalıştı.
Çevrede dönen sis, tam merkezde duran figürün etrafında toplanmış ve onun için bir küre oluşturmuştu. Yeşilin ve siyahın ahenkli uyumundan oluşan bu sisin büyük bir kısmı bu kürenin içine çekiliyor ama küreyi genişletmiyordu.
***
Bekleyemedim. Yükledim.
Seri nasıl ilerliyor? Yorumlarsanız sevinirim. Eleştiri iyidir.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..