“Hm?”
O anda, İmparator ve Teigu dışında tüm öğrenciler ve kıdemliler ruh güçlerini merkeze aktarırlarken Anka Kuşu formundaki Paul’ün gözleri hafifçe açılmıştı. İlk seferin aksine bu sefer biraz da olsa bilinci yerindeydi ve bu sayede düşmanını seçebilmişti zaten.
Paul öğrencilerin aktardığı ruh gücünün artışıyla birlikte Ocağın merkezinden yükselen bir aura hissedebiliyordu. Bu aura kendi aurasıyla epey karşıttı ve daha önce Bin Miras Mezarında öldürdüğü kızla aynı hissi az da olsa yaşayabiliyordu.
Ama bu auranın epey zayıf olduğunu biliyordu. O anda gücü İmparator seviyesini bile aşıyordu ve hâlâ birkaç dakikası vardı. Bu yüzden karşı taraf o kadar güçlü olmayabilirdi. Ancak bir kez eski gücüne döndüğünde Cüce İmparator’la dövüşmek bile onun için bir sıkıntı olacaktı. Bu nedenle bekleyip göremeyeceğinin farkındaydı.
“Scree!!!”
Gagasını sonuna kadar açıp öfkeli bir çığlık attıktan sonra birden kanatlarını çırptı. Kanatları çırpıldığında arkasında oluşmuş kızıl sis bulutları binlerce mızrağa dönüşmüş ve bu mızrakların hepsi kan kızılı alevlerle kaplanmışlardı.
Bir kez daha kanatlarını çırptığında ise binlerce mızrak ileriye doğru fırlamış ve hedeflerini bulup önce parçalamış, sonra yakarak yok etmişlerdi. Aynı anda, Cüce İmparator öfkeyle gökyüzüne haykırıyordu.
“Neden!? Neden bize saldırıyorsun!? Gök Alevi Ocağım böyle bir kaderi yaşamak için ne yaptı!?”
Artık kurtulamayacağını anlayan Cüce İmparator umutsuzluğa gömülmüştü ve Teigu da onun yanında yere oturmuştu. Başından beri hareket yapmak için bir şansı bile olmayan Teigu’nun yüzü kararmıştı ve umudun herhangi bir kırıntısı görülemiyordu.
“Heh…”
Paul içinden hafifçe gülerken yakındaki bölgeleri inceledi. Herhangi bir hayat enerjisi sezemiyordu. O anda hayatta kalan kişiler yalnızca Cüce İmparator ve yanındaki beyaz saçlı adamdı. Paul bu adamı Basil’in anılarından hatırlasa da ismini bilmiyordu. Çünkü Basil de hiç öğrenmemişti.
“Suçunu merak mı ediyorsun?”
Anka Kuşunun açılan gagasından bu genç insan sesi çıktığında kalan ikili tamamen şok olmuşlardı. Gözleri sonuna kadar açılırken ikisi de 500 metrelik devasa vücudun tamamen kızıl bir sise dönüşmesini ve sonrasında bir insan şeklini almasını izlemişlerdi.
“Tak. Tak. Tak.”
Bir omzunda bir kedi, diğer omzunda ise bir serçe taşıyan genç adam onların olduğu yere yaklaşırken ölümcül bir aura Cüce İmparator ve Teigu’nun üzerine binmişti. Aynı anda, insan formuna geçen Paul burada yalnız olmadıklarının farkındaydı.
Gök Alevi Ocağı diğer kıtalardan okullar ve tarikatlarla bağlantılıydı. Büyük ihtimalle bunun için onlara yardım etmek isteyen kişiler gelmiş ancak Paul’ün aurası yüzünden vazgeçmişlerdi.
Bu kadar izleyici olduğuna göre düşmanlarının hayatını alırken bir yandan da başka bir kazanç elde edebilirdi.
“Cüce İmparator, izin ver sana suçunu açıklayayım…”
Paul gür bir sesle konuşurken bir yandan da elinde ufak bir kesik açılmış ve Pisboğaz birden yanında belirmişti. Tamamen kan renginde oluşan bu şeytani figür bir anlığına ikiliyi korkuttuktan sonra oradan ayrılmış ve dağdaki cesetleri birer birer yemeye başlamıştı.
Bu manzara dışarıdaki izleyiciler için çok daha korkutucuydu.
“Senin suçun, bu Yüce’nin tek öğrencisini hedeflemen ve onun ailesine eziyet çektirmendi. Senin suçun, benim Kan Kızılı Saray’ımı tehdit etmendi. Bu nedenle, sana gerekli cezayı vereceğim.”
Bu konuşma yalnızca birkaç saniye alsa da bu sürede Pisboğaz tüm cesetleri yiyip bitirmeyi başarmış ve Paul’e geri dönmüştü. Paul’ün vücudu hızla yükselmeye başlarken siyah saçları dalgalanıyordu. İnsan formuna geçerken kızıla dönüşmüş saçlarını siyaha döndürmeyi unutmamıştı.
“Senin cezan, ölüm.”
“Anka Kuşunun alevlerinde ölerek can ver.”
O anda, Paul mavi renkli kılıcı Teigu’dan kendisine çekip boyutuna atmış ve aşağıya tek bir parmağının ucuyla bir alev bırakmıştı. Ancak bu minik alev asıl hâline hiç de minik değildi. Bu alev topu oldukça yoğunlaşmış Cehennem Aleviydi.
Bu ‘oldukça yoğunlaşmış’ sıfatı ise normalde tüm Tetra Mana Dağı’nı kaplayabilecek bir alevin ufak bir noktaya yoğunlaştırılmış hâlini temsil ediyordu!
“Aaahh!!!”
“Y-Yakıyor!!!”
Cüce İmparator ve Teigu’nun acılı çığlıkları aşağıdan yankılanırken Paul onların yavaş yavaş ölüşünü izlemişti. Az önce bıraktığı alev parçacığı tüm Tetra Mana Dağı’nı yakmaya başladığından büyük ihtimalle birçok canavarı da öldürmüştü ancak o anda bu önemli değildi. Yaptıklarının bir örnek olarak çalışması yeterliydi.
Elini uzatıp boyutundan haç şeklindeki gümüş kılıcı çıkardıktan sonra bölgedeki tüm ruhları kılıca çekip hapseden Paul evrim üst noktasının etkisinin yavaşça solmaya başladığını hissedebiliyordu. Bu nedenle kılıcı bir kez daha boyutuna attıktan sonra soğukça gülümsedi ve gökyüzüne bakarken ruh gücünü eklediği sesiyle konuşmaya başladı.
“Gölgelerden izleyen her bir küçük ve büyük uzman, sizlere sesleniyorum. Ben, Kan Kızılı Saray’ın Saray Lideri, Paul Veussia.”
“Bugün Gök Alevi Ocağı’na olanlar benim Kan Kızılı Saray’ıma karışanların yaşayacağı şeylerin bir örneğiydi. Umarım bundan bir şeyler öğrenebilmişsinizdir.”
“Sizleri tehdit ettiğimi düşünenleriniz varsa her zaman beni bulabilirsiniz. Ölümün Üç Basamağında sizleri ölümünüze göndermek için bekliyor olacağım. Hahaha…”
Paul’ün sözleri kibirli olsalar da gizlenen uzmanlar yalnızca dişlerini sıkıp ayrılmışlardı. Paul az önce Lord seviyeli iki uzmanı öldürmüştü ve aralarından hiçbiri öyle birisine karşı çıkacak kadar aptal değillerdi.
Neredeyse tamamen yanmış Tetra Mana Dağı’nın üzerine inen Paul etrafa bakındıktan sonra boyutunu açmış ve etrafta bulduğu her bir hazineyi boyutuna atmıştı. Hazinelerin çoğu saldırıları ve az önce yaktığı alev yüzünden hasarlı veya tamamen erimiş olsalar da yine de materyal olarak işe yarayabilirlerdi.
Sonra, Ocağın materyal odasına girmiş ve ağzına kadar dolu devasa depoyu tamamen boşaltmıştı. Binlerce yıllık metaller ve bitkiler tamamen boyutuna doldurulmuştu ve deponun içine yerleştirilmesine rağmen ne olduğu bilinmeyen şeyler bile onun tarafından alınmıştı. Aralarında ilgisini çeken şeyler vardı.
Sonrasında ise, Ocağın merkezine doğru inmişti. Az önce sinirlerini bozan aura hâlâ bu yerden yayılıyordu ve o şeyi görmeden buradan ayrılmayacaktı.
Merkez oda gri bir taştan yapılmış ve gümüş işlemelerle süslenmiş devasa, daire şeklindeki bir odaydı. Tam ortada daire şeklinde bir yükselti vardı ve bu yükseltiye altın işlemelere sahip beyaz saplı bir mızrak saplanmıştı. Bu mızrağın üzerindeki altın işlemeler bir anka kuşunu andırıyordu.
Paul mızrağa yaklaştıkça kalp atışının hızlandığını hissedebiliyordu. Aynı zamanda, mızrağın içindeki ruh da öfkeli bir şekilde mızrağın titremesini sağlıyordu. Paul ruhun neden böyle olduğundan emin değildi.
Ancak bir süre daha yaklaştığında, ruhun ona küçümseyen gözleriyle baktığını fark etmişti. Bu mızraktaki ruh anormal bir şekilde gururluydu ve onun için kurulmuş bu odaya herhangi birisinin girmesini sevmiyordu. Paul’ün Aziz seviyesindeki gelişimini garip bir şekilde görebiliyordu ve onu küçümsüyor gibiydi.
“Sinirimi bozuyorsun.”
Paul konuştuğu anda elini kaldırmış ve Bin Şeytan Kılıcı’nı çağırmıştı. Sonrasında, mızraktaki ruh bir hareket yapamadan önce kılıcı savurmuş ve mızrağı ikiye bölmüştü.
“Hey! O iyi bir mızrağa benziyordu!”
“İçine mühürledikleri şey hiç iyi bir şeye benzemiyordu ama.”
Paul Spadia’ya rahatça cevap verdikten sonra mızrağın kırık parçalarını almış ve boyutuna atmıştı. Zaten iki iyi kılıca sahipti ve yakınlarında mızrak kullanan birine sahip değildi. Hem sahip olsa bile bu şeyi onlara vermezdi. Yalnızca bir silah olmasına rağmen bu kadar kibirli olan bir varlık yalnızca sinirini bozmakla kalmıyor, onu iğrendiriyordu.
“Buradan hemen ayrılmam gerekmiyor. Henüz zamanım var. Yaşlı adam, Gece İmparatoriçesi’nin ruhunu dışarıya çıkar.”
Paul mavi bıçaklı kılıcı dışarıya çıkarıp yere otururken Grim ve Wulian omuzlarından inmişlerdi. Paul Kutsal Karanlık Düzen Çemberi’ni kılıcın üzerine yerleştirdiği anda Spadia Gece İmparatoriçesi Aries’in ruhunu dışarıya salmıştı.
Ruh hafif hareketlerle çembere ilerlerken Paul ruhu yavaş yavaş kılıçla birleştirmeye başlamıştı. Aynı anda, istemese de kendi ailesiyle sahip olduğu anılar aklında belirmeye başlamıştı. Bunun üzerine yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti.
Eski zamanlarda, belki de Abyss’e düştüğü zamandan biraz daha öncesinde onlarla yaşadığı zamanları hatırlayabiliyordu. O zamanlar güce sahip olmasa da mutluydu. Şimdi ise…
Yanında oturan Grim ve Wulian’a baktı. Aynı zamanda, Sarayda onu bekleyen öğrencisi aklında belirmişti. Görünüşe göre o anki yaşamı da hiç kötü sayılmazdı.
Gece İmparatoriçesi’nin ruhu kılıçla tamamen birleştiği anda Paul Gün İmparatoru’nun ruhunu barındıran kılıcı çıkarmış ve ikisini yan yana yerleştirmişti. İki kılıç renkleri dışında tamamen aynı görünüyorlardı ve çift kılıç kullanımı için muhteşemlerdi. İki kılıç da birbirlerini hissettikleri anda hafifçe titremişlerdi.
Kılıçlar uyum konusunda Paul’ün Bin Şeytan Kılıcı ve Keln’den bile daha iyilerdi.
“Gidelim.”
Paul iki kılıcı boyutuna attıktan sonra bir kez daha ayaklanmıştı. Grim ve Wulian onun omzuna geçmeden önce o bir kez daha dönüşmüştü.
Daha önceki devasa Anka Kuşu dönüşümü Evrim Üst Noktası yüzündendi ve boyutu 500 metreye varmıştı. Ancak o anda Paul dönüşmeyi öğrendiğinden boyutunu biraz değiştirebiliyordu ama 500 metre hâlâ çok uzak bir miktardı.
Alabileceği en küçük form 5 metreyken en büyüğü 50 metreydi ve gücü ile yaşı arttıkça bu boyut büyüyecekti. Zamanla İnsan vücudu o kadar değişmese de Anka Vücudu gitgide büyüyecek ve devasa bir boyuta ulaşacaktı.
Aynı zamanda yetenekleri de yavaş yavaş gelişecekti. O anda altı köşeli yıldızlara sahip olan gözleri normalde görülemeyen manayı kolayca görebiliyordu. Az önce ortaya çıkardığı kılıçlardan yayılan mana yüzünden etrafında kızıl renkli ve buz mavisi renkli bulutlar varmış gibi görünüyordu. Bu bulutlar saydamdı ve içlerinden istediği gibi görebiliyordu.
Beş metrelik formuna geçtikten sonra Grim ile Wulian’ı sırtına alan Paul hızla uçarak Tetra Mana Dağı’ndan ayrılmış ve hızla Kan Kızılı Saray’a doğru uçmaya başlamıştı.
--
Paul’ün saraya dönüşü uçarak yaklaşık bir gününü almıştı. Yol boyunca onu izleyen birkaç göz olsa da çoğu Ölümün Üç Basamağı’na yaklaştıklarında onu bırakmışlardı. Ne de olsa Paul’ü dışarıda takip edebilseler de kendi okuluna döndüğünde takip etmek zor olacaktı.
Üç dağı saran siyah yapraklı ağaçlardan oluşan ormanın üzerinden uçup geçen Paul direkt olarak Ana Saray’a geçmek yerine önce dış bölgelerde gezinmişti. O anda öğrencilerin çoğu Dış Saraydalardı ve gelişimleri hızlı bir şekilde gelişiyordu. Çoğu bir süre önce Simon ve Semia tarafından ayarlanan görevleri yapıp kaynaklar kazanmaya başlamışlardı.
İç Saray’da yalnızca dört kişi vardı ve oldukça boş görünüyordu. Ancak bu dört öğrencinin hepsi Büyük Usta İlah Gelişimcileriydi. Gelişimleri diğer öğrencileri kolayca geçebilecek kadar hızlıydı. Semia ve Simon birkaç iyi tohum bulmuşlardı.
Sonrasında, Paul Ana Saray’a girmişti. Ana Saray’da olan tek öğrenci kendi öğrencisi Amelia’ydı. Kıdemli olarak ise yalnızca Semia ve Simon vardı. Aslında, tüm sarayda başka bir kıdemli yoktu. Paul rastgele birisini almaktansa kendi öğrencilerinden güçlü birini kıdemli yapmayı tercih ederdi.
“Amelia!”
Paul insan formuna geçtikten sonra Amelia’yı yanına çağırmış ve küçük kız da hızlı adımlarla yanına yaklaşmıştı. Paul’ün olmadığı birkaç günde boş durmamıştı ve gelişimi hızlanmıştı. Başka bir aleme geçmemiş olsa da gücünün arttığı belliydi.
“Sana bir hediyem var.”
Paul yüzünde acı bir gülümsemeyle bunları söylerken Amelia’nın turuncu renkli gözleri tamamen açılmıştı. Paul’ün ses tonundaki garipliği fark etmemişti ve yalnızca ustasından alacağı hediyeyi merak ediyordu.
“Al.”
Paul ellerini uzattığında iki kılıç birden havada belirmiş ve Amelia’nın ellerine düşmüşlerdi. Mavi bıçaklı ve sarı bıçaklı kılıçlar Amelia’nın ellerine düştükleri anda ufak bir titreyiş gösterseler de bu kolayca fark edilebilecek bir şey değildi.
Ancak Amelia sessizleşmiş ve kılıçları dikkatle incelemeye başlamıştı. Az önce sahip olduğu heyecan sönmüş gibiydi. Hayır, bu heyecanı bastırıyordu. Bu kılıçlara bakarken kalbinin derinliklerinden başka bir duygu doğmuştu.
Üzüntü. Özlem.
O fark edemeden, gözlerinde hafif yaşlar belirmişti. Ardından, Paul’ün bakışlarını umursamadan kılıçlara sarılıp ağlamaya başlamıştı.
“Waaah…”
Amelia’nın kılıçlara sarılarak ağladığını gören Paul kendi dünyasına çekilmiş gibiydi. Bir süre sonra Amelia ağlamayı kesip aydınlanma benzeri bir duruma geçtiğinde o da oradan uzaklaşmış ve saraya kurduğu özel odasına girmişti.
Bu oda kendisi tarafından özel olarak tasarlanıp saraya eklenmişti. Bir yatak odasıydı ve küçüklüğünde Veussia Malikanesinde sahip olduğu odayla tamamen aynıydı.
“Ah…”
Ellerini hafifçe etraftaki eşyalarda gezdiren Paul sonrasında yatağa uzanmıştı. Boyu oldukça uzadığından yatağa zar zor sığıyordu ancak bunu o anda umursamıyordu. Gözlerinden hafif yaşlar akıyordu.
“Mmm…”
O sırada, Grim birden insan formuna geçmiş ve tek eliyle Paul’ün göz yaşlarını silmişti. Paul Grim’in yüzünü bir süre izledikten sonra hafifçe gülümsedi.
“Sen de benimle birlikte oradaydın değil mi Grim. O zaman beni kurtardığın için sana teşekkür etmedim sanırım. Teşekkür ederim.”
“Bu benim görevim efendim.”
Grim ilk başta ciddi bir şekilde konuşsa da sonrasında Paul’ün sevdiği o tatlı gülümsemeyi göstermişti.
“Eğer size yardım edebileceksem kolayca kendi canımdan vazgeçerim.”
“…”
Paul bir süre sessiz kalmıştı. Sonrasında ise hafif bir sesle mırıldanmıştı.
“Grim, neden bu kadar sadıksın? Kan Kanatlı Anka soyuna sahip olsam da sizin atalarınız ve Anka Ataları arasındaki bağ çoktan bitmiş olmalı. Yüz binlerce yıl geçti. Artık bu kadar sadık olman…”
“Efendim, bir hatanız var.”
Grim ilk kez Paul’ün sözünü kesmişti ve yüzünde ciddi bir ifade vardı. Onu bu şekilde gören Paul sessizleşirken Grim yavaşça ona yaklaşmıştı.
“Size olan sadakatimin tek nedeni kanımdan gelmiyor. Sizinle ilk tanıştığımda, kan soyum evrim geçirip insan formumu bile almadan önce size karşı başka bir şey hissettim. Belki kaderdi, bilmiyorum. Ama siz yalnızca Lordum değil, aynı anda sevdiğim adamsınız. Bu benim sadakatimi açıklamak için yeterli olmalı.”
Grim sözlerinin sonuna doğru utangaç bir kızarıklıkla kaplanınca Paul bir anlığına öyle kalmış, sonrasında ise hafifçe gülümsemişti.
“Ben bunun nereye gittiğini biliyorum. Keyfinize bakın, ben hislerimi kapatacağım.”
“Lanet ihtiyar.”
Spadia bağırarak konuşup gerçekten de hislerini kapattıktan sonra Paul hafifçe gülmüş tek eliyle Grim’in belini kavrayıp onu kendisine çekmişti. İkisinin dudakları yumuşak bir şekilde birleşirken Grim’in yüzündeki kızarıklık iyice yayılıyordu.
Ancak yüzünde mutlu bir ifade vardı. Aynı Paul’ün sahip olduğu gibiydi. Görünüşe göre bu yalnızca bir öpücükle bitmeyecekti.
[YN]: ( ͡° ͜ʖ ͡°)
Not: Bölüm Adı: Gök Alevi Ocağı'nın Yıkımı (2)
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..