Dipsiz kuyudan farksız olan girişin diğer ucuna giden yol, dehşet verici derecedeki boğucu karanlığıyla yolcularını karşılamaktaydı. Yolcuların görüşünü bütünüyle sıfıra indiriyor, bir santim yakınındaki elini bile görmesini engelliyordu ve oldukça da garip bir baskı hissedilmesine sebep oluyordu.
Yol aynı zamanda garip bir soğukluğa da sahipti. Nereden geldiği veya ne sebepten böyle bir şeyin olduğu bir gizemdi ancak gruptaki herkes rahatsız edici soğuğu net bir şekilde hissedebilmekteydi.
Alastair ve Grag bu konuda diğer üç kişiye kıyasla daha az etkilenmekteydi çünkü soğuğun doğal olmadığı belliydi, bir büyünün yan etkisiydi veya direkt olarak bir büyü yüzündendi.
Vücutları büyüyle içli dışlı olan ikiliye kıyasla şövalyeler titremekten kendilerini alıkoyamıyorlardı.
Göremeyeceğinin ne kadar farkında olsa da Alastair etrafına bakmaya devam ediyordu.
Rahatsız edici bir hissiyattı çünkü nereye gittiğini veya adımlarının neyin üstünde olduğunu tam olarak bilmiyordu, algıları tamamen kısıtlanıp karman çorman olmuştu ve neredeyse işlevsiz hâle gelmiş gibi hissettiriyordu.
Grup bir süre daha bu rahatsız edici yolda ilerlemeye devam etti. Bir süre sonra etraflarında yavaş yavaş ışık huzmeleri yükselmeye başladı, ateşe ilerleyen sivrisinekler gibi yukarı yükseliyorlar ve bir anda sönüp kayboluyorlardı.
“Sonunda!”
“Çok şükür!”
“Yaratıcıya bin şükür!”
Şövalyeler ışığa kavuşmanın verdiği rahatlıkla dile getirirken Alastair ve Grag aynı fikirde değillerdi.
Bulundukları konum açısından ikisi de pek de iyi şeyler hissetmiyorlardı. Her an kendilerini ezmeye çalışabilecek bir elin altındaki aciz bir karıncaymış gibi görmeye başlamışlardı kendilerini, karşılarındaki büyücünün merhametindeydiler.
Aydın Taşı olarak bilinen özel bir büyülü taş sayesinde ışığı sağlanmakta olan yer bir mağaranın girişini andırıyordu. Taşların sağladığı ışık loştu ancak kişinin yine de rahatlıkla görebilmesinde yardımcı oluyordu, ayrıca önceki saf karanlığa kıyasla daha az boğucuydu.
Alastair derin bir nefes aldı ve algılarının tekrar adapte olup yerine gelmesini bekledi.
Karnını çekiştiren ve kopartıp atacakmış gibi hissettiren uğursuzluk endişelenmesini sağlıyordu.
Kafasını çevirdi ve An’ın kendisine ilgiyle bakan gözlerine baktı, meraklı ve hafiften endişeliymiş gibi gözüküyordu.
Bu endişesinin biraz azalmasını sağladı.
Alastair onun başını okşamaya başladı, hissettiği endişenin azalmasını sağladığı için onu sevmesi bir tür ödüldü kendinden ve ayrıca An da bundan hoşlanıyordu.
“Buradan itibaren dikkatli olmalısınız. Bilinmeyen birinin bölgesine girdik ve burası tamamen onun kontrolü altında.”
“Anlaşıldı!” diyerek uyum içinde başlarını salladı şövalyeler ve Grag’in işaretiyle en önden onlar ilerlemeye başladı.
An, Alastair’in talimatıyla onların arkasından uçmaya başladı, onların arkasını koruma görevine atanmıştı. Grag ve Alastair’in kendileri de şövalyelerin hemen arkasında tetik bir şekilde karşılarına her an çıkabilecek olan tehlikeyi bekliyorlardı.
Trrrm! Trrrm!
“Durun!” diyerek anında tepki verdi Grag ve şövalyelerinin oldukları yerde durmasını sağladı.
Bulundukları koridor şiddetli bir şekilde titriyordu, sanki her an üstlerinde yıkılacakmış ve onları canlı canlı gömecekmiş gibiydi. Titremenin şiddeti her geçen saniyede artmaya başladı, bu sırada şövalyelerden birisi dengesini iyi bir şekilde sağlayamayıp yere düştü.
Bir süre sonra titreme durdu ve koridor eski sakin garipliğini tekrar kazandı.
Oldukça şaşırtıcı ve beklenmedik olan bu olayla birlikte bütün grup olduğu yerde hiçbir şekilde kıpırdamadan durdu.
An bile Alastair’in omzuna konup endişeyle etrafına bakmakla meşguldü.
“Herkes iyi mi?” diye sordu Greg etrafına bakarken ve kendisini onaylayan cevapları aldı. “O zaman ilerlemeye devam!”
Trrrm! Trrrm!
Birkaç adım sonra tekrar aynı şiddetli sallanış meydana geldi ve grup aynı şekilde durup sallantının geçmesini bekledi.
“Hey, baksanıza şuraya!” dedi şövalyelerden biri ve herkesin dikkatini oraya çekti.
İleride garip, karanlıkta parlayan kırmızı renkte bir çift göz bulunmaktaydı.
Göz oldukça vahşi ve acımasız bir şekilde kendilerine doğru bakmaktaydı, boğucuydu aynı zamanda. Bakan kişinin sanki denizde boğuluyormuş gibi hissetmesine sebep oluyordu, yoğun ve kemik titreten türdendi.
Alastair gözlere bakarken kaşlarını çattı ve okunu yerleştirip yayını çekti, kırmızı gözlerini yaklaştığını fark ettiği ilk anda atışını yapmak için hazırdı.
Lâkin göz hareket etmiyor ve bir heykelmişçesine öylece olduğu yerde duruyordu.
Bu, grubun rahatsız edici bir tedirginlik hissiyatıyla kaplanmasını sağladı.
“Biri yaklaşıp ne olduğunu öğrenmeli,” dedi Alastair gözlerini kırmızı gözlerden ayırmadan.
Yayının hedefi olan gözlerini kendisini endişelendirse de elleri sabitti ve hazır durumdaydı.
“Yoksa böyle sonsuza kadar bekleyeceğiz,” diyerek ekledi hafif bir öfkeyle.
Şövalyeler korkuyla birbirlerine baktılar, böyle bir teklifin gelmesini beklemiyor değillerdi ancak yine de bu daha az korkmaları konusunda hiç de yardımcı olmuyordu.
Bir büyücünün ininde olan her şey onları her an öldürebilecek bir şeydi neticede.
“Neden canavarını önden göndermiyorsun o zaman?” dedi Grag kindar bir şekilde, kendi adamlarının canlarını öylece tehlikeye atmasına izin verecek bir tavrı taşımıyordu. “O kolayca uçarak kaçabilir.”
Şövalyeler kafalarını salladı ve katıldıklarına dair birkaç kelime söylediler.
Alastair dişlerini sıktı ve derin bir nefes aldı, gözlerini karşısındaki olası rakibin gözlerinden ayırmadan sabit bir tonda konuştu, “Eğer oraya gidecek olursa bir sıkıntı anında şaşırıp kalacak ve kaçamayacaktır. Ayrıca kendisinin panik yapıp hepimizi kör etme ihtimali de var. Bu durumda da hepimiz ölürüz.”
Grag’in kaşları çatıldı, çocuğa karşı hissettiği güvensizlik daha da büyümekteydi ve gözlerindeki öfke de aynı şekilde artmaktaydı ama bunu ses tonuna yansıtmamaya çalıştı.
“O iki ağaç yaratığına karşı gayet de iyi iş çıkartmıştı ama.”
“Çünkü o iki ağaç yaratığı oldukları yerde duruyorlardı ve kafalarını kaldırıp ağaçlara hiç bakmıyorlardı,” dedi Alastair ve Grag’e yandan bir bakış atıp gözlerini tekrar kızıllara çevirdi. “Eğer baksalardı paniklerdi ve hepimizi zor bir duruma sokardı.”
“E, ne diye o zaman göreve getirdin?”
Grag artık sinirini gizlemeye çalışmıyordu.
“Eğitmek için tabii ki!”
Öfkeyle Alastair’e bakarken sesli bir şekilde nefesini verdi ve şövalyelerinden birine işaret etti. Şövalyenin korkuyla kendisine bakış attığını gördü ancak elinden bir şey gelmiyordu.
Şövalye yutkunarak ilerlemeye başladı.
Kırmızı gözlere baktığı her vakit kalp atışları daha da şiddetleniyor, damarlarındaki akan kan daha da hızlanıyor ve sanki kurtulmaya çalışıyormuş gibiydi. Soğukta çıplak kalmış birinin soğuktan titrediği gibi titriyordu.
‘Hatırla! Hatırla! Bu yolculuğu ne için yaptığını ve kimin için yaptığını hatırla.’
Sertçe, sesli bir şekilde yutkundu.
Ayakları geri geri adımlamak istiyordu ama yine de devam etti.
Aklındaki düşünceyle kendini cesaretlendiriyor, kendisinin düşüp bayılmamasını sağlıyor ve güçlü kalarak ilerlemesinde yardımcı oluyordu.
Loş ışığa rağmen yaklaştıkça kırmızı gözlerin kime ait olduğunu daha iyi görebilmeye başladı.
İlk başta iri bedene benzer bir şey gördü ve korkusu daha da arttı ancak hareket etmiyor oluşu sayesinde bu korkusundan kolayca kurtuldu.
Daha da yaklaştı ve iri bedenin aslında tahtadan bir beden olduğunun farkına vardı.
Bu, onun daha da rahatlamasını sağladı, hatta yüzünde kırılgan bir gülümseme de bulunuyordu ve adımları daha güçlenmişti, sert bir şekilde yere basıyordu. Artık titremiyordu bile.
Biraz daha yaklaştı ve kırmızı gözlerin sahibi sıradan tahta heykelinin detaylarını fark etti, sıradan bir adamın görüntüsünü taşıyordu.
Gülümsedi, uzaktan gördüğü kadar da korkutucu değildi.
Arkasını döndü ve kolunu sallayıp konuşmaya başladı, ses tonu rahatlığını gösteriyordu, “Bir şey yok, sadece bir heykelmiş. Korkmanıza gerek yok.”
Ardından yüzündeki gülümseyen ifadesiyle geri dönmeye başladı.
Thump! Thump! Thump!
“Hah?”
Şövalye korkuyla olduğu yerde donakaldı. Etrafında bir anda karanlık figürler ortaya çıktı, görememişti bile.
Karanlık figürler bir anda gözlerini açtı, kırmızı renkliydiler ve heykelin korkutuculuğunu taşımaktaydılar.
Gözler bir anda ortadan kayboldu ve şövalyenin önünde belirdiler, inanılmaz derecede hızlıydılar.
Şövalye korkuyla birlikte yükselen heyecanı sayesinde kılıcını savurup kalkanıyla kendini korumaya çalışma denemesinde bulunabildi ama işe yaramadı çünkü anında silahları figürler tarafından parçalandı.
“AAAAAHHHHH!”
Kulakları sağır eden ve kalpleri kanatan güçlü, acıyla dolu bir çığlık yükseldi koridorda, ardından da figürler adama vahşice saldırmaya devam etti ve anında öldürdüler.
Figürler şövalyeyle işlerini bitirdiklerinde arkalarında bozulmuş, iğrenç hâlde bırakılmış bir ceset bırakmışlardı. Üstündeki zırhın bazı kısımları erimiş, kemiğiyle ve etiyle birleşmişti. Gözlerinden birinin yarısı çiğnenmiş, birisi de yerinden çıkmıştı. Kafasının arka tarafı tamamen parçalanmış, beyninin dışarı akmasına izin vermişti.
Grup öylece bakakaldı, Alastair de şaşkınlıkla yaşanana bakıyordu.
Her şey anında olup bitmişti ve kendileri harekete geçecek zamanı bile bulamamıştı. Hepsi gruplarında bulunan birinin canice katledilişine tanıklık etmişti.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..