Paul beyaz saçlı adamın yerde yüzüstü yatan vücuduna bir kez daha baktıktan sonra mağaranın hafifçe sallandığını hissetmişti. Gözlerini en çok sarsılan bölgeye çevirdiğinde alandan dışarıya çıkan bir kapının duvarda belirdiğini görmüştü.
Onun bakışları kapıya dönse bile Simon ve Semia hâlâ ona bakıyorlardı. İkisi de az önceki muhteşem savaşın etkilerini kolay kolay kafalarından atamıyorlardı.
Paul bunu fark etmişti. Aynı zamanda Semia’nın arada beyaz saçlı adamın vücuduna bakışlar attığını da görebiliyordu.
Hafifçe iç çekerken içinden Spadia ile konuştu. Spadia onun ne yapmak istediğini anladığında hafifçe gülümsedi ve sesini ikiliye gönderdi.
“Gidin. Saraydan ayrıldığımızda sizleri tekrar bulacağım. O zaman geldiğinde bana olan borcunuzu ödeseniz iyi olur.”
İkili bu sözleri duyduklarında derin bir nefes almışlardı. Semia ise tüm cesaretini toplamış ve titreyen sesiyle konuşmuştu.
“K-Kıdemli… Babam…”
“Öldü.”
Zihninde yankılanan kesin sesi duyan Semia bir anlığına zihnini üzüntüye bıraksa da kendini anında toplamıştı. Az önce babasıyla dövüşse de onu öldürmeyi hiç istememişti ancak o öldüğünde de o kadar fazla şey hissetmediğini fark etmişti.
Zaten çocukluğundan beri onunla hiçbir ilgisi yoktu. Bu nedenle üzüntüsü yalnızca bir anlık olmuştu.
Simon Paul’e bakarken derin bir nefes almış ve sormuştu.
“Pa- Hayır, Kıdemli. Daha önce bana saraydayken hayatta kalmam gerektiğini söylemiştiniz. Bunun nedenini öğrenebilir miyim?”
Sesi düzgün olsa da vücudu bariz bir şekilde titreyen genç adama bakan Paul bir süre düşünmüş ve Spadia’nın konuşmasını istemişti.
“Beyaz bir köpek bana yardım etti diyelim. Ben de ona yardım etmek için istediği kişiyi buluyorum.”
Simon sözleri ilk başta anlayamasa da sonradan birden gözleri sonuna kadar açıldı. Titreyen gözleriyle Paul’e bakarken konuştu.
“O… O-“
“Saraydan ayrıldığımızda seni ona götüreceğim. Ancak şimdi gitmelisiniz.”
Paul beyaz saçlı adamın olduğu tarafa dönerken Spadia’nın sesi ikilinin zihinlerinde yankılandı.
“Önce onu gömeceğim. Güçlü bir düşmana saygı göstermem lazım.”
Paul’ün bu sözleriyle ona duydukları saygıları yükselen ikili Paul adamın vücuduna ilerlerken çoktan odanın çıkışına ilerlemeye başlamışlardı. Onlar kapıyı açıp diğer odaya geçtiklerinde kapı da arkalarından yok oldu.
Kapıyı yok olma anına kadar izleyen Paul en sonunda derince nefes verdi.
“Sonunda…”
Beyaz saçlı adamın başının yanına eğilen Paul Antik Ejder Dilinde konuştu.
“Artık uyanmaya ne dersin? Öyle bir saldırının seni öldürmeyeceğini biliyorum.”
Bu sözleriyle birlikte beyaz saçlı adamın vücudu sert bir şekilde titremişti. Bu şekilde adamın hâlâ yaşadığını ancak hareket edemediğini fark eden Paul hafifçe gülümserken adamın vücudunu döndürdü ve yüzünü yukarıya çevirdi.
Adamın yüzü yukarıya çevrildiği anda parlak mavi gözlerini Paul’e dikmişti. Başkalarının içine kolayca işleyebilecek öldürme isteğini hissedebilen Paul alayla gülerken konuşmaya başladı.
“Eee? Beni kurban etme olayına ne oldu?”
O alaycı bir gülümsemeyle bunları söylerken beyaz saçlı adamın yaydığı öldürme arzusu iyice artıyordu. Ancak herhangi bir şey yapamıyordu.
Cehennem alevleri dışarıdan bakıldığında göğsünde ufak bir delik bırakmış olsa da aslında iç organlarının çoğunu yakmış ve kemiklerinin bazılarını da eritmişti. O anda yapacağı herhangi bir hareket durumunun daha da ölümcül bir hâle gelmesine neden olurdu.
Beyaz saçlı adamın öfkesini ve öldürme arzusunu iyice hisseden Paul nedense bundan keyif alırmışçasına gülümsemesini büyütüyordu. En sonunda, derin bir şekilde iç çekti ve konuştu.
“Neyse, seni neden direkt olarak öldürmediğimi merak ediyorsun değil mi?”
Bu soruyla beraber beyaz saçlı adamın öldürme arzusu biraz çekilmişti. Aslında bunu gerçekten de merak ediyordu.
Paul ufak bir alev parçasıyla vücudunu böyle bir hâle getirebiliyorsa onu öldürmesi oldukça kolay olmalıydı. O halde neden onu öldürmek yerine yalnızca ağır yaralamıştı?
Adamın ilgisini çektiğini fark eden Paul iyice gülümserken onun boynunu kavradı. Adamı hızla havaya kaldırırken adamın ağzından akan birkaç damla kan eldivenine gelse de umursamamıştı.
Adamı sol eliyle tamamen kaldırırken sağ elindeki eldiveni hafifçe ısırarak çıkardı. Eldiveni Grim’in yanına koyduktan sonra parmağını hafifçe ısırdı ve kanının akmasına izin verdi.
Bu sırada beyaz saçlı adam Paul’ün ne yapacağını anlamış ve birden çırpınmaya başlamıştı. Kendine ne kadar zarar verdiğini artık umursamıyordu. Hatta eğer yapabilirse ölmeyi planlıyordu.
O sırada vücudunun zayıflığı yüzünden manayla olan iletişimi kesilmeseydi kesinlikle çekirdeğini parçalayarak ölmeyi tercih ederdi.
Paul adamın çırpınmalarını görmezden gelerek yere bir damla kanını damlatırken Antik Ejder Dilinde mırıldandı.
“Göksel saraya mühürlenmiş kötücül varlık, gel, sana olan kurbanımı kabul et ve bana katıl. Ben de sana daha fazla et ve kan bulayım.”
Adamın az önceki tapınan konuşmasının aksine Paul’ün konuşması daha eşit biriyle konuşurmuş gibiydi. Paul adamın sözlerinin özellikle söylenmesi gerektiğini düşünmüyordu.
Aslında düşüncesi oldukça doğruydu. Kan damlası buzul zemine düştüğü anda mağara bir kez daha kan kızılı bir renge bürünmüştü. Yerden kan renginde yuvarlak bir sunak yükselirken sunağın üzerindeki anka başı şeklindeki işaret parlak kırmızı bir şekilde parlıyordu.
Gözleri sunağın üzerine düşen adam bir anda ruhunun vücudundan çekildiğini hissetmişti. Kendisi elbette bu sunağın özelliklerini biliyordu.
Sunağı çağıran kişinin kan soyu hangi türe veya ırka ait ise onu gösteren bir simge sunağın üzerinde belirirdi. Anka işaretinin belirmesi…
O anda karşısındaki kişinin fiziksel gücünün ve alevlerinin gücünün nasıl bu kadar yüksek olduğunu anlayabilmişti. Bir anka kuşu, normal canavarları sıralayan seviyeleri aşabilen bir varlıktı. Yalnızca bir kez kan evrimini yaşadıklarında kolayca tanrısal canavarlar olarak bilinebilirlerdi!
Yalnızca bu da değildi. Bazı ankalar doğdukları andan itibaren tanrısal canavarlar olarak bilinirlerdi. Bu türler evrim geçirdiklerinde tanrısal seviyeyi bile aşan bir varlığa dönüşürlerdi.
Beyaz saçlı adam bu seviyeyi aşmayı geç tanrısal seviyeyi bile hayal edemiyordu. Onu boynundan kavrayan kişinin tanrısal seviye bir canavar olabilme potansiyelini düşündüğünde kaybetmesi o kadar da şaşırtıcı gelmiyordu.
Bu sırada Paul beyaz saçlı adamın vücudunu sunağa yerleştirmiş ve beklemeye başlamıştı. O anda hissettiği varlığın gittikçe yaklaştığını hissedebiliyordu.
O anda, tüm mağara iyice sarsılmaya başlamıştı. Buzul taban ve sütunlar yavaş yavaş çatlamaya başlarlarken çataklardan sızan kan damlaları hızla sunağa ilerliyorlardı.
Çatlaklar iyice büyürken sunağa ilerleyen kanın miktarı iyice artmıştı. Bu sahneyi izleyen Paul zeminin yavaş yavaş kızıl rengini kaybettiğini fark etmişti.
Tüm kan damlaları sunağa ulaştığında sunağın üzerinde beyaz saçlı adamın vücudunu içine alan kandan bir sütun oluşmuştu. O sırada buzul mağara yeniden buz mavisi renge bürünmüştü.
Kan rengi sütuna bakan Paul bu şeyin beyaz saçlı adamın bahsettiği şeytan olduğunu biliyordu. O sırada Spadia konuşmaya başlamıştı.
“Velet, dikkatli olsan iyi olur. Bu şeyin ne olduğunu bilmesem de ruhunun çok karmaşık olduğunu hissedebiliyorum. En ufak bir tehdit karşısında saldıracaktır.”
Paul Spadia’nın sözlerini dinledikten sonra derin bir nefes almış ve kan rengi sütuna yeniden dönmüştü. Bu sırada, mavi renkli ufak bir küre bir anda sütundan dışarıya fırlamıştı.
Küreyi havada yakalayan Paul bunun beyaz saçlı adamın çekirdeği olduğunu biliyordu. Bir süre çekirdeği inceledikten sonra onu boyutuna yerleştirdi. O sırada beyaz saçlı adamın vücudunu tamamen yemeyi bitirmiş olan şeytan kendi şeklini almaya başlamıştı.
Şeytan kendi şekline döndüğünde Paul onu iyice incelemişti. Tamamen kan renginde olan ve sıvımsı bir yapıya sahip olan şeytan yaklaşık 2 metre boyundaydı. Bacakları yoktu ve havada süzülüyordu. İki uzun kolu, keskin pençeleri vardı.
Yüzünde burun veya göz bulunmuyordu. Yalnızca büyük bir ağıza ve oldukça keskin görünen kan kızılı dişlere sahipti.
Şeytana parlayan gözleriyle bakan Paul şeytanın içinde gitgide artan manayı hissedebiliyordu. Bu mana beyaz saçlı adamın etinden, kanından ve kemiklerinden geliyordu.
Bu şeytanı ele geçirirse kazanabileceği şeyleri düşünen Paul yavaşça iç çekti. Biraz geç fark etmişti ancak bir canavar çekirdeği ile insan mana çekirdeği oldukça benzerdi. Yani öldürdüğü büyücülerin mana çekirdeklerindeki enerjiyi de emebilirdi.
Bunun yanında bir de onların vücutlarını manaya dönüştürebilirse düşmanları kendisi için canlı gelişim haplarına dönüşürlerdi. Bu düşünce zihninde beliren Paul soğuk bir şekilde gülümserken hâlâ iyileştirmediği parmağını yavaşça ileriye uzattı.
Bir süre Paul’e doğru dönüp başını garip bir şekilde sallayan şeytan en sonunda Paul’ün kanının bir damlası daha aktığında harekete geçmişti. Bir anda Paul’ün parmağındaki yaraya atılan şeytan tamamen kan formuna bürünmüş ve onun kan akışına katılmıştı.
Şeytanın o sırada beyaz adamın vücudundan oluşturduğu enerjiyi kendi çekirdeğine, daha doğrusu önce kara yıldıza ve oradan da çekirdeğine aktardığını gören Paul hafifçe gülümsedi. Parmağındaki yarayı iyileştirdikten sonra eldivenini yeniden takan Paul maskesini bir kez daha başına geçirdi.
Şeytanın Paul’ün vücuduna girişiyle açılan parlak sarı kapıya dönen Paul sert adımlarla kapıya ilerlemeye başladı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..