Grag, ölen şövalyenin mide bulandırıcı görüntüsüne bakarken geçen her anda alnındaki damarlar adeta bir insan çığlığı atarcasına ortaya çıkıp kendilerini gösteriyorken dişleri ve elleriyse sanki dağları arasına almış da ezip toz taline getirmeye çalışıyormuş gibi sıkılmış durumdaydı. Gözleri yerlerinden fırlayacak gibi sonuna kadar açık durumdaydı. Dudakları ise sert bir şekilde kapanmıştı, bir tahta misali dümdüzdü fakat sol göz kapağı ve kaşı seğirmekte, kendisinin hissettiklerini dışa vurmaktaydı.
Öfke, damarlarında adeta bir lav gibi akıp kendisine içten eritirken kendisinin bir büyücü olduğunu ve yaşadığı dünyanın zorluğunu unutturmuş gibi görünüyordu. Ne kadar tecrübeli olursa olsun şu an kendisi böylesine bir hatanın olmasına nasıl izin verdiğinin kendisine yaşattığı suçlulukla kaynamaktaydı bütün vücudu.
Kendisine emanet edilmiş olan halktan birini koruyamamıştı neticede.
Hüzün bir sarmaşıktan farksız bir şekilde kendisini sarıp sarmaladı, kendisiyle birlikte gelen ve şu an ölü yatmakta olan şövalyenin kişiliği ve artık var olmayan geleceği zihnini doldurmaktaydı.
Onu tanımaz, etmezdi ama diğerlerinin göstermekte zorlandığı cesareti gösterip de buraya kadar gelebilen üç kişiden biriydi ve şimdiyse yoktu.
“Sizi orospu çocukları!” diyerek bir nara attı ve kimseye işaret dahi vermeden figürlerin üstüne atıldı.
Alastair onun duygusal yaklaşımı konusunda ciddi eleştirileri olsa da bunu kendisine bıraktı, onun ilk adım atmış olmasına sevinmişti.
Yayındaki hazır duran okunu hemen onun arkasından yolladı, ardından da bir ok daha hazırlamaya koyuldu.
“An!” diye seslenmesinin hemen ardından canavar anında ileri atıldı ve figürlerin üstüne dalışa geçti.
Hızlıydı, yaydan çıkan bir oktan farksızdı ve durdurulamaz gözüküyordu.
Loş ışığın altında tam olarak nereye hedef aldığını göremiyordu ancak An’ın kanadıkları işaretlerin ve gözlerinin yaydığı hafif parıltılar sayesinde hedefleri konusunda fikir sahibi olabiliyordu ve Grag’in kafa kafaya girdiği mücadelesinin de yardımı oluyordu elbette.
Oklarından birini daha hazırlarken kısa bir an yanındaki dehşete düşmüş iki şövalyeye baktı.
Terör ile bezenmiş gözleri, arkadaşlarının mide bulandırıcı cesedinde kilitliydi, etraflarını tamamen umursamaz durumdaydılar. İkisi de ellerindeki kılıçlarını ve kalkanlarını sıkıca tutuyordu ancak tek bir harekette bile bulunamıyordu, sanki bir heykelden farkları yok gibiydi.
Alastair onların gelmesi konusundaki kararı tekrar düşünmeye başladı, bu kadar işe yaramaz olduklarına şahit oluşu kasaba hakkındaki görüşlerini de bir hayli değiştirmeye başlıyordu.
‘Şu lanet görevin çabucak bitmesi için bir başka sebep daha,’ diye düşündü.
Grag gözlerindeki yanıcı öfkeyle figürlere kılıcını şiddetli bir kuvvet ile savuruyor, hissettiği bütün öfkeyi ve hiddeti onlardan çıkarıyordu. Karşısındaki figürlerin kendisine karşı bir şansı bulunmuyordu ve çoktan birini öldürmüş, geriye üç tane kalmasını sağlamıştı.
Şu ana kadar görmüş olduğu yılansı varlıkları ve ağacımsı yaratığı düşününce bunların gerçekten de zayıf olduğunu fark etti ve bunun nedenini de iyi biliyordu.
Karşılarında duran şey bir tür elemental figürdü.
Büyünün savaş kabiliyeti oldukça sınırlıydı ve bir başka büyücüye karşı ise tamamen savunmasızdı. Elementine somutlaştırılarak hafif bir katı hâle gelmesini sağlayan bu büyü genelde büyücüler tarafından hizmetçi olarak kullanılıyor, kendilerinin bulunduğu alanı temizlemek ve getir götür işleri yapıyordu.
“Geberin!”
Grag kılıcını ani bir şekilde savurdu ve kalan diğer üç elemental figüründe sonunu getirdi. Onların parçalara ayrılarak yok oluşunu izlerken fark etti ki kalbindeki kavurucu öfke bir dahi azalmamış, aksine daha da hiddetlenmişti.
Alastair hızla sonlanan mücadeleyi görünce şaşırdı ancak tatmin durumda ve mutluydu.
Grag’in ve An’ın yanına ilerleyip hâlâ kullanılabiliyor olan oklarını tekrar sadağına yerleştirirken figürleri aradı ancak göremeyince çatık kaşlarıyla Grag’e baktı.
“Hiç elemental görmedin?”
Alastair’in çatık kaşları kısa sürdü, kütüphanede görevli adamın yaptığı büyü aklına gelmişti. Yavaşça kafasını salladı ve sonrasında gözlerini etrafına çevirdi.
Koridor loş ışıkla aydınlatıldığından ötürü hiç iç acıcı gözükmüyordu, daha ne türlü tehlikelere gebe olduğunun bilinmiyor oluşu da gayet stresliydi ve sıkıntıdaymış gibi hissetmelerine sebep oluyordu.
“Elemental olduklarına emin misin?” diye sordu Alastair şövalyenin cesedine üstten bir bakış atarken. “Bir elemental büyünün arkasında böyle bir hasar bırakması normal mi? Çünkü benim gördüğüm en fazla bana kütüphanede kitapların yerini gösteriyordu.”
Bu gizem, Grag’in de ilgisini çekmişti elbet.
Kaşları hafif çatılırken adımlarını ölen şövalyesine yöneltti ve onun zavallı, bozulmuş cesedini incelemeye başladı. Yüzü ekşidi, midesi bulandı ancak kendisini tutabildi.
“Garip,” dedi Grag. “Normal bir elemental büyüsünden farklı hissettirmiyorlardı. Bu işin içinde kesinlikle bir iş var.”
“Muhtemelen.”
Alastair elemental figürleri yakından inceleyemediği için üzülse de bu durum dile getirmekten kaçındı.
Grag’in şu an duygusal bir şekilde davranmasından ötürü kendisine nasıl bir karşılıkta bulunacağından emin değildi ve şu anki durumlarında pek de inceleme yapabilecekler gibi de durmuyordu.
“Hoot!”
“Bir şey mi oldu?” diye sordu Alastair ve onun heykeli işaret ettiğini gördü.
An onaylan biçimde kanatlarını çırptı.
Alastair’in kaşları bir daha çatıldı ve derin bir nefes aldı. Belli ki daha karşılaşacakları zorlukların devamı vardı, rahatsızlıkla iç çekmesine sebep oluyordu bu.
Yayını çekti ve kırmızı gözlerine kendilerine bakıyormuş gibi duran heykeli hedef aldı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Grag ancak Alastair cevap vermedi, odağı tamamen heykelin üzerinde durmaktaydı.
Tang!
Tok bir sesle birlikte heykele vuran ok anında parçalara ayrıldı ancak heykelde bir çizik dahi oluşmadı.
Heykel hâlâ korkutucu endamını koruyarak duruyor, koridordaki sefil olduğunu düşündüğü insanlara bakan bir zalim gibi kızıl gözlerini dikmeye devam ediyordu.
Alastair tekrar yayına oku yerleştirdi ve yine aynı sonucu aldı, bir başka okunu daha heba etmişti.
“Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye tekrar sordu Grag, yüzünde soru işaretleriyle bezeli bir ifade bulunmaktaydı.
“Heykelde bir şeylerin garip olduğunu söylüyor,” diyerek An’ı işaret etti ve umutsuz bir şekilde devam etti. “Ancak tam olarak ne olduğunu ben de anlamadım.”
Alastair gözlerini kıstı ve ‘Uçan Büyülü Ok’ büyüsünü kullandı, elinin hemen üstünde süzülmeye başlayan gri, transparan oka bakıp kısık gözlerle derin bir nefes aldıktan sonra heykele doğru işaret etti.
BANG!
Büyüden ok heykele ulaştığı anda büyük bir patlama gerçekleşti ve loş ışıkla zar zor aydınlanan mağarayı toz içinde bırakarak görüşlerini daha da kısıtladı.
Heykel, ok yüzünden parçalara ayrılarak arkasında gizli bir kapının açığa çıkmasını sağladı ancak heykelin parçalanmasıyla birlikte de birçok kırmızı figür ortaya çıktı.
Figürler yavaşça bulundukları yerden çıktı, kızıl gözleri ateş gibi yakıcıydı ve bakanın kalbinin hızla atmasını sağlıyor, korkunun derin kuyusuna çekerek boğmaya çalışıyordu.
Patlamanın etkisiyle dehşete düşen şövalyeler de kendilerine geldi, dikkatlerini kendilerine doğru yavaşça ilerlemekte olan kırmızı gözlü figürlere çevirdiler.
Korku tekrar damarlarında hayat bulsa dahi ondan daha üçlü bir duygu da akıyordu damarlarında: öfke.
İkilinin gözlerinde daha önce hiç görülmemiş bir öfke vardı ve korkularını saklamaya yetiyordu.
“Hazır olun!” diye herkesi uyardı Grag, öfkeyle parıldayan gözleri figürlerin üstündeydi. “Fiziksel olarak zayıf olduklarını biliyoruz, rahatça onları aradan çıkarabiliriz ama dikkatli olmayı unutmayın!”
Karanlık elementinden olan garip figürler anında ileri atılarak Grag’i çevrelemeye kalkıştı ancak kılıcını savurması yüzünden fazla ilerleyemediler. Yine de bu onları geride tutacak bir etken değildi, diğerleri çoktan arkasındaki üçlünün üzerine doğru ilerlemişti bile.
Şövalyeler de aynı şekilde ileri atıldı ve Alastair’in önüne geçerek kendilerine doğru gelen figürlere saldırmaya çalıştı.
İkisi de öfkeli olduğundan gözleri hiçbir şey görmüyor, kılıçlarını rastgele bir şekilde sallıyorlardı ancak mucizevi bir şekilde işe yarıyor gibi gözüküyordu.
Alastair onların bu durumuna bakarken yayına okunu yerleştirdi ve açık bulduğu anda oku serbest bıraktı.
Tang!
Ok, şövalyelerin arasından geçti ve kıl payıyla figürlerden birinin kafasını delip geçmeyi başardı.
Figür bu darbeyle anında yok oldu ancak şövalyeler hâlâ kendilerini önündekilerle mücadele etmeye devam etmekteydi.
“Benim için açıklık oluşturun, onları ben indireceğim!” diyerek şövalyelere emir verdi.
Alastair ve şövalyeler kendi önlerindeki altı figür ile uğraşırken Grag de kendi tarafındaki beş figür ile baş etmekteydi. An da Grag’e yardımcı oluyor, onun için açıklık yaratmak için çalışıyordu.
Bu sayede mücadeleleri oldukça kısa sürdü ve kimse yara almadı.
Alastair bu sefer de karanlık figürleri inceleme şansını elde edemediği için iç çekse de yapabileceği bir şey olmadığından sadece iç çekti çünkü oldukça tehlikeli bir durumdalardı.
DAN! DAN! DAN! DAN!
Duyulan sert ve güçlü adımların sesi dörtlünün dikkatini heykelin olduğu kısma yönlendirdi, kaşları anında çatılmıştı. Hepsi bilinmeyenin verdiği endişeyle dolmaya başlamıştı.
Kısa bir sürenin ardından dört ayak üzerinde ilerleyen ve ağaç yaratıklarını andıran bir başka yaratık ortaya çıktı. Vücudunda farklı hayvanların kasları, kemikleri ve birçok garip renkte ağaç dallarıyla gövdeleri gibi garip malzemeler de bulunmaktaydı.
Yaratığın vücudundan akan kanlar şelaleden farksız bir şekilde akıyordu ancak damla damlaydı, toprağın rengini değiştirmek için de gayet yeterliydi.
Oldukça rahatsız edici bir görüntü sunuyordu.
“RAAAAĞĞR!”
Yaratık kükredi ve anında ileri atıldı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..