Yaşlı ama yirmilik gençlere taş çıkaracak bir vücuda sahip adam hızla hiç şaşalı olmayan ama devasa olan kapıya doğru gidiyordu, muhafızların karşısında durdu ve ‘’Krala vermem gereken önemli bir haber var!’’ Dedi ve muhafızların kapıyı açması için beklemeden boyu on metreyi geçen kapıyı kolaylıkla açtı ve taht odasına girdi.
Kral tahtında oturmuş elinde tuttuğu haritayı inceliyordu. Tahtın çevresinde ise gözleri de dâhil olmak üzere tüm yüzleri siyah bir kumaşla kapalı olan altı asker duruyordu.
Yaşlı adam kralın önünde yapmacık bir şekilde eğildi. Kralının ne için geldiğini sormasını beklerken gözleri hâlâ elindeki haritada olan kralın gür sesi taht odasında yankılandı.
‘’Çocuk yetenekli mi?’’
Bir saniyelik sessizliğin ardından bu sefer yaşlı adamın sesi doldurdu geniş taht odasını.
‘’Evet.’’
Kral sonunda gözlerini haritadan kaldırdı. Yavaşça ayağa kalktı ve ‘’Altı Duvar seçtin mi?’’ diye sordu.
Yaşlı adam tekrar cevabını vermek üzere ağzını açtı.
‘’Evet. Dün son Duvar’ı da seçtim.’’
‘’Yaşları konusunda sıkıntı var mı?’’
‘’Hayır. En yaşlı duvar iki yaşında. Uyum sağlamak konusunda sorun yaşamayacaklardır.’’
Duyduklarına karşı en ufak bir tepki vermemiş olan kral ‘’Çocuk sütten kesilir kesilmez eğitimlere başlayabilirsin usta. Beni eğittiğin gibi onu da gerçek bir savaşçı gibi eğit.’’ Dedi ve ileriye doğru bir adım attı. Aynı anda altı farklı ayak sesi daha duyuldu. Adım sesleri birbirini takip etti ta ki kral taht odasının kapısının önünde durana kadar. Ayak seslerinin durmasıyla birlikte kralın sesi bir kez daha duyuldu.
‘’Babamın, büyükbabasının, adını alacak.’’
Yaşlı adam kralın çoktan taht odasından ayrıldığını bilmesine rağmen ‘’Nasıl istersen Sakhar!’’ dedi. Ardından yeni doğan isimsize ismini ulaştırmak üzere yola çıktı.
Doğumun yorgunluğuyla uykuya dalmış kadının yanındaki beşikte siyah saçlı bir çocuk vardı. Çocuğun ve kadının etrafında ise onlarca hizmetçi vardı. Çoğu doğumun yarattığı dağınıklığı toplamakla uğraşıyordu.
Kapının açılmasıyla hizmetçiler işlerini bırakıp gelen kişi karşısında boyun eğdiler. Yaşlı adamın basit bir el hareketiyle hizmetçiler işlerine geri döndü. Saygı ve korkuyla karışık bir ifade vardı suratlarında.
Yaşlı adam yeni doğmuş çocuğu birkaç saniye izledikten sonra hizmetçilerden birine yeni doğum yapmış annenin durumunu sordu. Annenin bakımından sorumlu olan hizmetçi hiçbir sıkıntı olmadığını söyledi. Yaşlı adamın yüzüne bakmaya bile cüret edemiyordu.
Bu sırada uykuda olan anne yavaşça gözlerini açtı ve yaşlı adama bir bakış attıktan sonra çevresine bakınmaya başladı. Durumu anlayan yaşlı adam duygusuz bir ses tonuyla ‘’Oğlun burada.’’ diyerek yatağın yanındaki beşiği gösterdi.
Kadın, çocuğunu almak için elini kaldırmaya çalıştı ama doğum yüzünden güçsüz düşen bedeni buna izin vermedi. Yorgun kadın buruk bir gülümsemeyle yaşı adama dönerek, ‘’Uyanmış olsam bile basit bir doğumun yüzünden kollarımı kaldıramıyorum. Çocuğumu görmem için yardım eder misin Usta Montis?’’ dedi.
Yaşlı adam elinde dünyanın en değerli şeyini tutarcasına beşikteki bebeği aldı ve annesinin kucağına bıraktı.
‘’Kralımız oğlum için bir isim belirledi mi?’’ diye sordu yorgun kadın.
Yaşlı adam duruşunu düzeltti ve geleceğin Kızıl Dağ Kralı’nın ismini gür sesiyle duyurdu.
‘’Corvus. Gelecekteki kralın adı Corvus Tiamat olacak.’’
Kadın duyduğu isimden memnun olmamışa benziyordu. Derin bir iç çekti gözleri kapalı olan oğluna bakarken.
Yaşlı adam başka bir şey söylemeden odadan çıktı ve sonunda parlak bir ışık olan koridorda yürümeye başladı. Koridorun sonunda Kızıl Dağ’a bakan bir pencere vardı ve Kızıl Dağın arkasından yükselmekte olan güneşin ışınları koridordaki karanlığı parçalara ayırıyordu. Yaşlı Montis pencerenin önünde durmuş Kızıl Dağ’ı izlerken yavaşça mırıldandı,
‘’Umalım da bu veletin sonu ismini aldığı adamın sonu gibi olmasın.’’
________________________________________
Doğumun üzerinden sekiz yıl geçmişti.
Yaşları sekiz ile on bir arasında değişen yedi çocuk yaşlı bir adamın ve arkalarında daha yeni yükselmeye başlamış Güneşin eşliğinde Kızıl Dağ’a tırmanıyordu.
Çocuklar sırtlarında ki devasa çantaların ağırlığı altında ezilmiş, iki adımda bir tökezleyerek dik ve kayalık yokuşu tırmanmaya çalışıyorlardı. Dağın tepesine daha sekiz yüz metreden fazla vardı.
Yedi kişilik grubun arasında dokuz yaşlarında gözüken kara saçlı bir çocuk iyice geride kalmış, yürümeyi bırakmış artık sürünerek yola devam etmeye çalışıyordu. Küçük çocuğun iradesi hala duruyordu ancak vücudu daha fazla dayanamadı ve bayıldı.
Aynı anda grubun önünde yürüyen yaşlı adam durdu. Yaşlı adamın durmasıyla birlikte hala ayakta duran altı çocukta durdu. Yaşlı adam arakasını döndü ve ayakta zorlukla duran çocukları süzdü. Ardından birkaç dakika bekledi. Zaten zorlukla ayakta duran çocukları daha fazla yormak ister gibiydi. Çocuklar çoktan yürüyüş nizamını bozmuş, sağa sola dağılmıştı. Durumdan hiç memnun olmadığı yaşlı adamın yüzünden belli oluyordu. Gür sesiyle dağı titreterek ‘’Tek sıra ol!’’ diye bağırdı.
Yorgun çocuklar vücutlarının müsaade ettiği son hızla tekrar düzene girdi. Yaşlı adam çantasından uzun ve kalın bir ip çıkardı ve en önde bulunan on bir yaşlarındaki çocuğun önüne attı.
Biraz önce bayılmış çocuğu işaret ederek ‘’Bağla!’’ diye emretti. Aynı şeyi daha önce birçok kez yaşamış olan çocuk ipi götürüp baygın çocuğa bağladı. Ardından çantasından bir ip çıkarıp önce kendine sonra çocuğa bağlı olan ipe bağladı. Aynı işlemi diğer beş çocukta yaptı. Daha önce çokça yaptıkları bir işlem olduğu için hızlıca hallettiler.
Yaşlı adam ipin herkese bağlı olduğundan emin olduktan sonra tekrar yürümeye başladı. Sırtlarına birde baygın olan arkadaşlarının ağırlığı yüklenmiş olan altı çocuk eskisinden daha fazla zorlanarak tepeyi tırmanmaya devam etti.
Yaklaşık beş dakika sonra bayılmış olan çocuk sert ve kayalık zeminde sürünmenin verdiği acıyla uyanmıştı. Ayağa kalkıp o da nizama katıldı ancak gruptaki kimse bellerine bağlı ipi çıkarmadı.
Tekrar ip bağlama zahmetinden kaçınmak için ipi çıkarmamıştı çocuklar.
Birkaç dakika sonra gruptaki en genç çocuklardan biri daha bayıldı. Yol bu ve buna benzer zorluklar eşliğinde bitti. Ancak çocukların hiçbiri mutlu gözükmüyordu. Haftalık eğitimlerinin daha yeni başladığını biliyorlardı çünkü.
Bir hafta boyunca korkunç eğitimlerden geçtikten sonra bir günlük tatilleri için saraya geri döndüler. Çocukların her biri sarayın ana kapısından geçer geçmez her hafta duydukları aynı sesi duyarken yorgunluktan bayıldılar.
‘’Prens Corvus ve Altı Duvarı’nı yatakhaneye götürün!’’
Yedi çocuk sadece kendileri için hazırlanmış yemekhanede oturmuş önlerine konulmuş bulamaçları yiyordu. Önlerindeki yemek her ne kadar tatsız olsa da krallık sınırları içindeki en yüksek besin değerine sahip yiyecekti. Ayrıca öz gelişimi için çok faydalıydılar.
Çocuklar da hallerinden gayet memnun gözüküyordu. Sonunda sürekli başlarında duran eğitmenlerden kurtulmuşlardı ve özgürce konuşabiliyorlardı.
Belki bu özgürlükten cesaret alarak grubun en yaşlısı normalden biraz yüksek bir sesle konuşuyordu. On bir yaşındaki çocuk, sekiz yaşındaki prense iyice yaklaşarak.
‘’Kraliçe uzun zamandır bize kitap okumuyor Corvus. Sence bu gece gelir mi?’’
Duyduklarından sinirlendiği belli olan prensin de sesi yükselmişti.
‘’İstersen gidip eğitmenlerin huzurunda… Yok, yok kralımızın huzurunda konuşalım bunu! Sesini alçalt aptal! Hem ben nerden bileyim ne zaman gelip ne zaman gelmeyeceğini? O kadar muhafızı geçip nasıl geldiğinden bile emin değilim!’’
İşittiği azardan memnun olmadığı belli olan çocuk somurttu ve önündekileri yemeye devam etti.
________________________________________
Tüm çocuklar yataklarına girmişti ama hiçbiri uyumuyordu. Hepsinin gözü odanın kapısındaydı. Hepsi bazı geceler gelip kendilerine kitap okuyan kadının gelmesini bekliyordu. Prens Corvus’un annesini.
Bir anda kapı açıldı ve içeri siyah kıyafetler içinde bir kadın girdi. Elinde ince bir kitap vardı. Kadın hiçbir şey olmamış gibi odanın ortasında bağdaş kurdu ve elindeki kitabı okumaya başladı.
Yaklaşık iki saat sonra elindeki kitabı okumayı bitiren kadın ayağa kalktı. Tek tek tüm çocukların anlını okşadıktan ve kulakların bir şeyler fısıldadıktan sonra prensin yanına oturdu. Pencereden gözüken Ay’a bakıyordu. Bir şeyler söylemek istedi ancak harfleri bir araya getiremedi. Ay’ın parlaklığı altında kutsal bir aura yayan kadın tekrardan konuşmaya çalıştı. Buruk bir sesin taşıdığı kelimeler yavaşça odadaki yedi çocuğun kulaklarına vardı
‘’Bu... Buraya son gelişim. Bugünden sonra eğitiminiz ağırlaşacak ama unutmayın eğitiminiz ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın pes edemezsiniz! Siz bu krallığın kurtarıcıları olacaksınız. Her fırsatta okuyun her fırsatta ilerleyin. Unutmayın! Dünya Kızıl Dağdan da Kızıl Dağın geleneklerinden de büyük!’’
Son olarak prense sarıldıktan sonra bir anda kayboldu Kraliçe. Prens’in annesinin yüzünü son görüşüydü bu.
________________________________________
Prensin annesinin kayboluşunun üzerinden on yıl geçmişti. Uzun süre önce Prensin ve Altı Duvarın tamamı Uyanmış olmayı başarmıştı. Altı Duvarın altısı da ailelerinden gelen yetenekleri uyandırmıştı ancak prensin yeteneği hala belirsizdi. Bir yeteneği olduğu kesindi ancak bu yeteneği bir türlü kullanmıyordu.
Yıllarca aldıkları eğitim yüzünden robotlaşmış olan altılı ve prens artık eğitimlerden muaftı. Gerçek savaşlara katılmaları gerekiyordu artık.
Eğitimler bitmişti ama prens ve Altı Duvar hala düzenli olarak antrenman yapıyordu. Bir sabah antrenmanı sırasında Yaşlı Montis geldi ve prens ve Altı Duvar’a kralın huzuruna beklendiklerini bildirdi.
Prens ve Altı Duvar kıyafetlerini değiştirip taht odasına çıktı. Yedili daha taht odasına giderken sarayın koridorlarında eşzamanlı bir şekilde yankılanan yedi ayak sesi duyuluyordu. Yedi genç kralın tahtından on adım kadar uzakta durduktan sonra diz çöktü ve emirleri bekledi.
Kral yedi genci uzunca süzdükten sonra ayağa kalktı ve konuşmaya başladı.
‘’Eğitimlerinizi başarıyla tamamlamışsınız. Aferin. Ancak yaptığınız basit eğitimler sizi asker yapmaz. Gerçek bir asker savaşlarda olgunlaşır. Bunu unutmayın!’’
Yedi genç hep bir ağızdan ‘’Emredersiniz!’’ dedikten sonra beklemeye devam ettiler.
‘’Batıdaki zayıf uluslar iblis yaratıkların saldırılarına karşı bizden yardım istiyor. Elli bin kişilik bir birliği yardım için göndereceğiz. Karşılığında yüklü bir ödeme ve ibis yaratıkların cesetlerini alacağız. Bu birliğin başında -Prens Corvus’u göstererek- Sen ve Usta Montis olacak. Yarın yola çıkacaksınız, hazırlıklarınızı yapın. Kana bulanmadan da geri gelmeyin!’’
‘’Emredersiniz!’’
Prens Corvus, Altı Duvar, Yaşlı Montis ve elli bin kişiden oluşan ordu haftalar süren yolculuğun ardından hedeflerine varmıştı. Vardıkları şehrin adı Rovan’dı. Bu şehir üç yüz bin kişilik bir nüfusa sahipti ve temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı.
Prens ve Altı Duvar yolda gördükleri her şeyle fazlasıyla ilgilenmişti. Çünkü gördükleri neredeyse her şeyi ilk defa görüyorlardı. Hatta ilk kez bir koyunu canlı olarak gördüklerinde çok şaşırmışlardı. Koyun sürüsünü gördüklerinde ise iblis saldırısına uğradıklarını düşünüp silahlarına sarılmışlardı.
Kızıl Dağ Ordusu şehir surlarının dışında ordugâhını kurdu. Ordugâh tam anlamıyla kurulduktan sonra Prens ve Altı Duvar şartları son bir kez konuşmak üzere şehir lordunun köşküne gitti.
Corvus, şehir lordunun köşküne vardığında istemsizce Kızıl Dağ Sarayı’yla kıyaslama yapmıştı. Kızıl Dağ buraya oranla yüzlerce kat daha kuraktı ancak Kızıl Dağ Sarayı karşısındaki köşkten onlarca kat daha büyüktü. Kızıl Dağ’ın devasa ordusuna karşın Rovan şehrindeki asker sayısı on binleri bile bulamıyordu. Kızıl Dağ Şehri nerdeyse her yönden daha üstündü ancak insanların yüzünde Corvus’un Kızıl Dağ Şehrinin hiçbir vatandaşının yüzünde göremediği bir ifade vardı. Corvus insanların yüzündeki ifadeyi anlamaya çalışırken Şehir Lordunun Köşkü’ne varmışlardı.
Prens ve Altı Duvar, hızlı adımlarla Şehir Lordunun odasına çıktı. Şehir Lordunun Corvus’tan korktuğu her halinden belliydi. Tüm vücudu titriyordu. Şehir Lordu da bir Uyanmıştı ancak çok geç yaşta Uyanmış olmayı başarmıştı. Şehir Lordunun korktuğunu fark eden Corvus çok uzatmak istemedi. Doğrudan lafa girdi.
‘’Kralımızın size gönderdiği şartlar hala geçerliliğini koruyordur umarım.’’
Hata yapmaktan çok korkan Şehir Lordu hızla cevap verdi,
‘’Tabi ki! Tabi ki! Ekselanslarının istediği şartlar bizim için çok uygun! Ekselanslarına yardımları için binlerce kez şükranlarımı sunuyorum!’’
Sözlerine karşılık bir tepki bekleyen lord, Corvus’un tepkisiz kaldığını görünce şaşırmış ve korkuya kapılmıştı. Tam prensin şartlardan memnun olup olmadığını soracaktı ki prensin tepkisizliğinin nedenini anladı. Bunun için prensin gözlerindeki ilgiyi takip etmesi yetmişti. Prens lordun arkasındaki kitaplığa bakıyordu.
Şehir Lordu gördüğü karşısında çok şaşırmıştı. Kızıl Dağdan gelen insanlar savaşmaktan başka bir şey bilmezdi. Zaten savaş dışındaki şeyleri, özellikle bilimi, aşağılarlardı. Ancak karşısındaki ‘barbar’ kitaplara ilgi duyuyordu.
Korkuyor olsa da sonuç olarak politikacıydı şehir lordu. Bu fırsatı geleceğin Kızıl Dağ Kralı ile güzel bağlar kurmak için kullanabilirdi. Çok ucuza çok değerli bir mal bulmuş bir tüccar gibi avuçlarını bir araya getirdi ve yüzündeki çirkin sırıtışla konuşmaya başladı.
‘’Ekselanslarının beğendiği bir kitap varsa hediye etmekten zevk duyarım.’’
Corvus kendisinden beklenmeyen bir tepki vererek ‘’Gerçekten bunu yapar mısınız!’’ diyerek yerinden sıçradı.
Şehir lordu yüzünde ki sırıtış iyice büyürken hızla cevap verdi.
‘’Birkaç kitap aslında size verilmeye layık değil ancak eğer ekselansları isterse tabii ki yaparım.’’
Aldığı cevap karşısında çok sevindiği belli olan Corvus yerinden sıçradı ve kitaplığa yöneldi. O kadar heyecanlıydı ki kitaplığa ulaşmaya çalışırken yanlışlıkla Şehir Lorduna çarpmıştı. Kendisi de bir Uyanmışın bedenine sahip olan Lord dengesini sağlayamayıp yere düştü. Bu basit çarpışma Lordun daha çok korkmasına neden olmuştu.
Çok geçmeden annesinin kendisine okuduğu kitaplar haricinde kitaplar hakkında hiçbir bilgisi olmayan Corvus rastgele bir kitap seçti ve yerine dönmek için geri döndü. Şehir Lordu genç Corvus’la çarpışmamak için kıvrak bir hareket yaparken kendisine yönelmiş altı kızgın bakışı fark eden Corvus kitaplığa tekrar dönerek altı kitap daha aldı ve yerine geçti.
Corvus ilk kez bir kitap tutuyordu. Elindeki kitabı incelerken lordun bir şeyler söylemesi üzerine dikkati dağıldı ve lorda döndü.
Lort ‘’Efendim bildiğiniz gibi fakir bir halkımız var askerlerinizin şehre çok zarar vermemesini rica edebilir miyim?’’ demişti. Cümlesini hızlı ve olabildiğince kısık sesle söylemişti. Hediye ettiği kitaplar sayesinde Corvus’u etkilediğini biliyordu ama ne olursa olsun karşısındaki genç adam Barbarların Dağı olarak da bilinen Kızıl Dağ’dan geliyordu. Lord ricasının yanlış anlaşılmasından korkuyordu.
Corvus ilk başta sinirlenmişti ancak yol boyunca yaşadıkları aklına geldi ve lordun da kendince haklı olduğunu düşündü. Ordu birçok duraklama noktasında problem çıkarmıştı. Zaten hali hazırda Kızıl Dağ Askerleri kabalıkları ve göreve gittikleri her yerde problem çıkartmakla ünlüydü. Lortta, Corvus’un bu mutlu anından yararlanıp doğal olarak olası olayların önüne geçmek istemişti.
Corvus birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra elindeki kitapları göstererek ‘’Bu kitapları taşımam için bir şeyler verebilir misiniz?’’ diye sordu. Anlık siniri yerini tekrardan ilgiye bırakmıştı.
Gergin adam masasında duran zili almak için uzanmıştı ancak titremesini kontrol edemeyip zili yere düşürdü. Lord zili alamamış olsa bile zil işlevini yerine getirmişti. Zilin çıkardığı ses yüzünden genç bir hizmetçi odaya girdi. Lord zili havada yakalamaya çalışırken beceriksizce hareketler sergilemişti ama hızlıca oturuşunu düzeltti. Yüksek sesle kapıda sessizce bekleyen hizmetçiye iyi bir çanta getirmesini emretti. Çok geçmeden hizmetçi çantayı getirdi ve odadan çıktı.
Corvus kitapları olabilecek en nazik şekilde çantaya yerleştirdi ve kapıya yöneldi. Tam kapıdan çıkacaktı ki arkasını döndü ve ‘’Kitapları bitirdiğimde yenilerini almak için uğrayacağım. Kralımın belirlediği şartların da değişmediğini var sayıyorum. Ayrıca şehirde karışıklık çıkaran olursa bana bildirin. Gereğini yapacağım.’’ Dedi ve elindeki siyah çanta ve Altı Duvar ile birlikte Şehir Lordunun Köşkünden ayrıldı. Son cümlesini söylerken ki kararlılığı Lordun yüreğine su serpmişti.
Prens Kızıl Dağ Ordugâhına girerken elindeki çanta birçok askerin ilgisini çekmişti. Hatta uzun süredir orduda olan bir askerin ‘’Yeni prens çok yetenekli! Baksanıza daha savaşmadan Şehir Lordundan bir şeyler koparmış!’’ demesi üzerine daha da ilgi çekici olmuş, dedikoduya dönüşmüştü.
Prensin ordugâha dönüşünden iki gün sonra Rovan Şehrinde kavga çıkaran üç Kızıl Dağ Askeri bizzat Prens Corvus tarafından idam edildi.
[DÜZENLENDİ]
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..