“Sonunda yeniden konuşabiliyorum. Bu iyi bir his. Hey, velet, Toprağın Kutsal Fiziğini kazandın mı?”
Spadia bunu sorsa da zaten anlayabiliyordu. O anda uzay tanrıçasının boşluğunda süzülen Paul’ün yüzünde hafif bir gülümseme vardı ve vücudunun ufak değişimleri belirginlerdi. Toprağın Kutsal Fiziğini kazandığı belirgindi.
“Fizik oluştuktan hemen sonra Terravan beni uzay boşluğuna attı. O dünyadaki düzeni bozmaya devam edeceğimi düşünüyordu sanırım. Amelia’yı son anda Yaradan Yetiştirme Zindanına göndermeyi başardım.”
Paul yüzünde hafif bir gülümsemeyle konuşmuştu. Terravan’ın aceleci davranışları biraz garipsenebilse de aslında biraz gurur duymasını sağlıyordu. Sonuçta kendisi de bir küçük dünyada doğmuş ve büyümüştü. Şimdi bir küçük dünyanın düzenini tek başına bozabilecek bir varlık olmak ne kadar geliştiğini gösteriyordu.
“Kısa bir süre geçti ama bir başka Kutsal Fiziğin var. Geçmişte neden yalnızca bir küçük dünyada olsan da peşinden bir Yükselen göndermelerinin nedenini anlamaya başlıyorum. Potansiyelin korkutucu.”
Silleverde birden ortaya çıkmış ve Paul’ü incelerken konuşmuştu. Paul ise yalnızca gülümsemiş ve başını sallamıştı. O anda epey iyi bir ruh haline sahipti ve Silleverde’nin sözlerini direkt olarak övgü olarak kabulleniyordu.
“Ee? Seni nereye göndermemi istiyorsun? Diğer fizikleri ele geçirmek daha zor olacak, değil mi?”
Silleverde sorusunu sorduğunda ruh sarayında oturan Spadia da Paul’ün cevabını beklemeye başlamıştı. Paul nasıl bir cevap verecekti? Buradan nereye, hangi elementale gitmeyi seçecekti?
İkisi de Paul’ün en kısa sürede Altı Element Kutsal Fiziğini tamamlamaya çalıştığını düşünüyorlardı ve bu yüzden düşünceleri onun aceleci olacağı yönündeydi. Ancak Paul başını iki yana sallamıştı.
“Akra’ya geri dönmeyi planlıyorum. Şimdilik ilerlemem oldukça iyi ve bir yıldan biraz daha uzun bir zaman aralığına sahibim. Biraz daha kavrayışıma odaklanacağım.”
Paul planını çoktan yapmıştı. Büyük ihtimalle kalan zamanının tümünü verse de fiziklerden birini bile ele geçiremeyecekti. Bu yüzden buna uğraşmak yerine o anda gelişimine biraz önem vermek daha mantıklıydı. Geliştirebileceği birçok İrade ve Yasa kavramı vardı. O anda Akra’ya dönmek ona göre en iyi karardı.
“Öyle olsun. Seni Akra’ya gönderiyorum o zaman. Ama dikkatli ol. Son zamanlarda Akra’ya daha da fazla ilgi çekilmeye başlandı. Eğer Kan Kanatlı Anka kan soyunu fazla gösterirsen sıkıntı çıkabilir. Aynı zamanda aşırı karanlık enerji akımı da ilgi çekebilir. Dikkatli olmalısın.”
“Anlaşıldı.”
Paul başını sallayarak basit bir cevap verdiğinde Silleverde elini kaldırmış ve bir uzay kırığı oluşturmuştu. Bu sefer, Silleverde onu atmadan önce Paul kırığa doğru süzülmüş ve içine girerek ortadan kaybolmuştu. Silleverde ise sonsuz uzay boşluğunun ortasında kalmıştı.
“Hah… 18 yaşında ve üç kutsal fiziğe sahip. Gelişimi yalnızca Büyük Aziz seviyesinde olsa da görebiliyorum, kısa bir süre içinde Yükselen seviyesine adım atacak ve Ruh Kalbi kesinlikle normal olmayacak. Konseydeki piçlerin ona nasıl bir lakap takacaklarını merak ediyorum.”
Silleverde kendi kendine mırıldanışını bitirirken küçük dudaklarının kenarları yukarıya doğru kıvrılmışlardı.
…
“Neden her uzun süreli ayrılışımda burada bir şeyler olmak zorunda?”
Kan Kızılı Saray’dan pek de uzakta olmayan bir yerde ortaya çıkıp hızla saraya dönen Paul’ü karşılayan manzara Ölümün Üç Basamağı olarak adlanan devasa üç dağın bulunduğu bölgeyi tamamen saran bir ordu olmuştu.
Bu ordu beyaz zırhlı askerlerden oluşuyordu. Askerlerin arasında en zayıf olanı Büyük Usta seviyesinin başlarındayken en güçlüsü Aziz seviyenin zirvesindeydi. Aralarında savaşçılar, büyücüler, çağırma büyücüleri ve farklı gruplar vardı.
Bu orduyu yöneten kişi ise zırhlı bir ata binmişti. Bu atı iyice inceleyen Paul atın başında altın renkli bir boynuzun olduğunu fark etmişti.
Şaşırtıcı bir şekilde, bu ‘at’ aslında bir ışık tipi canavardı. Aziz seviyesindeki bu Tek Boynuzlu At Paul’ün eski dünyası Vals’te bir krallığı batırabilecek kadar güçlüydü.
Tek Boynuzlu Atın üzerinde oturan kişi beyaz sakallara sahip yaşlıca bir adamdı. Ama yaşlılığı gücüne herhangi bir şekilde etki etmemiş gibi duruyordu. Gözlerindeki canlılık birçok kişinin savaş isteğini ezmeye yeterliydi.
“Kan Kızılı Saray! Ailemiz sizinle karşıt gruplarda olsa da rastgele bir savaş için burada değiliz. ‘Kara Büyücü’ lakaplı katil ailemize teslim edildiği sürece saldırı kesilecek ve ordu tamamen çekilecek! Bir cevap vermek için yalnızca bir gününüz kaldı!”
Kara Büyücü adını duyan Paul bir süre önce o lakabı kullandığını hatırlamıştı. Aynı zamanda adamdan gelen aurayı da hissedebilmişti. Kan soyu anında aktifleşmişti ve gözlerinde kanlı öldürme niyeti belirmişti.
Bu adam Bin Miras Mezarında öldürdüğü adamla aynı kan soyunu taşıyor olmalıydı. Kan Kanatlı Ankaların kan soyu bu kan soyundan direkt olarak nefret istiyordu ve onları gördüğü anda içinde bir öldürme isteği doğuyordu.
“Kan Kızılı Sarayımı tehdit etmeye cüret edenler kim olduklarını sanıyorlar!?”
Paul’ün güçlü sesi tüm orduyu sardığında baskıcı aura ve öldürme niyeti de tüm dağı sarmıştı. Kan Kızılı Sarayın içerisinde savaşmaya hazır bir şekilde bekleyen Simon bu sesi duyduğunda hafifçe şaşırmıştı. Aynı zamanda Semia da bunu beklememişti.
Paul dönmüştü. Ama neden bu kadar erken dönmüştü? Daha önce giderken 2 yıl boyunca gideceğini söylemişti. Henüz bu zamanın yarısı bile tamamen dolmamıştı.
Ama bu iyi bir haberdi. İkisi de Paul’ün uzun süreli ayrılışlarını takip eden anormal güç artışlarının farkındalardı. Paul o anda eskisinden çok daha güçlü olmalıydı.
Sarayın dışında, gökyüzündeki kızıl renkli bir tahtın üzerinde oturan Paul’e bakan yaşlı adamın gözleri keskinleşmişti. Gökyüzünde süzülen kişiden yayılan auradan onun bir Büyük Aziz olduğunu anlasa da gücünün bunu epey geçtiğinin farkındaydı. Bu basit bir içgüdüydü. Rakibine karşı dövüşürse epey tehlikede olabileceğini hissedebiliyordu.
Ancak etrafında birçok asker vardı ve Aziz seviyeli olanlar da vardı. Bir şekilde bu adamı bastırabiliyor olmalılardı. Hem, adamın sözlerine göre bu adam Kan Kızılı Sarayın lideri olmalıydı. Eğer bu adamı öldürebilirlerse Karanlık Grubun yüksek potansiyelli okullarından birini yıkmış olurlardı.
“Büyücüler, saldırın!”
Adam bağırdığı anda onlarca büyücü ellerini kaldırmış ve Paul’ü nişan almışlardı. Ancak Paul hareket bile etmemişti. Birçok farklı çeşit büyü üzerine doğru hareket ederken o olduğu yerde kalmayı seçmişti.
Ancak hareketsizlik saldırmamak anlamına gelmiyordu. Oturduğu tahtın arkasında çoktan onlarca kan kızılı alev topu belirmişti. Bu alev topları bir kez yağmaya başladığında karşı tarafın alacağı hasar oldukça büyük olacaktı.
“Boom! Boom! Boom!”
O sırada ordunun büyüleri hedeflerine ulaşmış ve gökyüzünde büyük patlamalar ortaya çıkmıştı. Birçok farklı büyücü olsa da saldırı tipi büyücüler genelde alev veya rüzgar büyülerine odaklanıyorlardı ve yıldırım büyücüleri de yüksek sayıdaydı. Bu yüzden saldırıların sonucu yüksek bir ses çıkarıyordu.
“Hmph. O kadar kibirden sonra…”
Yaşlı adam askerleri motive etmek için konuşsa da birkaç saniye içinde ağzı tamamen açılmıştı. Çünkü tüm büyüler tarafından Paul hasar görmeyi bırak en ufak bir yaraya bile sahip değildi! Yüzündeki o soğuk ifade hâlâ yerindeydi ve ölümcül aurası daha da soğuklaşmış gibi duruyordu. Arkasında süzülen alev topları yavaşça hareketlenmeye başlamışlardı.
“Siktir!”
Yaşlı adam bir hareket yapamadan önce onlarca alev topu ordunun birçok bölgesine düşmüş ve güçlü patlamalarla etrafı kavurmuşlardı. Patlamalardan kurtulan askerler ya alevlere yakalanıp küllere dönüşüyorlardı ya da eriyen zırhları tarafından pişiriliyorlardı. İki türlü de, kesinlikle acılı ölümler yaşıyorlardı.
“Neigh!”
Yaşlı adamın altındaki tek boynuzlu at kan kızılı alevlerin sıcaklığı tarafından düşüp ölürken yaşlı adam havaya süzülmüştü. Birçoğu yanmaya devam eden cesetlerin üzerinde gözlerini gezdirdiğinde vücudunu soğuk bir titreme sarıyordu. Aynı anda gözleri havadaki Paul’e dönmüştü.
Paul’ün yüzünde herhangi bir değişim yoktu. Sanki az önce binlerce kişilik o orduyu öldüren kişi o değilmiş gibiydi.
“Seni! Or*spu! Çocuğu! Geber!”
Yaşlı adam zihnini saran öfkeyle kudurmuş ve Paul’ün az önceki güç gösterisini görmezden gelerek ona doğru atılmıştı. Paul ise tek elini havaya kaldırmış ve boyutundan bir şey çıkarmıştı.
Bu şey bir bayraktı. Kan kızılı renkte olan bu bayrağın üzerinden güçlü bir ruh gücü yayılıyordu ve etrafa hafif çığlık sesleri yayılabiliyordu. Bu bayrak Paul’ün daha önceden uçan gemisinin merkezine koyduğu o bayraktı.
O sırada gemiyle pek işi kalmamıştı. Bir yerden bir yere gideceği zamanlarda her zaman Vifre’yi kullanabilirdi ve Vifre için fazladan mana taşı veya mana çekirdeği kullanmasına gerek de yoktu. Bu yüzden bu bayrağı artık bir silah gibi kullanabiliyordu.
Bu silah sevdiği bir şeydi. Çünkü rakiplerinin ruhlarını onun için bir silaha çeviriyordu.
“Gyaaa!!!”
“Aarggh!!!”
Az önce acımasız yollarla öldürülmüş tüm askerlerin ruhları hızla bayrağa çekildikten sonra bayrak direkt olarak Paul’e doğru uçan yaşlı adama fırlatılmıştı. Yaşlı adam bu saldırıyı beklese de karşılamaktan başka bir şey yapamamıştı.
Ruhların çığlıkları, kendi adamlarının çığlıkları, yaşlı adamın kaskatı kesilmesine neden olmuştu. Kan kızılı bayrak başını delip geçtikten sonra kurtulacağını sanan yaşlı adam en son ruhunun bayrağa çekildiğini hissetmiş ve güçlü bir çığlık atmıştı. Ancak kurtulması imkansızdı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..