Bölüm 129: Rahatsız Edici

avatar
358 3

Düşmüş Perinin Yükselişi - Bölüm 129: Rahatsız Edici


Orman’ın diğerlerinden pek de bir farkı yokmuş gibi gözükmekteydi.

Küçük veya büyük fark etmeksizin birçok hayvana güzelce ev sahipliğini yapıyor, onların bir yuvaya sahip olmalarını sağlıyordu.

Bitkiler, rüzgârın kendilerine söylediği uğultularla dolu melodilerinin esintisiyle neşeyle dans ederken tohumlarını saçıyor ve orman sakinlerinin gözlerini büyülüyorlardı.

Havadaki güneş ise yalandan başka bir şey değildi.

Sıcaklığıyla kucaklayıp ısıtmıyor, sadece ışığını göndererek bir illüzyon oluşturuyordu.

Kış ayının gelmesiyle yeryüzüne sırt çevirmişti.

“Soğuktan nefret ediyorum!”

Akademinin sattığı cübbesine sarılmasına rağmen keskin soğuk yüzünü bıçaktan farksız bir şekilde kesiyor, yüzünü ekşitip lanetler savurmasına sebep oluyordu.

Bu sefer tek başınaydı.

An’ın aralıksız günlerce kendisiyle beraber bir görevden bir başka göreve gitmesi onu oldukça yormuştu ve artık dinlemeye ihtiyacı vardı.

Güneş alan penceresinin önünde derin bir uyku içerisindeydi şu an.

Öte yandan kendisinin gece yarısı yapmış olduğu yolculuk gayet de yardımcı olmuştu.

Grag’in kendisine anlattığı yaratıklarla karşı karşıya gelmemişti henüz ancak şövalyelerin öldükleri yerleri bulabilmişti.

Anı Merceği büyüsü sayesinde An’ın anılarında dolaşmış, anında onun gezdiği yerler hakkında bilgi sahibi olmuştu.

Alastair bunları düşünürken belindeki asılı kılıcının kabzasını sert bir şekilde tutmaktaydı, her an kılıcını çekip birini doğramaya hazırdı.

“Burası sanırım,” dedi kendi kendine yerdeki kan izlerine bakarken. “Oldukça acı çekmiş olmalılar.”

Grag’in kendisine anlattıkları aklına gelince soğuk bir nefes almadan edemedi.

Böylesine bir olayı tecrübe etmek her insanın kolayca yapabileceği bir şey değildi.

Büyücüler bir bu tarz konularda bazen sıkıntılar çekebiliyordu, adaylardan bahsetmeye gerek bile yoktu.

Valentine ve Lennon’ın, Jonnah’ın trajik ölümünün sonrasında kendilerine gelmeleri epeyce zaman almış, bu süreç içerisinde akademi dışına bile adım atamamışlar ve görev yapmayı reddetmişlerdi.

Alastair onlara gerçekten acımıştı.

Bundan dolayı ikisinin bu dünyada pek de ilerleyemeyeceğini düşünüyordu.

Ne de olsa büyücü dünyasının karanlık tarafı için kişinin güçlü bir zihne sahip olması bir numaralı gereken nitelikti, aynı zamanda oldukça da mühimdi.

“Oh… Bu fazlasıyla rahatsız edici,” dedi Alastair kan izlerinin kendisini götürdüğü yolun sonuna ulaştığında.

Etraftaki çimenler kararmış, ağaçların gövdeleri mum gibi yanıp erimiş durumdaydı.

Birileri özellikle gelip meşaleyle ormanı yakmaya çalışmış gibi gözüküyor, sanki her şey bilerek kasabayı korkutmak için yapılmış kötü bir şakayı andırıyordu.

Yeşil Gövdeli Meşe Ağaçlarının görmüş olduğu bu zarar hem görüntü bakımından hem de bu senenin satışlarını etkileyecek olmasından dolayı oldukça kötü bir soruna sebep olacak gibiydi.

Kasaba halkını beslemekle görevli olan Grag’in başını ağrıtacak bir süreç onu beklemekteydi.

Alastair gözlerini yanmış ağaçlardan kemik yığınına çevirdi.

Kemikler minik bir tepe oluşturacak şekilde kümelenmiş, en tepesine de iki tane kafatası koyulmuştu.

Kemiklerin bazıları güç kullanılarak parçalanmış, bazıları da yaratıkların zehri yüzünden kararmış ve erimişti. Kemikler de hâlâ deri ve et kalıntıları da bulunuyordu. Ya hiç dokunulmamış hâldeydiler ya da mangalda kızartılmış gibi gözüküyorlardı.

Hepsi donmuş, garip bir sıvıyla kaplanmıştı. Jele benzeyen görüntüsü mide bulandırıcı olan mor renkteki sıvının görüntüsü iğrenç bir manzaraya ev sahipliği yapıyordu.

“Zehir bu olabilir mi?” diye seslice düşündü Alastair, kaşları çatılmıştı.

Alastair bu iğrenç görüntüye bakarken ne düşünmesi gerektiğini bilemiyordu. Böylesine bir caniliğin olmasını bekliyordu ama yine de normal insanların bu tür bir şeyle karşılaşması konusunda hiç de iyi hissetmiyordu.

“Eskiden olsa hiç umursamazdım,” dedi ve sırttı, kafasını iki yana sallıyordu. “Şu garip jelimsi şeyden örnek almadan olmaz. Akademideki profesörler muhtemelen ne yapacaklarını biliyorlardır.”

Alastair bel çantasından, camdan bir kaşık ve şeffaf bir poşet çıkardı. Derin bir nefes alarak dikkatli adımlarla kemik yığınına ilerledi, yerde o garip jelden olmadığından emin olmaya çalışıyordu. Kendini bir başka kurban hâline getirmeden özenle cam kaşığı maddeye daldırdı, yavaşça çıkardı ve sonrasında şeffaf poşetin içine attı sıvıyla birlikte.

“Kemiği eritebilen, ağaçları ve çimleri yakmaktan farsız bir hâle getirebilen bir zehir nasıl oldu da bütün bu kemikleri eritemedi?” dedi elindeki poşeti incelerken, ardından kemik yığınına baktı.

O an fark etti ki, kafataslarından birinin gözleri hâlâ yerindeydi.

Korku, acı ve dehşetle dolu olan bakışlar aynı duygularla dünyayı incelemeye devam ediyor, avucunun içi gibi bildiği ormanın kendisine düşman kesilip yaşattığı terörle dolu tecrübenin izlerini taşıyordu.

“Bu görev gerçekten rahatsız edici.”

Alastair derin bir nefes alıp kafasını iki yana salladı ve kemik yığınını yakından incelemeye başladı.

Öylesine güçlü bir zehrin nasıl bu kemik yığınını bu şekilde bırakmış olduğunu anlayamamıştı.

Bu, bir şeylerin ters olduğunu düşünmesine sebep oluyordu.

Alastair’in bildiği hiçbir yılan türünden canavarda bu renkte bir sıvının varlığı bulunmuyordu.

Canavar Bilgini olarak Damasis’in altında çalışıyordu ve doğal olarak bu, kendisinin birçok canavar hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasını sağlayıp kendisinin onlarla nasıl ilgilenmesi gerektiğini konusunda da yardımcı olmuştu.

Şu anki durum için geçerli değildi bu.

“Canavarlar üstünde yapılan bir deneyin parçası mı?” dedi dehşet ile yaşayanların dünyasına bakan, ışığını kaybetmiş göze doğru konuşurken. “Eğer ağzın yerinde olsaydı bana bunun cevabını verebilir miydi? Ya da verebilir miydin?”

Alastair hayal kırıklığıyla tekrardan iç çekti ve kalkıp etrafına kısa bir göz attı.

Aklına bir şey gelmişti ve bunu test etmek istiyordu.

Kendisine kısa bir dal parçası gerekiyordu ve bulması da uzun sürmemişti.

“Hadi bakalım!”

Heyecanla dal parçasını aldıktan sonra güvenli bir mesafeden jelimsi maddeyi dala sürttü ve beklemeye başladı, cep saatini çıkarmıştı.

“Bütün bu zararların sonucu olan suçlu sen değilsin demek,” dedi on beş dakikalık bir bekleyişin ardından. Cep saatini ceketinin iç cebine yerleştirdi ve dalı da bir kenara attı.

Alastair bu arayışının kendisine hiçbir meyve sağlamayacağını düşünmeye başladı. Etrafında Grag’in kendisine tasvir ettiği yılanımsı yaratıklara dair herhangi bir iz bulamamıştı.

Yılanlar yer yarılıp içine girmiş veya buhar olup uçmuş gibiydiler, arkalarında en ufak bir iz bile bırakmamışlardı.

Yılanlarında dışında onlara benzeyen herhangi bir canavarla bile karşılaşmamıştı.

“Kemiklerden ve etlerden birazını alayım, en azından geri dönüş yaptığımda elim boş gelmiş olmam.”

Hayal kırıklığıyla biraz daha örnek topladıktan sonra geri dönüş yoluna koyuldu. Sırtına vuran soğuk rüzgâra küfrediyor ve ormandaki ilerleyişinde bir şey bulamamış oluşundan dolayı öfkeyle etrafına bakıyordu.

“Bu görevden nefret etmeye başladım. Ayrıca bu şekilde devam ederse oraya da yetişemey---”

Crack!

Alastair’in adımları anında durdu, kaşları da sert bir şekilde çatıldı. Kulaklarına ulaşan dal kırılışının sesi anında alarma geçmesini sağlayıp içinde endişenin yükselmesine sebep oldu.

‘Belamı aramak konusunda üstüme yok!’ diye düşündü görevin gidişatı hakkındaki biraz önceki yakınmasını göz önüne alarak.

Tsss! Tsss!

Duyduğu tıslama sesleriyle kafasını iki yana sallarken gülümsedi, istediğini almıştı.

Yılanımsı canlılar kendi ayakları üzerinde gelmişlerdi.

Alastair hızla arkasını döndü, kendisi fark edilmemişti.

‘Onlar… Nasıl yılan öyle?’ diye düşünü kafası karışmış bir şekilde.

Siyah, metalik rengindeki pullara sahip yılanlar insansıydı. Kolları ve bacakları bulunmasına rağmen hâlâ yılan oldukları gerçeği bariz bir şekilde kendisin göstermekteydi.

İnsansı bir yapıya sahip gibiydiler ancak oldukça kötü görünüyorlardı. Kolları ve bacaklarının uzunluğu birbirlerinden oldukça farklıydı, sanki her biri başka bir yerden alınmış gibi gözüküyordu.

Bu düşüne Alastair’in kaşlarının anında ‘v’ şeklini almasına sebep oldu, aklından binlerce farklı senaryo geçiyordu bununla alakalı.

Alastair dikkatli adımlarla ağaçlardan birinin arkasına geçti ve yaklaştı. Onları daha yakından görmek, onların yapılarını daha dikkatli bir şekilde görmek istiyordu.

İki yılanın elinde yaban domuzu bulunuyordu.

Yaban domuzunun derisi tamamen soyulmuştu ve etinin üstünde de yer yer yanıklar vardı, ayrıca bazı yerlerinden de kemikleri görülebiliyordu.

‘İşte! Zehir! Zehri buldum!’

Alastair mutlu oldu.

Yaratıkların ağzından kırmızı renkte bir sıvı akıyordu ve ‘tıs’ sesiyle birlikte her şeyi delip geçiyor gibi görünüyordu.

Sonrasında da yaratıklar vahşice eti yemeye başladılar.

Alastair buna şahitlik ederken iğrenmeden edemedi. Vahşi bir şekilde hiç düşünmeden yiyişlerini ve zehirlerini etrafa saçışlarını görünce midesi kalktı.

Sabah yediği sıcak, ballı ekmekleri kusacakmış gibi hissediyordu.

‘O kadar canavarların arasında takılmama rağmen midemi bulandıran şey bu oldu,’ diye düşünmeden edemdi ve kafasını iki yana salladı.

Yılanımsı yaratıklar hızlı bir şekilde kemikleriyle birlikte daha kanı akmaya devam eden yaban domuzunu silip süpürmüşlerdi, ardından dört ayak üzerine çöktüler ve garip sesler çıkartmaya başladılar.

Alastair merakla tek kaşını kaldırdı ve dikkatli bir şekilde izlemeye koyuldu.

Ağızları sonuna kadar açıldı. Vücutlarında garip bir hareketlenme oldu ve kısa bir süre sonra henüz yemiş oldukları yiyecekleri kustular.

‘Cidden…’

Alastair artık ne diyeceğini veya ne düşüneceğini bilemiyordu. Doğanın mucizevi canlılarına katlanabilmesinin de bir sınırı bulunuyordu elbette. Henüz kendisin bu konuda iyi biri olarak görmüyordu.

Yılanımsı canlıların çıkarmış oldukları kurbanı jelimsi bir mor madde ile kaplıydı.

Sonrasında da yılanlar önceki yaptıkları tepede olduğu gibi dizmeye başladılar.

Kısa bir sürenin ardından işleri bitti.

Yaban domuzunun kemiklerini rastgele bir şekilde dizmişlerdi ancak kafatasını en üstte bırakmaya özen göstermişlerdi.

“Oh…”

Alastair’in gözleri sonuna kadar açılmış bir şekilde kendisine bakan yılanın üzerine düştü. Yavaşça geri doğru gitmeye başladı ve ardından da depar atmaya başladı.

‘Kokumu mu aldı bunlar şimdi?’ diye düşündü, ağlama isteğiyle dolup taşıyordu.

Yılanlar da şiddetli bir tıslamanın ardından çarpık garip bacaklarıyla Alastair’in arkasından koşmaya başladılar.

Görüntülerine rağmen bacakları işlevlerini gayet de yerine getiriyordu.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 47022 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr