-GAVAT SADO’ya bir kez daha ithaf ediyorum-
Sık ağaçlarla dolu bir ormanın içinde beyaz renkli devasa bir kurt oldukça hızlı bir şekilde koşuyordu. Etrafa görkemli bir aura yayan bu saf beyaz kurt önüne çıkan canavarlara gümüş renkteki sol gözünü dikerek onlara korku saçıyordu.
Bu sırada onun sırtında oturan Paul bile onun hızı yüzünden şaşırmıştı. Birkaç gündür ikisi beraber ormanda ilerliyorlardı ve bu gezi ona epey kazanç sağlamıştı.
Bu ormandaki mana oldukça düşük olsa da içlerinde mana değil de şifalı öz barındıran simya bitkileri hâlâ burada yetişiyordu ve kurdun muhteşem bir koku alma yetisi vardı. Şifalı bitkileri uzaktan da olsa koklayabiliyor ve Paul’ü onlara götürüyordu.
Aynı zamanda Paul’ün aksine o acıktığı için arada canavar avlıyordu ve yemediği kısımları da Paul alıyordu. Canavarların eti diğer malzemelerinden çok daha ucuz olduğundan gerçekten kazançlıydı.
Yaklaşık beş günlük yolculuk boyunca Paul yalnızca ışığın yasasına çalışmıştı. Yasa hakkındaki kavrayışı henüz büyük kavrayış seviyesine ulaşmasa da kullanış şekli iyice güçlenmişti.
O küçük kavrayışa ulaştığından, kılıç enerjisi ve niyeti artık içinde bir miktar yasa enerjisi barındırıyordu. Bu yasa enerjisi onun saldırılarının eskisinden de hızlı ve keskin olmasını sağlıyordu ve Paul için muhteşem bir destekti.
Paul Zara’ya geldiğinden beri hiç büyü çalışamamış olsa da Gökyıldırım Adası’na vardığında orada gelişebileceğini düşünüyordu. Bu nedenle o anda savaşçı ve ruh eğitimine devam etmeye karar vermişti.
Bu nedenle kendine birkaç hedef belirlemişti. Işığın yasasında tam kavrayışa ulaşmak ve Gökyıldırım Adası’na ulaşmak bunlardan ikisiydi. Sonuncusu ise kurdu ve efendisini birleştirip kendi saflarına katmaktı.
Paul ilk başta ustasının bu önerisine karşı çıkmış olsa da kurtla geçirdiği beş günde aslında onun epey işe yaradığını fark etmişti. Kurt hızlıydı, güçlüydü ve en önemlisi de oldukça sadık ve saygılıydı.
Paul birkaç kez ondan efendisini anlatmasını istemiş ve kurt da efendisini öve öve anlatmıştı. Öyle ki Paul bir prensin bile böyle övülebileceğini düşünmüyordu.
Saygısı ise Paul’ün aurasını hissettiği andan sonra olan tutumundan belli oluyordu. Normalde canavarlar yalnızca belirli arzular için savaşırlarken o Paul’ün soyunu ve gücünü hissetmişti. Bunun üzerine ona güçlü birisine gösterilmesi gereken saygıyı göstermişti.
Öyle ki, Paul ona kaç kez söylemesine rağmen hâlâ onu ‘Yüce Olan’ olarak çağırıyordu ve bunu kesecekmiş gibi durmuyordu. Paul meditasyon yaparken bazen ara verdiğinde kurdun ona bakan gözlerinde tapınma ifadeleri olduğunu görmüştü.
Paul bu durumdan biraz rahatsız olsa da Spadia ufak bir kahkaha atmıştı.
“Eğer sana tapmak istiyorsa bırak sana tapsın! Bir kişinin tapındığı şey güçlü olduğu sürece onlar da ona layık olmaya uğraşacaklardır!”
Onun bu sözlerinden sonra Paul kurtla uğraşmayı kesmişti. Ancak meditasyon yaparken daha fazla ara verip ona uyarmaya başlamıştı.
Paul kurdun aslında Veuria’dan olmadığını da öğrenmişti. Görünüşe göre kurt çöl ülkesi olarak bilinen Keln’den geliyordu ve o zamanlar yakalanmasının nedeni de türünün Keln’in alan türü ile karşıt olmasıydı. Bir Sonsuz Tipi Kurdu buz tipi bir canavardı ve bir çöl onun doğal düşmanı sayılabilirdi
Bu beş günde, ikisi tek bir yere ilerliyorlardı: Veuria Krallığı’nın başkentine.
Görünüşe göre kurt astları sayesinde birçok şeyi öğrenebilmişti. Bu nedenle normalde sorun çıkarmamak için uzak durduğu bu insan başkentinin yerini iyi biliyordu.
Veuria’nın başkenti olan Platin Kılıç Şehri birçok savaşçının kaldığı yer ve Gökyıldırım Adası’na gidecek kişilerin seçileceği yerdi. Kraliyet Sarayı da orada bulunuyordu.
Kurdun hızı sayesinde o anda Paul başkente oldukça yakındı. Başkent ormana oldukça yakın olduğundan kurtla beraber orman sınırına kadar ilerleyebilirdi.
Geri kalanında tek başına hareket etmek zorundaydı. A seviyeli bir Sonsuz Tipi Kurdunu şehirde yanında dolaştırması ona epey sıkıntı çıkarabilirdi.
Kurdun sırtında ormanın sınırına kadar ilerledikten sonra kurt ilerlemeyi kesti. Paul yavaşça aşağıya inerken yakındaki şehir duvarlarını fark etmişti.
Yaklaşık 15-30 metreli şehir duvarları temiz görünüyorlardı ve garip bir ışıltıyla kaplılardı. Duvarların tepesinde ve kapılarda bekleyen gümüş zırhı askerlerden etrafa savaşçı auraları yayılıyordu.
Bu şehrin başkent olduğu yalnızca bir bakışla belli oluyordu. Valheia’nın başkenti kadar gelişmiş olmasa da Veuria yalnızca bir krallık olduğundan -Valheia bir İmparatorluk’tu- ve bu dünyada büyü var olmadığından oldukça iyiydi.
Şehre doğru ilerlemeden önce kurda döndü ve Antik Ejder Dili’nde fısıldadı.
“Ormanın derinlerinde kal ve kendine yeni bir birlik kur. Bu birliği güçlendirebildiğin kadar güçlendir ancak kendi gelişimini kesmeyi de unutma. Başkentteki işim bittiğinde seni bulmaya geleceğim.”
Kurt başını bir kez salladıktan sonra hemen ormana daldı. Paul’ün sözünü tutmayacağını düşünmüyordu. Ona epey saygı duyuyordu ve dediklerini yapmak bir onurdu.
Ancak tam iyice uzaklaşırken Paul ona doğru bir şey fırlattı. Kurt önüne düşen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken Paul çoktan başkentin kapılarına ilerlemeye başlamıştı.
Kurt önündeki şeyi incelemeye devam etti. Bu bitki, açık mavi renkli bir kavuna benziyordu. Etrafına soğuk bir hava yayıyordu.
“Buzul Öz Meyvesi!”
Kurdun gözleri şaşkınlıkla açıldı. Mananın çok az olduğu bu dünyada içlerinde mana barındıran bitkiler oldukça nadirdi ve onlar da yalnızca bir miktar mana barındırırlardı. Ayrıca mana eksikliğinden fazla gelişmez ve yiyen kişiyi geliştirseler bile bir yan etki yaratırlardı.
Paul’ün verdiği Buzul Öz Meyvesi ise tamamen buz manasıyla doluydu ve oldukça canlıydı. Ayrıca direkt olarak yense bile bir yan etki yaratmayacak bir enerjiye sahipti.
Kurt bir süre meyveye baktıktan sonra ağzını açtı ve meyveyi ağzında tutarken Paul’ün az önce uzaklaştığı tarafa döndü. Başını hafifçe ancak oldukça saygılı bir şekilde eğdi.
Paul’e içten bir saygı ve sadakat besliyordu.
Bu sırada Paul neredeyse şehir kapılarına varmıştı. Şehre yaklaşırken kapılardaki askerler yerine duvarı saran garip parıltıyı inceliyordu.
Bu parıltı ona garip bir his veriyordu. Daha önce bu hissi hissetmişti. Ancak tam olarak aynısını değil…
“Yasalar…”
Duvarı saran şey yasa enerjisiydi. Hangi yasanın enerjisi olduğunu bilmese de bundan emindi.
Bu sırada girişe varmıştı. Bir asker hafifçe ileri çıktı ve Paul’ün vücudunu incelemek için ellerini uzattı.
Paul adamın üzerini incelemesine izin verirken kollarını da kaldırmıştı. Grim ve Wulian’ı Yaradan Yetiştirme Zindanı’na göndermişti. İkisi ilk başta buna karşı çıksalar da en sonunda Paul’ün sözünü dinlemişlerdi.
Yaradan Yetiştirme Zindanı’na Paul ile bir ruh bağlantısına sahip olan kişiler girebiliyordu. Ustası onun ruhuna tam olarak bağlıyken Grim ve Wulian da kan anlaşması ile bağlılardı. Bu nedenle onlar da zindana girebiliyorlardı.
Asker Paul’ün üstünü aramayı bitirdikten sonra sert bir sesle konuştu.
“Şehre giriş için bir gümüş gerekiyor.”
Paul elini yavaşça paltosunun içine attıktan sonra bir altın parayı boyutundan çıkardı. Altın parayı asker uzattığında asker parayı aldı ve dokuz gümüş parayı geri verirken konuştu.
“Gece olduğunda şehirde dolaşmamanız iyi olacaktır. Şehir güvenliği sizi yakalarsa en az bir gün boyunca serbest bırakmayacaktır.”
Paul başını hafifçe salladıktan sonra şehrin içine ilerlemeye devam etti. Kapıyı tam olarak geçtiğinde şehrin içine bir bakış attı.
Bu şehrin ilk girdiğinden oldukça farklı olduğunu fark edebilmişti. Gerçekten de başkent olmanın hakkını veriyordu.
Henüz şehrin girişinde olmasına rağmen birkaç gelişimci görmüştü. Etrafına savaşçı aurası yayan bu gençlerin ilk girdiği şehirde görünmesi imkansız gibi bir şeydi.
O hızlı sayılabilecek bir şekilde yürürken etrafındaki insan topluluğu ve evler yavaş yavaş değişiyordu. Şehrin merkezine ilerledikçe insanların giydiği elbiseler gittikçe iyileşmiş, etraftaki evler ve dükkanlar lüksleşmişti.
Yoldaki birçok kişi bellerinde veya sırtlarında kılıçlar taşıyordu. Bazıları etrafına hafif bir ruh enerjisi veya savaşçı aurası yayıyordu.
Paul görkemli kıyafetlerin içindeki insanların yanı sıra kendisi gibi saklanan insanlar da görmüştü. Bu insanların çoğunun seçimi onun gibi siyahtı ancak onlar kendisi kadar ileriye gitmemişlerdi.
Onlar yalnızca siyah bir pelerin giymiş ve siyah bir peçeyle yüzlerinin yarısını kapatmışlardı. Paul ise derisini herhangi bir şekilde göstermiyordu.
Paul bir süre etrafı inceledikten sonra çevredeki en göz çekici yere gözlerini dikti. Gümüş renkli zırhlarının içindeki Usta seviyeli savaşçılar tarafından kapısı korunan bu yer beyaz renkli duvarlara sahip birkaç binadan oluşuyordu. Binaların çatıları Paul’ün ne olduğunu bilmediği mavi bir materyalden yapılmıştı.
En ortadaki bina kubbe şeklinde bir çatıya sahipti ve kubbenin ortasından büyük, gümüş renkli bir bayrak direğine asılmış ve üzerine gümüş renkli bir aslan başı resmedilmiş mavi bir flama vardı. Bu, Veuria Krallığı’nın bayrağıydı.
Paul flamayı ve bölgeyi bir süre inceledikten sonra bu bölgenin kraliyet sarayı olduğunu fark etmişti. Kraliyet sarayının yapısı biraz farklı olsa da yine de oldukça güzel inşa edilmişti ve oldukça iyi savunuluyordu.
Elbette, henüz kraliyet sarayı ile bir işi yoktu. O anda ilk hedefi Gökyıldırım Adası’na gönderilecek kişilerin arasına katılmaktı ve bunun hakkında bilgi toplamalıydı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..