Yükselen en tepedeki yerini almış, hakimiyetini dünyaya bir defa kanıtlamıştı. Bir elçi edasıyla insanlara yeni günün haberini vermiş ve herkesin umutlarının yükselmesini sağlamıştı. Güneş, insanların kendisine sunacağı yeni hikayeleri gözlemlemek için can atıyor, son sıcak ışınlarını sabırsız bir şekilde sunuyordu.
Dört çocuk soylulardan uzakta bir masayı seçmişti. Onların sahip olduğu ayrıcalıkları düşündükçe gözlerindeki kıskançlık artıyor, kalplerindeki nefret tohumlarının çiçek açıp büyümelerine sebep oluyordu. Soylu sınıfı, onların gözünde beyazlar içindeki göze çarpan siyah lekeden farksızdı.
Yine de onların konumunda olmayı istiyorlar, onların yerine geçmek istemekten de kendilerini alamıyorlardı.
Çeşitli kasabalardan gelmişlerdi ve birbirlerine yabancılardı ama anlaşmaları uzun sürmemişti. Çünkü ortak bir noktaları bulunuyordu: soylulara olan nefretleri. Hepsi bir şekilde hayatlarında soylulara olan nefretlerini katlayacak olaylar yaşamış, nefretlerinin ilk tohumlarını ekmişlerdi kalplerini.
Geldikleri yer, aileleri ve hobilerinden bahsederek aralarındaki buzları eritiyor ve hayallerinden bahsediyorlardı. Geleceklerinin nasıl olacakları hakkında heyecanla planları hakkında konuşuyorlardı.
İkamet alanın sunduğu zenginliklerin tadını çıkarırlarken gayet sıcak ve kendilerini iyi hissettiren bir ortam kurmuşlardı hızlıca.
Benzer geçmişlere sahip dörtlünün, birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmeleri uzun sürmemişti. Soylulara kendilerini ezdirmemek ve onlara kendilerinin de güçlü bireyler olduklarını göstermek için buraya adımlarını attıkları ilk andan itibaren dördü de anlamıştı.
Bu şekilde bir bağ kurmak, soylulara karşı yapabilecekleri tek hareketti. Bunun bile yettiğini düşünmüyorlardı çünkü akademiye adım attıklarında işlerini zorlaştırmaya devam edebilirlerdi.
"Şu çocuktaki havalara da bakın," diye belirtti çocuk asık suratıyla.
Çocuğun boyu ortalamanın biraz altındaydı ve hafif kiloluydu. Kıvırcık saçları kan kızılıydı. Kulak memesine kadar uzanan saçlarını zorluklarla taramış, kıskançlıkla parlayan yeşil gözlerinin görünür olması için uğraşmıştı.
Kahverengi pantolonun paçalarında çamur lekeleri bulunuyordu. Ayakkabılarında da aynı lekeler vardı. Üstündeki gömleğinin kollarını katlamış, yara izlerinin açığa çıkmasına sebep olmuştu.
"Kendini ne sanıyor da tek başına oturmaya cüret edebiliyor?" diye sordu kız, mavi gözlerinden adeta ateş çıkıyordu.
Altını andıran saçlarını at kuyruğu yapmıştı.
Altın rengi, parlayan saçlarını at kuyruğu olacak şekilde bağlamıştı. Saçlarının yanlarından birer tutam alarak saç kuyruğunun hemen altına gelecek şekilde bağlamış ve bir taç takıyormuş gibi görünmesini sağlamıştı.
Öfke ve kıskançlıkla harlanan mavi gözleri, ince kaşları, küçük bir burnu ve kiraz rengi dudakları vardı.
Dizlerinin iki karış altına kadar uzanan turkuaz renkte bir elbise giyinmişti. Gerdanı hafif açıktaydı ama uygunsuz bir tarzda değildi. Elbisenin kollarında koyu mavi ve beyaz iplerle örülmüş çiçek desenleri bulunuyordu. Belinde sıradan deri bir kemer ve küçük bir el çantası bulunuyordu.
"Muhtemelen büyüye olan yatkınlığı yüksektir, " diye bir çıkarım da bulundu bir başka çocuk.
Çocuğun omzunun bir karış kadar aşağısına gelen siyah saçları ensesinde küçük bir at kuyruğu olacak şekilde bağlanmıştı. Siyah gözleri derin dipsiz bir kuyu gibi gözüküyordu. Hiç güneşe çıkmamış birinin cildini andırıyor gibi beyazdı, hayaleti gibi gözüküyordu.
Yanlarındaki diğer çocuk ise sıradan bir görüntüye sahipti. Kahverengi saçları dağınık ama güzel gözüküyordu. Kahverengi gözleriyle etrafını çekingen bir şekilde izliyordu.
Konuşmalarına devam ederken hepsinin yeni bir kişinin geldiğini gördüğünde daha önce provasını yapmışlar gibi aynı anda sustular. Hepsinin gözleri merakla parıldıyordu.
Dağınık siyah saçları, sıcak ela gözleri ve kendinden emin duruşuyla anında dikkatlerini çekmeyi başarmıştı. Sırtındaki kılıcın da etkisi vardı.
"Yakışıklıymış," dedi kız adamla konuşmaya başlayan çocuğa bakmaya devam ederken. Mavi gözleri ışıldamaya başlamıştı.
Diğer üçlü bir şey demedi ama kıvırcık saçlı çocuğun gözlerindeki kıskançlık hedefini değiştirmiş, yeni gelen çocuğa çevirmişti. Yeni gelen çocuk onun yeni rakibi olmuştu ama yine de bunu açık açık gösterecek değildi.
Adam ayrıldı ve çocuk sırtındaki kını çıkartıp arabaya koydu, kız onu izlemeye devam ediyordu. Masalara doğru ilerlemeye başlamasıyla sıcak bir gülümseme belirdi yüzünde.
"Hey," diyerek çocuğun dikkatini çekmeyi denedi.
Alastair hafiften kaşlarını çattı ve kendisinin seslenildiği tarafa verdi dikkatini. Kısa bir incelemenin ardından ince ve yumuşak sesin sahibini buldu. Arashi’nin oturduğu masaya ilerlemek yerine kendisini çağıranların yanına doğru ilerledi.
"Merhaba, ben Paisley!" deyip anında ileri atıldı kendini tanıtmak için, elini uzattı gülümseyerek ve ardından diğerlerini gösterdi. "Bunlar da Jonnah, Lennon ve Val."
“Merhaba, ben de Alastair,” demiş ve kendisine uzatılan eli kibarca sıkmıştı. Gülümseyerek diğerlerine dönmüş ve onlara da baş selamı vermişti. “Tanıştığımıza memnun oldum.”
Diğerlerinin de kendisini karşılamasından sonra Paisley’nin kendisine gösterdiği yere oturdu ve diğerlerini inceledi.
Jonnah kıvırcık saçlı; Valentine hayaleti andıran cilde sahip olan, Lennon daha kahverengi gözleri çekingen bir şekilde bakan çocuktu.
Hepsinin kasabalı olduğunu zaten oturdukları yerden anlaşılıyordu.
'Kaynaşsam iyi olabilir ilerde,' diye düşündü Alastair. Arashi’nin bulunduğu masaya son bir kez yandan bakmış ve odağını bulunduğu masaya çevirmişti.
"Element ve büyü yatkınlığın nedir?" diye sordu Paisley mavi gözleri merakla parlarken.
Alastair içten bir gülümseme sundu ama kızın niyetini anlamıştı bile.
'Benim kanımı mı emeceksin?' diye düşündü. 'Çok beklersin!'
Alastair Paisley'nin bu niyetini küçümsüyor ve aşağılık bir davranış olduğunu düşünüyor olsa bile öte yandan da hak veriyordu. Sonuçta bulundukları dünyada ister büyücü yaşamı olsun ister normal yaşam olsun, sahip olunan güç ve nüfuz her zaman en işe yarayan şeylerdi.
Kasabalı olarak bir grup toplayıp kendilerinin soylular tarafından ezilmeyeceğini göstermek yapabilecekleri en iyi hamleydi. Bu sayede soylulara kendilerini bir nebze kanıtlamış olacaklar ve kendilerinin rahat bir nefes almalarını sağlayacaktı.
Tabii bunun da ters tepme ihtimali vardı.
Büyücülerin dünyasında soylular kasabalılara kıyasla daha öndeydi ve bunun yararlarını da sonuna kadar kullanabiliyorlardı.
Aynı şekilde Paisley de bir kasabalının yapmak zorunda olduğu şeyi yaparak kendine küçük bir kurarak başlarına geçmişti ama beklendiği gibi sayıları oldukça azdı.
Paisley de bunun farkındaydı, hiç yoktan iyidir diyerek umutlarını yüksek tutmak için uğraşıyordu.
Kendisi gibi büyücü akademisine özgür bir şekilde gönderilen normal halktan biri olabilmek oldukça şanslı bir şeydi. Normalde halktan biri büyü yatkınlığıyla doğduğunda ailelerden satın alınıyor, kendi çocuklarına kölelik yapması için gönderiliyordu.
Paisley’nin emeğini kabul edilebilir olarak görse de Alastair kendisini bu grupla pek de içli dışlı edecek değildi. Amacı doğrultusunda sıkıntısız bir şekilde ilerleyebilmek için yalnız olması gerektiğini düşünüyordu. Gerekmediği sürece de bu durumunu korumayı hedefliyordu ama bir-iki kişiyi elinin altında bulundurması işine gelirdi.
Ayrıca yalnız olmayı seviyordu. Daha az kişi, daha az ses ve daha çok huzur.
“Dört yıldız büyü yatkınlığına sahibim,” diye başladı ama kısa süreliğine duraklamıştı. Ardından bunun pek de önemli olmadığına karar verdi çünkü eninde sonunda akademide bunu herkes öğrenmiş olacaktı. “Işık ve karanlık elementine yatkınlığı olan bir ikiciyim.”
Kendisi gibi iyi bir büyü elementi yatkınlığına sahip biri olduğunu duyduğu anda Paisley heyecanlanmış olsa da Alastair'in elementlerini duyduğu anda gözlerinde bir tiksinme meydana gelmişti.
Karanlık elementine sahip bir ikicinin ilerde yaşayacağı zorluklardan emindi, özellikle de böylesi iki zıt elementi sahip bir ikicinin zorluklarından. Karanlık elementine olan yatkınlığını tamamen göz ardı etmişti çünkü ikici olarak yaşayacağı zorluklar daha fazlaydı ama işine yarayacak.
Yüzünde kendinden emin bir gülümseme oluştu. Gözlerinin ışıltısı daha da artmıştı. Eliyle göstererek açıklamaya başladı, “Valentine üç yıldız, Lenon ve Jonah da iki yıldız büyü yatkınlığına sahip. Jonnah ve Valentine ateş, Lennon da ışık elementine yatkınlığı var.”
Alastair onaylayarak başını salladı. Yatkınlıkların tam olarak ne işe yaradığını bilmese de iki yıldız büyü yatkınlığının iyi olmadığını anlayabiliyordu. Kendisi ortalamanın bir tık üstündeydi.
‘Ephios’un büyü yatkınlığını ve elementlerini gerçekten öğrenmek istiyorum!’
Düşünce tekrar aklına gelirken gözleri soğumuştu. Onun ne durumda olduğun öğrenmek istiyordu. Gelecekte işine yarayabilecek bir bilgiydi sonuçta.
Paisley’nin kendisine gülümseyerek baktığını ve hatta kendisini küçük gördüğünü fark etti. Bir şey demedi ve sadece baktı. Bundan etkilenecek değildi. Gözlerini o kadar çok devirmek istiyordu ki şu an.
"Ben de dört yıldız büyü yatkınlığına sahip, ışık elementine yatkınlığı olan biriyim!"
'Demek özgüvenin buradan geliyormuş,' diye düşündü. Bakışlarının ardındaki gerçeği öğrenince gözlerini devirme isteği daha da arttı.
Kişinin yatkınlığına göre böbürlenmesi saçmaydı. Olay kişinin büyücülük yolundaki emeklerine göre anlaşılacaktı ne de olsa. Daha ektiğini büyütmeden onunla böbürlenmek kesinlikle iyi sonuçlar doğurmazdı.
Alastair düşüncelerini kendisine saklamaya devam etmiş, diğerleriyle kaynaşmaya çalışmıştı.
Grup akşam vaktine kadar konuşmaya devam etmişti. Genellikle Alastair’e sorular soruluyor, onun nereden ve nasıl bir aileden geldiğini öğrenmek istemişlerdi. Alastair yalanlarına devam etmiş, onları yanlış bilgiyle doldurmuştu.
Bu sorgulama seansından akşam yemeklerinin bitmesiyle kurtulmuştu.
Grup bu şekilde gece vaktine kadar konuşmaya devam etmiş ve akşam yemeklerinin ardından herkes birbirine veda ederek ayrılmıştı.
Alastair kendisine gösterilen arabaya ilerlediğinde ilk başta konuşmayı planladığı ama Paisley’nin çağrısı yüzünden konuşamadığı Arashi’yi gördü.
"Kader bizi bırakmıyor," diye bir yorumda bulundu Alastair gülümseyerek. Ela gözleri akşam vaktinde soğukluklarından zerre kayıp yaşamamıştı.
Arashi kapalı gözlerini açtı ve kendisine bakan Alastair’e baktı, “Evet, galiba öyle,” dedi ve oturur pozisyona geçti. “O kızın ne yaptığının farkındasın, değil mi?”
Alastair gözlerini kapattı ve kıkırdadı. Arabanın içindeki loş ışık yüzünden bir yılandan farksız gibi gözüküyordu.
“Ciddi misin?” dedi Alastair ve gözlerini devirip kendisini yatağına attı. “En kötüsünden bile olsa en azından elimizin altında bir-iki kişiyi barındırmaktan zarar gelmez, değil mi?”
Arashi gözlerini kıstı ve Alastair’in uğursuz görüntüsünü inceledi bir süre, “Hiç de aydınlık taraftan birinin diyeceği bir şey değil bu. Korkmalı mıyım?”
“Aydınlık veya karanlık taraf…” dedi ama devamını getirmedi bir süre. “Her iki tarafın insanı da bencil ve birbirlerini arkadan bıçaklamak için anı bekliyor. Tek farkları akademilerin eğitim yöntemleri ve görüşleri,” deyip gözlerini tavana dikti. “Sence korkmalı mısın?”
“Haklısın. Kesinlikle haklısın,” dedi ve ardından arkasını dönüp gözlerini kapatmıştı. “Şu ışığı söndürsene.”
“Sen söndür. Uşağın mı var burada?”
Alastair aynısını yapmış ve gözlerini kapatmıştı.
‘En azından direkt görmezden gelip beni yok saymıyor ve eğlenceli birine benziyor.’
İkisi de kısa bir süre yol yorgunluğuyla uyuyakalmıştı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..