“Uç!”
Paul uzay kırığından çıktığı anda kanatlarını çıkarmış ve onları hızla çırpmıştı. Ancak bu sefer çıktığı yer gökyüzü değildi. Yerin üzerindeydi ve kanatlarını çırptığında direkt olarak metrelerce yükselmişti.
“Vay canına.”
Paul yere inmek yerine olduğu yerden etrafını incelediğinde bu yerin bir vadi olduğunu fark etmişti. Onu şaşırtan şey ise etrafın tamamen kanla boyanmış olmasıydı.
İki dağın arasındaki 4-5 kilometrekarelik alan tamamen kırmızıya boyanmıştı ve etrafta kandan göletler bile vardı. Bazı yerlerde kırık silahlar vardı ve bazı yerlerde büyülü silahlar bile duruyordu.
Bu büyülü silahların güçleri yüksek olmasalar da etraftaki yoğun miktardaki ölüm, kan ve karanlık manası onlara işlediğinden durumları değişmişti. O anda normal bir insan o silahları kavramaya çalışırsa büyük ihtimalle anında çıldırıp ölürlerdi.
“İskeletler de var… Burası bir savaş alanına benziyor.”
Bir süre etrafına bakınan Paul birkaç zırhlı iskeletin etrafta olduğunu fark ettiğinde bu düşünce aklında belirmişti. Eğer bu yer bir savaş alanıysa etraftaki görüntü kolayca anlaşılabilirdi.
“Yaşlı adam, sence bu dağlar ne kadar uzundur?”
“Burası bir küçük dünya. Yani en fazla Akra’daki o çöl ülkesinin dağı kadardır.”
“Hmm…”
Paul bir süre düşündükten sonra hafifçe gülümsemiş ve etrafını manayla kaplayıp hızla yukarıya uçmaya başlamıştı. Onun bunu neden yaptığını merak eden Spadia ise sormuştu.
“Velet, neden dağa çıkıyorsun ki?”
“Heheh… Yaşlı adam, tam olarak emin değilim ancak bu dünyada bir ışık yıldızı bulabileceğimi düşünüyorum. Altı elementin yıldız enerjileri benim manayı ayrı olarak depolamamı sağlıyorlar. Çoktan 5 alev tohumum var. Işık manasından bir tane yoğunlaştırabilsem bile zor savaşlarda işe yarayacaklardır.”
Paul bu düşünceyle hızını artırırken yüzünde bir gülümseme vardı. Eğer vücudunda altı elementin yıldız enerjisini bulundurursa o zaman yüksek seviye mana gerektiren büyüleri anında kullanabilirdi. O anda da kullanma hızı 0.1 saniyeye yakın olsa da bu ufak zaman diliminin ortadan kalkması birçok şeyi değiştirebilirdi.
…
Aberon Kıtası, Feles’teki tek kıta olmakla beraber oldukça özel bir şekle sahip bir kıtaydı. Basitçe, kıta bir karo şeklindeydi ve ortadan geçen Göksel Yükseliş Sıradağları ile Kuzey ve Güney olmak üzere iki parçaya ayrılıyordu.
Kıtanın Kuzey kısmındaki en büyük güç olan Kutsal Kilise’nin merkez binası olan Yüce Işık Sarayında, gün ışığının direkt olarak girdiği büyükçe bir odanın içerisinde yaşlıca bir adam gözlerini yavaşça açmıştı. Siyah gözlere ve siyah saçlara sahip olan bu yaşlı adamın yüzü kırışıklıklarla dolu olsa da ayağa kalktığında bol beyaz cübbesinin ardındaki güçlü vücudu kolayca belli oluyordu.
Yaşlı adam karşısındaki beyaz mücevherden yapılmış, nefes kesici bir güzelliğe sahip Tanrıça heykeline doğru bir süre eğildikten sonra odadan ayrılmıştı. Aynı anda, dışarıdaki genç veya yaşlı fark etmeksizin herkes ona doğru başlarını eğmişlerdi.
“Lord Papaz!”
“Lord Papaz, neden dua sürenizden önce dışarıya çıktınız?”
“Lord Papaz, bir sorun mu var?”
Etraftaki kişiler sorularını sorarken alınlarında terler vardı. Lord Papaz oldukça dakik bir kişiydi ve dua süresi uzayabilse de kısaldığı oldukça nadir görülürdü. Daha önce dua süresini kıstığında düşmanlarıyla kanlı bir dövüşe katılmışlardı. Bu yüzden bu seferki çıkışı diğerlerini endişelendirmişti.
“Bir sıkıntı yok. Yalnızca kalbimde kötü bir his var. O kadar büyük bir şey değil, yani burada kalın. Benim bir süre ayrılmam gerekiyor.”
Papaz sakin bir sesle konuştuktan sonra ayakları yerden kesilmiş ve vücudu havalanmıştı. Siyah gözleri gökyüzüne bakarken normalde sakin olan kalp atışları hafifçe hızlanmıştı. Sahip olduğu en özel ruh tekniği, ‘Cennet’in Kaydı’ o anda bir tehlikenin yaklaştığını gösteriyordu.
En korkutucu kısım ise, bu özel teknikle bile tehlikenin boyutunu tam olarak kavrayamıyordu.
…
Kıtanın güneyinde, bir uçurumun kenarına kurulmuş kızılımsı siyah bir sarayın en yüksek kulesindeki çan gür bir sesle çalmaya başladığında saraydaki genç yaşlı herkes bir panikle sarayın çıkışına doğru koşuşturmaya başlamışlardı.
Bu koşuşturma saraydan ayrılmak için değildi. Aksine, bir uğurlama içindi. Çalan çan yalnızca Kara Azize meditasyondan ayrıldığı zaman çalardı.
“Gong! Gong! Gong! Pa!”
Çan on iki kez üst üste çaldıktan sonra sarayın en büyük bölümüne açılan siyah metalden kapılar sert bir sesle açılmış ve içeriden ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. Birkaç saniye sonra ise içeriden bir kadın dışarıya çıkmıştı.
Kadının vücudu kızıl işlemeli siyah bir elbiseyle kuşanmıştı. Uzun siyah saçları arkasından bağlanmışlardı. Belinde her adımında ufak bir ses çıkaran bir kılıç asılıydı. Yüzünde yarı saydam siyah bir tül vardı ve görünüşünü gizlerken dışarıyı görmesine izin veriyordu.
“Azize’yi selamlarız!”
Dışarıda toplanan herkes hızla doksan derece eğilerek gür bir sesle selam vermişlerdi. Azize ise onlara herhangi bir cevap vermeden ilerlemeye devam etmiş ve kapıdan ayrıldıktan sonra hızla uçarak oradan uzaklaşmıştı. Gittiği yer ise Kuzey’e doğruydu.
“Ding! Ding! Ding!”
Boynunda, ufak bir siyah zincir sürekli olarak bir ses çıkartıyordu. Bu zincir, Kara Kilise’nin kutsal hazinesi olan Öngörü Zinciri’ydi. Bu zincir bu sesi çıkardığında takan kişinin tehlikede olduğunu gösterirdi. Genelde bu tehlikenin kaynağını da gösterirdi.
En önemli kısım, bu zincirin her tehlikeyi değil de yalnızca ölümcül tehlikeleri duyurmasıydı. Yani o anda Azize’nin hayatı tehlikedeydi ve bunu anlayabiliyordu. Bu yüzden 200 yıla yakın bir süredir sakin olan kalbi o anda panikliyordu.
“Kan Vadisi… Bu uğursuz yerde bir tehlike mi var?”
Kan kızılı çimenler ve kan kokusu ile kaplı vadiye yaklaşan Azize kendi kendine mırıldansa da ilerlemeye devam etmişti. Kan Vadisi Göksel Yükseliş Sıradağlarından geçmenin tek yoluydu. Aziz seviyesindeki kendisi bile bu dağların zirvesine ulaşamazdı. O yer çok tehlikeliydi.
“Bu yerdeki tehlike ne olabilir? Canavarlar dağlardan inmiş olabilir mi?”
Azize bir süre etrafına bakındıktan sonra birden beyaz kıyafetler içerisindeki bir figürü fark etmiş ve şaşkınlıkla öfke karışımı bir duygu taşıyan sesiyle bağırmıştı.
“Papaz!”
O bağırdığında Papaz anında başını çevirmiş ve Azize’yi görmüştü. İkisinin gözleri karşı karşıya geldiğinde ise Azize’den öldürme isteği yayılırken Papaz oldukça sakin görünüyordu.
“Demek tehlikenin sebebi-”
“O kadar basit düşünme genç kız. Önce o eşyanı kontrol etmeyi dene. Tehlikenin benden kaynaklanmadığını göreceksin. Ne kadar seni öldürmek istesem de bunu anında yapabilecek güce sahip değilim ve onlarca sivilin öleceği bir savaş başlatmaya niyetli de değilim.”
Papaz Azize’nin konuşmasını kestiğinde Azize öfkelense de dediklerini ciddiye almış ve zincirini kontrol etmişti. Aynı Papaz’ın dediği gibi, tehlike buradaki bir bölgedeydi. Ancak Papaz değildi.
Zincirin yeteneği tehlikenin tam yerini gösteremiyordu. Bu yüzden yalnızca etrafı araştırabilirdi.
“Bir saniye, eğer sen de buradaysan o zaman…”
“Aynen öyle. Bir çeşit ortak düşman.”
Papaz Azize’nin sözlerini onayladıktan sonra etrafını kontrol etmeye devam etmişti. Tehlike her nerdeyse vadide bir yerde olmalıydı. Göksel Yükseliş Sıradağları Aziz seviyelilerin bile çıkmakta zorlanacağı bir yerdi ve herhangi bir aura da hissedemiyordu.
Azize bir süre ciddi bir şekilde etrafı araştıran Papaz’ı inceledikten sonra onun aksi yönünde ilerlemiş ve vadiyi araştırmaya başlamıştı. Bu tehlikenin ne olduğunu bilmese de ortadan kalkmadığı sürece rahat hissedemeyecekti. Bu gelişimini kısıtlardı ve böyle bir şeyi istemiyordu.
Onlar tehlikeyi ararken Paul en sonunda dağın zirvesine ulaşmış ve meditasyon yapmak için bir yer bulup oturmuştu. Aynı anda, gözlerini kapatmış ve yıldız enerjilerini araştırmaya başlamıştı.
[YN]: Topluyu hazırlamaya yeni başladım en az bi beş bölüm olsun diyorum. Büyük ihtimalle bu hafta içinde gelir gerçi.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..