...
Iworick kolları arasında duran kadına sımsıkı sarılırken, sanki bütün dertlerini unutmuş gibiydi. 5-6 yıl önce emri altında olan kadına şimdi sırılsıklam aşık olmuştu.
Kral yaptığı başarılardan ziyade; sırf aralarındaki yaşadıkları ilişki yüzünden Melina’yı, şehrin birkaç 10 kilometre ötede olan Therrock Kalesi’ne kumandan olarak atamıştı.
Bu mesafe ve iş zorlukları yüzünden, yılda birkaç defa ancak görüşebiliyorlardı.
Bu da o nadir anlardandı, her bir saniyesini bile kaçırmadan kadının yüzüne doğru sevgiyle bakıyordu. Mutlulukla bakan gözlerinin içinde yanan ateşin, kısa sürede sönmesi de fazla zaman almamıştı tabii.
Ciddi gözlerle Melina’ya bakarak “Kral son zamanlarda ne yapacağını şaştı, önce halkı daha sonra ise emrindeki adamları, bu gidişle kısa sürede kaybedecek. Ve doğru konuşmak gerekirse bu konu hakkında hiç de üzgün sayılmam” durgun bir ses tonu ile konuştu.
Melina alaycı gözler ile Iworick’e yanıt verirken iki elini de adamın omzuna attı.
“Sanırım yaşlanmak sana yaramıyor, daha da somurtkan ve çekilmez oluyorsun! Biraz da olsa rahatla ve kimin ne dediğini umursamadan işini yapmaya odaklan. Eski sen bu şekilde yapardı, hatırla?”
Gözleri gözlerine kenetlenmişken, Iworick iç çekerek nefes aldı.
Sevdiği kadın dışında şehirde herhangi bir dert ortağının olmaması, onu haylice yoruyor ve işiyle yalnız bırakıyordu.
Her ne kadar güçlü bir komutan olsa da, bazen baş edemeyeceği anlar geliyordu.
İşte bu yaşadığı çaresizlik ve güç isteği de o anlardan bir tanesiydi.
“Daha önce generalliğe terfii istemedim, çok fazla boş zamanım olmayacağını bildiğim için... Seninle belki hiç vakit geçiremeyeceğim bile” Üzgün gözler ile Melina’ya bakarak yaklaştı ve tekrar sarılırken kafasını boynuna gömdü.
“Başka çarem kalmadı gibi, kral rütbe konusunda her şekilde baskı uyguluyor. Taht salonunda bile... Hahah... O aptal soysuz... Her ne kadar istemesem de bunu yapacağım sanırım...”
Son kelimelerini derken sesi kuru ve güç çıkmıştı.
Melina anlayan gözlerle yavaşça Iworick’in güçlü kollarından tuttu ve kendinden uzaklaştırarak göz göze gelmelerini sağladı.
Tebessüm ederek gözlerini kıstı ve “Sorun değil, gerçekten. Bunu yapmazsan, ileride yaşayabileceğimiz bir yer bile olmayacak. Ülke için fazlasıyla çabaladın, sen busun” dedi.
Bir müddet sessizce bu şekilde kaldıktan sonra, Iworick’in kollarını bıraktı ve ciddi bir ses tonuyla konuşmasına devam etti.
“Kuzey ne kadar soğuk esse de, ölümün nefesini boynumda hissetsem de...” Karşısında duran adamın devam etmesini beklercesine gözlerine baktı.
Iworick yutkundu ve titreyen dudakları ile devam etti “Yurdumun damarlarını tutsalarda, tutsak olmam ebediyete... Göklerdeki yıldız sönene dek, savaşın közü buzullarıma değene dek...” son mısraları da söylemeden önce tekrar yutkundu.
Geniş ve gösterişli kolonların olduğu saray koridorlarında hava anında soğumuştu.
Yanan büyülü meşaleler titreşirken etrafa gizemli bir güç hakim oluyor gibiydi.
Sanki kuzey gelmişti.
Bu geniş koridorlarda kokusu ve varlığı hissedilebiliyordu, Iworick bir süre etrafına baktı ve tekrar Melina’ya doğru döndü.
Gözlerinde sönmüş olan ateş tekrar harlanarak açığa çıkmıştı.
“Kılıcım buzdan, yüreğim alevden dövüldü kuzeyi yenene dek...” Son kelimeleri de dudaklarından dökerken birkaç adım geri gitti ve yere düşmüş miğferini aldı.
Etraftaki mistik hava dağılırken meşaleler tekrar eski dinginliklerine kavuşmuştu. Melina mutlu bir şekilde bakışlarını çekinmeden Iworick’in geniş sırtına doğru dikmişti.
Arkası Melina’ya dönük olsa da bakışlarının sırtında gezindiğini hisseden Iworick kısa bir tebessüm ettikten sonra camdan dışarı bakmaya devam etti.
Melina sevdiği adamın bu şekilde davranmasına kısa süreliğine üzülse de toparlandı ve dikleşti. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama tekrardan sustu.
Sabırsız bir tonda ayaklarını ritim tutar gibi yere vururken kollarını birleştirmişti.
Birkaç saniye sonra “Pekala... Ne olduğunu unutmamışsın. Sen kuzeyin savaşçıları arasındasın, bir kral önünü kesecek değil... Kraliyete girmeden önce nerede yaşadığını ve nereden geldiğini unutma, savaşta vatanının neresi olduğunu hatırlamana yardımcı olur” dedi ve arkasını hızla dönerken aşağı doğru giden merdivenlere yöneldi.
Iworick hala camdan dışarı bakıyordu. Kuzeyin dipsiz derinliklerinde, gökleri yararcasına yukarı doğru uzanan Hjuras Dağları’na bakıyordu.
Melina’nın söyledikleri aklına girmişti bir kere, nereden geldiği ve kim olduğu... Bu ıssız gezegende unutmaması gereken birkaç şeyden biriydi bunlar.
‘Bütün bunlar bir yana... Ne olduğunu bulmalıyım, o ışığın kaynağı... Bir anlığına da olsa tanıdık bir his doğurdu içime. Kesinlikle bir yerlerden tanıdığımı hissettim...’
Sağlam zırhı camdan sızan güneş ışıkları altında parıldıyor ve ışık saçıyordu. Çeliğin oldukça kaliteli olduğu, tek bakışta fark edilebilirdi.
İçinden bu tarz düşüncelere dalmışken, şehrin güneyinde yer alan liman bölgesinde ise küçük çapta bir savaş dönüyordu.
Ajan olduğu düşünülen isyancı kuvvetleri, birleşerek limanı esir almış ve akın akın gelen kraliyet muhafızlarının sivri mızraklarına yem olmamaya çalışıyordu.
Sokaklardan, geniş liman caddelerine dört nala giren yüzlerce atlı muhafız, kargıları ile onlarca insan deşmeye başlamışlardı.
Anlık olarak baskın yiyen isyancılar, krallığın bu kadar hızlı bir şekilde geri tepki vermesini beklemiyorlardı anlaşılan.
Evlere hızla girerek, liman barakalarını dehşet verici bir güç ile parçalayarak ilerleyen muhafız birliği adeta önünde engel tanımaksızın her şeyi yok ediyordu.
Kendilerine boşuna krallığın en iyi birliği denmediğini sert bir şekilde öldürerek kanıtlıyorlardı.
Birçok ev ateşe verilerek içindekiler canlı canlı yakılıyor ve yanmış etleri mızraklarla delik deşik ediliyordu.
Manzarayı uzaktan izleyen birisi tüm bu olanları toplu bir katliam olarak görse de, ölenlerin hepsi krallığa gizlice sızmış yüzlerce ajandı.
Bu kadar fazla olmaları, bu değişimin kısa sürede olmadığının bir göstergesiydi.
Sarayın en büyük kulesinden şehrin güneyini izleyen bir adamsa, dikkatlice bir bölgeye bakıyordu.
Bu kişi krallığın önemli generalleri arasında ilk sırada olan ‘Buz Şövalyesi’ Greaz’dı. Krallıktaki en yüksek seviyeye sahip kişi olarak biliniyordu.
Sahip olduğu yeteneği ve element gücü, kendisine verilen unvanı kanıtlayan nitelikteydi. Belli bir süreliğine buzdan bir zırh setine sahip olmasını sağlayan yeteneği ve 85 puan buz elementi yatkınlığı ile korkulan bir şahıstı.
Siyah saçları ve buz mavisi gözleri, savaşa her an hazır bir şekilde kuşanmış olduğu bariz güçlü zırhı ve 2 metre boyuyla bir devi andırıyordu.
Krallık yönetimindeki nüfuzu gözle görülür derecede, kral ile yarışacak kadar fazlaydı.
Bu durum tabiki kralı rahatsız etse de, kral elinde bulundurduğu bu devasa gücü harcamak istemediği için bu nüfuzunu göz ardı ediyordu.
Greaz gözlerini liman bölgesinden ayırmayarak sakince aklından birkaç şey geçiriyordu.
‘Bu kadar fazla olmalarını beklemiyordum... Kral işini fazla boşlamış anlaşılan, uzun süre yoktum ve şehre ilk geldiğimde olan şeylere bak sen... Kader ağlarını örmeye mi başlamış? İlginç...’
Yavaşça süzülen düşüncelerinin arasından onu, sertçe çalan bir kapı çıkardı.
[TAK!] [TAK!] [TAK!]
Yavaşça kendi kendine düşünürken Greaz, kapının kuvvetlice çalınması ile fikirlerinden arınarak güçlü ve tok sesiyle “Gir!” diye bağırdı.
Kahverengi kapı yavaşça açılırken, kulenin merdivenleri başında dikilen yaşlı bir adam gözüktü.
Beyaz sakalları ve sihirbaz olduğunu haykıran gri cübbesi ile içeri doğru asasını kaldırarak girdi. Gümüş renginde bir ağaçtan yapılmış olan asa, üzerinde kubbe bir şekilde dallara ayrılarak mavi renkte bir elması taşıyordu.
Gök elması denen bu taş, Dünya’da eşi benzeri olmayan elmas türlerinden sayılıyordu.
Son damarları Büyük Pargaus Sıradağları’nda bulunmuş ve kurumasından toplam 64 yıl geçmişti.
Görünüşü aksine oldukça daha genç çıkan, gırtlaktan gelen sesiyle Greaz’a doğru mızmızlanarak söylendi.
“Öhm... Bu yaşlı adamı kulenin en tepesine dek çıkaracak kadar küstah olmanı kınıyorum...” Yavaşça küçük odaya girerken, sitem ettiği belli olan sesiyle kenarda duran sandalyeye oturdu.
Odada fazla bir eşya yoktu. Kahverengi sade bir masa, bir çift sandalye ve etrafı aydınlatan tavana asılmış kristaller.
Birkaç dolap da, bu sade odayı süsleyen sayılı şeylerdendi.
Greaz’de yavaşça sandalyeye otururken yaşlı adama doğru cevap vermeden önce kınarcasına gözlerine baktı.
“172 yaşında bir ihtiyara göre sesin oldukça genç çıkıyor Kalingrad. Yoksa Melian’mı demeliyim? Kaç ismin vardı? 4? 6? Ah... Her neyse, seni buraya ne için çağırdığımı biliyorsun sihirbaz”
Ağzından hızlı hızlı dökülen kelimeler, karşısındaki yaşlı adamı kızdırmış olacak ki kaşlarını çatmasına sebebiyet vermişti.
Beyaz kaşları ve sakalları ile somurtan tatlı bir adama benziyordu.
“Seni neden öğrencim olarak aldım inan bilmiyorum... Ahh... Tarstur, onu buldum sayılır. Pargaus Sıradağları’nda bir şeyler arıyordu sanırım? Torheum için bir şeyler... Mavi bir şey...”
Son cümlesini derken gözlerini kısarak asasını kaldırdı ve elması gösterdi.
Gizemli bir ses tonuyla sesini kısarak “Bunun gibi bir şey... Değerli ve içi enerjiyle dolu, büyük bir silah yapmak için yeterli bir enerji...” eğildi ve Greaz’e doğru fısıldadı.
Greaz gerilirken oturduğu yerden dikleşti ve kollarını birbirine doladı. Çeliğin çeliğe değerken çıkardığı ses odayı doldururken, odanın içine dolan mistik havayı dağıtarak yerle bir etti.
“Bu kadar endişeli olmamalısın usta... Üstüne asla bulunamayacak bir şeyi arayan bir grup şarlatan için. Kral senin buraya geldiğini bilmiyor sanırım, biliyor olsaydı yakana yapışır ve muhtemelen yanında ayırmazdı hm?”
Kalingrad’ın yüzü bir kere daha somurturken yavaşça arkasına yaslandı ve gözlerini kısarak camdan dışarı doğru baktı.
“Ağzından bir kelime çıkmazsa tabii, sevgili öğrencim... Hahaha... Şu günlerde kuzey fazlasıyla ısındı, benim de büyük bir güneş ortaya çıkarmamı kimse istemez tabii... Öyle, değil mi?”
İmalı bir şekilde gözlerini tekrar öğrencisine çeviren Kalingrad, alay edercesine gülümseyerek bakıyordu.
Greaz sırıtırken yerinden kalktı ve tekrar cama doğru ilerledi.
Güneş yeterince yükselmiş ve yağan kar yağışını ufakta olsa baskılamaya başlamıştı. Şehrin birçok
kesiminden yükselen duman ve ateş dinerek yavaşlamıştı.
“Biz konuşurken şehir arındırılmış sanırım usta... Torheum bu sefer fazlasıyla haddini aştı, yakında büyük bir savaş olması kaçınılmaz. Sınırlar arası uzaklık her ne kadar fazla olsa da, kralı az çok tanıdıysam yakında bir ordu kurmaya başlar”
Savaşmaya can atan tondaki sesini ustasından saklama gereksinimi duymamıştı bile.
Kalingrad büyük bir iç çekerek derince nefes aldı.
Gözleri gençlik ateşi ile yanıp tutuşan öğrencisine bakıyordu. Ağzını açıp, bir şey diyecek olsa da kapattı ve onun yerine başka bir şey dedi.
“Savaş Greaz, Savaş... Ama getirisinde bir şey alamayacaksın, hiçbir şey... Kuzeyde bir savaş... Atalarımızdan hiç ders alamadık, oysa ne çok ibretlik durumları vardı. Büyük ejderler ve devler, sayısız kuzey ırklarının orduları ve gölgelerde bekleyen ölüm yiyenler...”
Cümlesine devam etmeden önce durakladı ve tekrar nefes aldı. Greaz o sırada arkasını dönmüş ve ustasını dinlemeye başlamıştı.
“Şeytanlar, evladım şeytanlar... Kör olmuştuk, bir birimize olan nefretimizle... Yanıp tutuşuyorduk yok etme arzusuyla... Ders almalısın. Savaş kuzeye ganimet getirmez... Tek getireceği ödül yıkım olur”
Son kelimelerinde duraksadı ve sesi de kederli bir hava aldı. Yaşı, her ne kadar “büyük savaşı” görebilecek kadar fazla olmasa da, bugünün insanlarının aksine çok daha fazla şey görmüş gözlere sahipti.
Hafif griye çalan mavi gözleri kederle öğrencisine bakıyordu.
“Bir şey daha...” Yaşına göre abartılı bir hızla yerinden kalktı ve hızlı adımlarla yürüyerek derin duygularla boğuşan Greaz’ın yanına geldi.
Kendisi ile neredeyse aynı boyda olan öğrencisinin boynundan tutarken, kafasını eğmesini sağladı ve kulağına doğru yaklaştı.
Sertleşmiş ve korkuyla dolmuş sesi Greaz’ı kendisine getirmeye yetmişti bile.
“Kuzey evladım kuzey, korkunç bir varlık var artık... Kuzey... Artık güvenli değil. Artık vatanımız tehlikede, çok güçlü bir şey doğdu... Ve kuzeyin derinliklerinde... Bizi parçalamak için besleniyor... Ne olduğunu bul ve öğren, ne yapacağını öğren... Yok etmek bir şey kazandıramaz, hiçbir zaman kazandırmadı... Bul ve koru, o şey her neyse ışığın çıktığı yerde”
Uzunca bir süre duraksadı ve kelimeleri söylerken hareketlenen dudakları titreyerek sarsılıyordu.
Korkuyla dolan sesi titrek bir şekilde çıkmıştı.
“Hjuras... Hjuras sıradağları... Bu ismi anmak istemezsin Greaz, asla istemezsin. Olabildiğince az söyle ya da hiç ağzını açma... Bu dediklerimi asla unutma!” Hızla öğrencisinin ensesini bırakarak geriye çekilen Kalingrad korkmuş gözleri ile Greaz’e baktı.
Ustasının ciddiyetini ve davranışlarını gören Greaz tedirgin sesi ile “Endişelenme usta, bulacağım ve sana getireceğim... Bu kadar korkmanı gerektiren şey ne bilmiyorum ama sana onu getireceğim!” ustasına yanıt verdi.
Kalingrad kafasını onaylayan bir şekilde sallarken, asasını kaldırdı ve yere bir defa vurdu.
Vücudu beyaz bir sise dönüşürken, mavi bir parıltı ile açık camdan dışarı hızla çıkarak gökyüzüne karıştı.
Greaz ise, sinirli gözler ile ustasının arkasından gökyüzüne doğru bakıyordu.
“Sana bu korkuyu kim ve nasıl aşıladı bilmiyorum ama... Korktuğun şeyi dize getireceğim, en azından senin için bu kadarını yapabilmeliyim...”
Büyük ve çift elli kılıcı; kılıfında asılı bir şekilde, kapının yanında duruyordu.
Beyaz bir kılıfa sarılmış halde, üzerine desenlerle rünler kazınmış ve büyülü olduğunu haykıran parıltısıyla ışıldıyordu.
Greaz kapıdan geçip giderken kılıcı da alarak, hızla merdivenlerden aşağı doğru inerek kuleyi terk etti.
Odanın içinde gezen mistik hava ise henüz dağılmamış ve yavaşça kol geziyordu.
Şehirden yükselen dumanların sayısı artarken yangınlar söndürülüyordu. Askerler sokaklarda ve limanda yerde yatan onlarca cansız cesedi, atların arkasına bağlanmış tekerlekli taşıma araçlarına atıyorlardı.
Yakılma yerlerine götürülen yüzlerce, birbirine karışmış ceset kokusu, bir daha unutulmayacak bir şekilde tarih kitaplarının arasına girecekti.
Bu kara sayfalar, o ölüm kokan kitapta “Fellam Krallığı’nın Arındırılması” olarak tarihe geçecekti...
...
------------------------------------------------------------
Bu Bölüm Toplam 1900+ Kelimeden Oluşmaktadır.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..