Bölüm 33: Son Yolculuk

avatar
498 3

Düşmüş Perinin Yükselişi - Bölüm 33: Son Yolculuk


Hava güneşli ve canlıydı.

Masmavi gökyüzünde leke olarak görülebilecek tek bir bulut bile bulunmuyordu. Hiçbiri kudretli güneşin ışığını kesmek için cesaretlerini toplayamamış gibi görünüyordu.

Güneşin ışığıyla yıkanan canlıların hepsinin ruh hâli gittikçe daha neşeli ve canlılık hissiyle dolup taşarken bu durumda bir lekeden farksızmış gibi görünen kasvetli karanlık ortama sahip havasıyla öne çıkan bir yer vardı.

Bir zamanlar özenle seçilmiş ve dikkatli bir şekilde bakımı yapılan renkli papatyalar ve güller ile dolan teras artık yerini hüznün ve kederin kırıcı, sert ve acı dolu işareti olan kasımpatılara bırakmıştı.

Terasta bir kadın gözlerinde acılarının işareti olan göz yaşlarıyla arka bahçeyi izliyor, sanki bir şeyleri hatırlamaya ve tekrar gözlerinin önüne getirip duruyormuş gibi görünüyordu.

Duruşu zayıftı, kırılgandı ama direniyordu.

Kalbindeki amansız fırtınalara, kendisini yıkmaya çalışan kahrolası dalgalarına direniyor, güçlü bir duruş sergilemeye çalışıyordu.

Kadının sarı saçlarının bir kısmı göğsünün hemen üzerinde bitiyor, bir kısmı ise beline kadar uzanmaya devam ediyor ve yorgun bir annenin görüntüsünü andırıyordu.

Göğsünün üzerine düşen saçlarını zarif bir el hareketiyle düzelttikten sonra arkasını döndü ve hissettiği acı daha da şiddetlendi, kalbi bir daha delinip kan ağlamaya başladı.

Devasa yatağın üstünde cansız bir genç yatıyordu.

Gencin kızıl kahve saçları kederinden dolayı zor da olsa kadın tarafından özen gösterilmeye dikkat ederek taranmış ve bir beyefendinin özenli görüntüsü oluşturulmaya çalışılmıştı.

Göze hitap eden çekici bir görüntü kazanmasını sağlanmıştı.

Kadın için bunu yapmak oldukça zor, acı dolu ve bir daha hiç yapmak istemediği bir tecrübe olmuştu.

Gözleri kapalı olan çocuğun bir zamanlar sahip olduğu canlılığın simgesi olan kırmızı renkteki dudakları canlılığını yitirmiş mora dönüşerek ölümün rengini almıştı.

Bir zamanlar o dudaklardan dökülen soğuk, mesafeli ve alaycı olan küçümseyici sözcüklerin dökülmesi şimdi kadının tek istediği şeydi ama mor dudaklardan dökülen tek şey ölümün kulakları sağır eden sessiz melodisi olmuştu.

Kireç gibi beyazlamış olan derisi çocukların okuduğu hikâye kitaplarından fırlamış bir vampiri andırıyordu.

Cansız çocuk özenli bir şekilde giydirilmişti.

Üstünde canlılığını kaybetmiş olan beyaz derisine uygun olacak şekilde beyaz renkte bir gömlek bulunuyordu. Fae ailesinin sembolünün kazınmış olduğu düğmeler tamamıyla iliklenmiş ve gri renkte bir papyon ile desteklenmişti. Gömleğinin üstüne giydirilmiş olan, ekose desenli, açık gri tonlarındaki yeleğin bütün düğmeleri de düzgün bir şekilde iliklenmiş ve her şeyin kusursuz bir düzen içinde oluşunu sağlamışlardı.

Cekete de yelek ile aynı renkteydi ama ton olarak biraz daha koyusuydu. sol göğsünde üstüne aile simgesinin işlenmiş olduğu beyaz renkte bir cep mendili bulunuyordu.

Pantolonu da ceketi ve yeleğiyle aynı desenleri taşıyordu ve renk konusunda, ceketiyle uyumlu olacak şekildeydi. Ayakkabıları ise renk olarak önce çıkan ve diğerlerinin aksine tamamen siyah renkteydi. Oldukça iyi bir şekilde temizlenmiş, parlatılmış olan ayakkabılar bir çift aynadan farksızdı.

Genç çocuğun elleri göğsünün üzerinde, tam kalbinin hizasında olacak şekilde birbirlerine bağlanmış bir hâlde koyulmuştu.

Bağlanmış olan ellerinin arasında küçük bir buket kasımpatı bulunuyordu.

Bir porselen bebekten farksız olan genç çocuğun suratına gülümseyen, rahatlamış olduğunu gösteren bir ifade bulunuyordu.

Diğer tarafta kendisinin rahata kavuştuğuna göstermek için yapılmış, etrafındakilere destek veren bir illüzyondan başka bir şey değildi.

Kadın, siyah renkteki elbisesinin eteklerini hafifçe kaldırmış ve adımlarına dikkat ederek yatağında huzurla yatan çocuğun yanına oturmuştu.

Bir anda hayattan koparılıp giden çocuğun huzur bulduğuna inanıyor, içinden Yaratıcıya dualar edip duruyordu.

Kızarmış gözlerini çocuğun çehresinde gezdirdi bir süre.

Boğazında bir hıçkırık yükseldi ama kendisini tuttu ve dayandı. Gözleri tekrar dolmuş, yüzünü buruşturmuştu. Elleri titriyordu ama sıkıyordu, belli etmemeye çalışıyordu.

Derin bir nefes aldı ve kederini kalbine kilitlemeye çalıştı.

Elindeki siyah eldivenlerini zarif bir hareketle çıkarmış ve titreyen ellerini çocuğun soğuk yanında dolaştırmaya başlamıştı.

Gözlerinde pişmanlık vardı çünkü annelik görevini yerine getiremediğini, yeğeniyle yeterince vakit geçiremediğini ve onunla fazlasıyla ilgilenemediğini düşünüyordu.

Kız kardeşi gibi gördüğü çocuğun annesine verdiği sözü tutamamış gibi hissediyordu.

Acı ve keder kilitlerinden kurtulmuş, tekrar kendilerine yer bulmuşlardı.

Gözlerini çocuğun gülümseyen yüz ifadesiyle yatan cansız bedeninden alamıyordu.

Daha birkaç gün önce sapasağlam, sağlıklı ve her zamanki gibi mesafeli de olsa kendileriyle konuşuyor ve varlığını gösteriyordu.

Aklına gelen geçmiş görüntüler hissettiklerinin yoğunlaşmasına ve kendisi üzerinde ağır bir yük oluşmasına sebep oluyordu.

Yutkundu ve ağlama isteğini geçiştirmeye çalıştı.

"Benim küçük Alastair'im," dedi titrek, kırık sesiyle Laila.

Omuzları düşmüş olan Laila yataktan yavaşça kalktı ve elle örülmüş olan eldivenlerini tekrar giyindi.

Derin nefesler alıp hissettiklerini bastırmaya çalıştı ama artık yetersiz gelmeye, nafile bir çabadan farksızmış gibi hissettirmeye başlamıştı.

Gözlerini çocuğun ölü bedeninden çekemiyor, ona bakmayı sürdürüyordu. Her şeyin bir kâbus olması gerektiğini düşünüyor ve öyle de olması için dualar ediyordu.

Aynı bir hafta boyunca durmaksızın ediyor olduğu gibi...

"Laila," diyen kalın ama nazik bir ses duyuldu.

Kadın tekrardan derin nefes aldı ve odaya giren adama baktı.

Sesin sahibi kocasıydı.

Tamamen siyahlara bürünmüş bir şekilde bugünün kaçınılmaz hatırlatıcısı olarak yanına gelmişti.

İçinde taşıdığı hüznün ve pişmanlığın ona yaşattığı bu acı durumdan kurtulmak istercesine sarıldı kocasına. Kocası da ona sarılmıştı ama fayda etmiyordu.

Onun yerine hisler giderek daha da yoğun bir hâl alıyor, daha da büyüyor ve ezilecekmiş gibi hissetmesine sebep oluyordu.

"Annesine onu koruyacağıma, ona bakacağıma ve onu güzelce yetiştireceğime söz vermiştim. Alastair'i kendi çocuğummuş gibi görüp yetiştireceğime söz vermiştim," diyerek ağladı boğuk çıkan ve hıçkırıklara kapı aralayan hüzün dolu sesiyle.

Yüzünü kocasının göğsüne gömmüştü bir sığınık ararcasına. Bu hislerden kurtulmak için bir sığınak ararcasına...

"Bentley," dedi pozisyonunu bozmadan. "Ben kötü bir anne miyim?"

"Laila'm, canım ve kalbimin tek neşesi, lütfen ama lütfen böyle şeyler söyleyip durma! Kendini yıpratmaktan başka bir şey geçmiyor eline. Beni de babamı da üzüyorsun. Çevrendekileri de üzüyorsun. Her şey senin suçunmuş gibi üstlenme lütfen!"

Bentley hafif kızmıştı Laila'nın bu durumuna. Onun Alastair için güçlü olması ayakta durması ve onu gülerek izleyip hatırlaması lazımdı.

Ellerinden gelen bir şey yoktu. Alastair ölmüştü. Evet, kötü ve tahmin edilemez bir acının işaretiydi ama kendilerinde suç aramak da yanlıştı.

Bentley böyle düşünüyordu.

"Yüksek Kat'da annesi ve babasıyla birlikte olan Alastair'in seni bu şekilde acı içinde görmesini mi istersin? Onun da mı üzülmesini istersin?"

Laila sadece hıçkırdı. Ne bir söz söylemiş ne de bir harekette bulunmuştu.

"Lütfen kendini yıpratma. Unutma en sevilenler hep en erken gidenlerdir."

Laila kocasının göğsünden kafasını kaldırdı ve onun topraktan farksız olan koyu kahverengi gözlerinin içine baktı bir süre. Ardından, kafasını yataktaki soğuk bedene çevirdi.

Soğuk bedenin yüzüne bakarken, ilk önce acı dolu bir hıçkırık kaçırdı ve ardından göz yaşları şelale gibi akmaya başladı.

Bentley daha sıkı bir şekilde sarıldı ve karısının yüzünü tekrar göğsüne gömdü. Saçlarına bir öpücük kondurup onu teselli etmeye çalıştı.

Onun da gözleri kızarmıştı ve kalbine binlerce iğne saplanıyor olsa bile en azından ailenin bir üyesinin güçlü bir şekilde ayakta durması gerekiyordu.

Özellikle de eşinin şu anki durumunda ona destek olmak için bu durumu sürdürmesi gerekiyordu.

"Koruyamadım! Evladımı koruyamadım! Koruyamadım!"

Elinden gelen hiçbir şey gelmiyor oluşu onu ezmiş ve dişlerini sıkmasına sebep olmuştu.

Karısının yürek burkan ağlayışı dinleyebilmişti sadece.

--

Akşam vaktinin çöküşüyle birlikte Oriol dışında bütün aile üyeleri ön bahçede toplanmıştı. Aile bireylerinin yanı sıra Daimhayat Kilisesi'nden bir rahip ve birkaç şövalye de orada bulunuyordu.

Hepsi gri renkteki tabutun etrafında toplanmış, Oriol'un evden çıkmasını bekliyorlardı.

Dikdörtgen şeklindeki siyah tabutun köşeleri hilal şeklindeki ayı andırmasını sağlayacak şekilde yapılmış ve boşluklara üstünde çeşitli yazıların bulunduğu halkalar eklenmişti. Tabutun boyutu ise orta yaşlarında bulunan bir insan boyutların ideal olacak şekildeydi.

Tabutun yan taraflarından gümüşten yapılmış kollar bulunuyordu.

Tabutun üst kısmına gelindiğindeyse gayet ilgi çekici bir hikâyenin resmî bulunuyordu.

Siyah, dumanı andıran vücudu belirsiz olan figür ellerini yukarıya açmış bir şekilde ellerinin arasından bulunan gri renk ile resmedilmiş olan ruhu uzatıyordu. Siyah ve beyaz renkler ile belirtilmiş olan bir kadın figürü de ruhu alıyor ve beyaz renkle çizilmiş bir başkasının ellerine temsil ediyordu ruhu.

Bu, Daimhayat Kilisesi’nin ölümden sonra neler olduğunu ruhun nasıl diğer tarafa seyahat ettiğini anlatmak için kullandığı bir çizimdi. Özellikle tabutlarda ve mezarlığın girişindeki duvarların iç tarafında daima kullanılırdı.

Ayrıca bir hatırlatma işlemi de görürdü bu.

Siyah figür ilkel karanlığı, sonun temsilcisi ve Alt Kuyu'nun kraliçesini temsil ediyordu. Kendisini belirten bir adı yoktu Karanlık dışında. Bu da onu oldukça gizemli ve korkutucu kılıyordu.

Beyaz renkli eller ise ilkel ışığın, Yaratıcının temsilcisi ve Yüksek Kat'ın sahibinin temsilî olan çizimdi. Karanlık'ın aksine onun bir adı vardı: Eia. Eia, ilk parıltı anlamına geliyordu. Siyah ve beyaz renkler ile belirtilen kadın figürü ise Karanlık ve Eia'dan doğmuş olan Hayâl idi.

Yaratıcılığın ilhamını veren ve karanlık gecenin huzurlu, aynı zaman da korkutucu temsilcisi olan figürdü o. Ek olarak ruhların yaptığı yolculukların temsilcisiydi de.

Malikânenin girişinde kucağında Alastair'in cansız bedeniyle birlikte ortaya çıkan Oriol herkesin dikkatinin kendisine dönmesine sebep olmuştu.

Oriol kızarmış gözleriyle torununu taşırken derin nefesler alıyor ve torunun daha iyi bir yerde olduğunu düşünerek kendisini teselli edip güçlü olmaya zorluyor, ağlamamaya çalışıyordu.

Hayatını kaybetmiş, gençliğinin en iyi yıllarına bile gelememiş olan torununun yaşayamamış oluşu onun kan ağlamasına sebep oluyordu. Ve şimdi onu toprağa verecek oluşu da eklenince...

Gerçek hâlâ sindirilememiş bir şekilde zihninde kalbinde duruyor, acıyı hatırlatıp duruyordu.

'Umarım ki annen ve babanla beraber gelebilmişsinizdir. Umarım orada rahat bir şekilde bizi izliyor ve kalan yaşamını sürdürebiliyorsundur.'

Oriol yavaş ve yorgun adımlarıyla tabutun önüne geldi.

Çevrede bulunan şövalyelerin hızlıca tabutun kapağını açmasının ardından, torununu dikkatli bir şekilde sanki kırılacak porselen bir bebekmiş gibi zarif ve nazik hareketlerle yerleştirdi. Sonrasındaysa sırtında asılı olan aile yadigârı kılıç kınını çıkardı ve Alastair'in yanına koydu.

Kapatmadan önce kısa bir an duraksadı ve torununun soğuk bedenine son bir bakış atıp derin bir nefes aldı.

Gözlerindeki acıyı tekrar tazelemiş, geri kapatmıştı hemen ardından ve bu şekilde Alastair'in son yolculuğunu yerine getirmeye başlamışlardı.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 47022 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr