SEZON 1- 7: HÜZÜNLÜ KARA TOPRAKLAR

avatar
375 0

KARA ŞÖVALYE - SEZON 1- 7: HÜZÜNLÜ KARA TOPRAKLAR


 


   “ĞHAA!”

   Şiddetli ve keskin saldırılarıyla düşmanın üzerine çullanarak sancaktan aldığı ekstra alan hakimiyetiyle hareketlerini daha rahat öldürme odaklı yapabiliyordu. Fakat, düşmanı kimi saldırıdan kaçınıyor kiminiyse engelliyordu. Ve ne kadar çaba sarf ederse etsin düşmanına karşı üstünlük kuramıyordu.

   “Lanet olsun. Daha bitmedi!..”

   Sağ ayağına ağırlığını yükleyerek ani bir hareketle havaya sıçradı ve kılıcını iki eliyle kavrayıp sertçe düşmanının üzerine indirdi. Ancak, paralı asker birkaç adım geriye sıçrayarak saldırıdan kaçınırken oluşan hava akımlarını da kollarıyla bariyer yaparak engelledi. Ama, buna rağmen ayakları yerde kayarak on metre geriye savruldu.

   Savrulmanın etkisi geçtiğinde öne doğru yalpalayarak bir adım attı ve belinin arkasından çıkardığı iki hançerle beraber çömelerek ileriye doğru sıçradı ve kara bulutları parçalayan bir ışık süzmesi üzerine doğru indi.

   “Lane-”

   Yere çakılan kudretli altın sarısı cisimle yer parçalanarak iki yüz metre karelik alandaki ağaçlar, kayalar parçalara ayrılırken yer yüzü şekilleri tamamen bir çarşaf gibi katlanarak bozuldu. Onbaşı, sancağın etki alanında durduğu için saldırıdan çizik dahi almadan kurtulmayı başarmıştı. Elinin tersiyle alnındaki terleri silerek burnundan derin bir soluk aldı ve havaya kalkan toz bulutlarının dağılmasını bekledi.

   [Direkt bu saldırıya maruz kalmış hiçbir insan hayatta kalamaz, ancak...]

   Kara toz ve toprak bulutunun arasından rüzgârın etkisiyle dalgalanarak alevlenen kırmızı sancak ortaya çıkınca, “Bu sancak olmasaydı,” diye hayıflandı.

   Sancağın dibinde beliren paralı askerin yüzündeki maskede ufak çatlaklar oluşsa da hâlâ tek parçaydı ve paralı askerin kimliğini ifşa etmek gibi bir derdi de yoktu.

   “Sanırım, seni hafife almışım. Ama, canım pahasına da olsa seni bu topraklardan süreceğim.”

   Paralı asker hiçbir karşılık vermeden Alexander'in gözlerinin içine dik dik baktı. Ve havanın iyice bozmasıyla dahada hiddetlenen rüzgârlar paralı askerin bedenine çarptığında benliği silinerek gözden kayboldu. Ve Alexander gök yüzünde çakan şimşeklerle beraber bir başına kaldı.

   “Şimdi... ne oldu?..”

   Dişlerini ve bedenindeki tüm kasları kasarak, “Piç kurusuu!” diye öfkeyle haykırmaya başladı. “Senin yüzünden kaç adamım sakat kaldı haberin var mı? Üstelik, hiçbir şey olmamış gibi kaçıp gittin. Senin *mına koyarım lan!”

   Onbaşı, çaresizce küfürler saydırırken düşmanının neden kendisini terk ettiğini tahmin dahi edemezdi. Ancak, kimliği bilinmeyen paralı askerin tahmin ettiğinden daha güçlü çıkan iki kişi vardı. Bunlardan biri Alexander'di ve diğeriyse... Ejder Doğan Movay'dan başkası olamazdı.

   Yaveri, kolezyumun dışındaki çöp parçalarıyla ilgilenirken Movay'ın bulunduğu kolezyumun içinden alevler kusuyordu. Adeta, ortam cehenneme dönmüştü. Sıcaklıktan hiçbir insan doğru dürüst nefes dahi alamazdı. İçerideki oksijen miktarı her saniye ciddi miktarda azalırken yüzünde yine o tuhaf yüzlü beyaz maskeli paralı askerlerden biri ve Genç Movay vardı.

   “Bu... son saldırım olacak.”

   Gözlerindeki öfkeyle harmanlanan ejderha atalarının kutsal alevleri dans ediyordu. İçindeki, potansiyel dışa vurmak için adeta can atarken yüzünün belli yerlerinde derisi kırmızı renkte ejder pullarına dönmüştü ve bu pulların arasından resmen magma geziniyordu. Aynı şekilde ayaklarından diz kapaklarının altına, kollarından dirseklerine kadar da aynı şekildeydi. Üzerindeki, zırh tamamen erimiş Ejder Doğanların yöresel kıyafeti olan turuncu, yeşil ve kırmızı tonlardan olan kumaş kıyafetinin kol ve ayak kısımları parçalara ayrılmıştı. Üzerinde, belindeki kuşağındaki ejder kafası şeklindeki broşu pırıl pırıl parıldarken açılan göğsünün üzerinde kırmızı renkte bir dövme parıldıyordu. Bu dövme, kesinlikle her Ejder Doğan'da olan Kudret İşareti'ydi.

   “Ejder Gazabı...”

   Her iki elini göğe doğru kaldırarak ortamdaki tüm büyü ve yanıcı gazları bir vakum gibi başının tepesinde toplayarak minik bir cüce yıldız oluşturdu.

   “Geber...”

   Dişlerini sıkarak her iki elini zorlana zorlana aşağıya çekerek indirirken yıldızda aynı doğrultuda aşağıya indi ve yoktan var olan biri her iki elini yıldıza uzatarak bedeninden çıkan karanlıkla minik cüce yıldızı sarıp sarmaladı.

   “Bu da ne?..”

   Yıldız karanlığın içinde patlarken Movay yalpalayarak ayaklarının üzerinden zar zor durdu ve etraftaki harıl harıl kükreyen alevler sönmeye başladı. Ve bunu fırsat bilen kimliği belirsiz iki kişi olay yerinden kaçarak yok oldular. Movay'da yere düşerek bilincini yitirdi.

   Tahmin edilemez bir düşmanla süren mücadelenin ardından Onbaşı Alexander ve Movay güçlerini toparlamaya çalışırlarken hiç farkına bile varmada kraliyetin yanı başına gelen savaşın gecikmesine bir nebze olsun yarar sağlamayı başarmışlardı. Lakin, bu Kara Göz'ün ne ilk ne de son saldırısıydı.

...

   Ortam adeta bir kan gölüne dönmüştü. Ağır kan kokusu her yeri kaplarken Bhor sadece tavernanın kızından aldığı eski bir bez parçasıyla ellerini temizliyordu.

   [Ellerimi kirletmeyi hiç istemezdim, lakin... masumların kanlarını dökerek kurulan krallıklar yok olmaya mahkumdurlar.]

   Bhor, üzerindeki kıyafetleri yenileriyle, tavernanın arkasındaki ufak oda da, değiştirdikten sonra atına bindi ve tekrar yola çıktı. Fakat, ondan önce kendisi hakkında hiçbir şeyin söylenmemesini ve işlerin yüzünü göremedikleri birkaç maceracı tarafından bitirildiklerini söylemelerini istedi.

   [Artık, Anakarta'ya varıp fitili ateşleyebilirim. Bekle beni gelecek... yeni nesilleri getiriyorum.]

 

...

 

   “Hadi, hadi! Çabuk, kafese girin. Lanet olası köleler, daha bir dünya işimiz var.”

Bir köle tüccarı, birkaç paralı asker ve siyah üstleri kanla boyanmış birkaç tuhaf siyah cübbeli insanla beraber çeşit çeşit yerlerden getirilmiş insanları at arabasının arkasındaki kafese tıkıyorlardı. O sırada, oradan geçen bir genç adamlarla göz göze geldikten sonra umursamayarak kendi yoluna bakmayı seçti.

   Fakat, bu durum diğerlerinin pek hoşuna gitmemiş gibiydi ve siyah cübbelilerden biri paralı askerlere başıyla adamı işaret ederek kölelerin yüklenmesine yardım etmek için yanlarına gitti.

   Paralı askerlerin lideri olan kas kafalı, kel bir aptal yabancının kolundan tutarak sertçe kendine çekti. Çökmüş bakışlarıyla yabancıya bakarak, “Hey,” diye seslendi. “Nere böyle? Seni ra-” kafası aniden öne düşünce sinirle başının arkasını tutarak arkasını döndü.

   “Hangi hadsiz kafama o koca taş-” siyah cübbelinin kafasını görünce sözü boğazında düğümlenerek dışarıya çıkamadı. Göt korkusu bir anda herkesi sarıp, sarmaladı.

   Kas kafalı, aptalın kafası yerinde yabancının yumruğu görülüyordu. Kafasız, beden bir et parçası gibi yere yığılırken William'ın sağ omzundan itibaren sağ kolu gölgelerle kaplanarak kolunu bir zırh kapladı. Elindeyse her zamanki kendi boyundaki, devasa kara kılıcı belirdi.

   “Sanırım, siz insanlar ölmekten bir türlü vaz geçemiyorsunuz.”

   Cübbeliler ve köle tüccarları daha korkuyla çığlık dahi atamadan bedenleri parçalara ayrılarak yere yığılırken genç ve çocuklardan oluşan yirmi iki kölenin, bir kişi hariç, hepsi korkuyla göz bebekleri titremeye başladı.

   William, hiçbir şey demeden sadece kılıcını öylece savurdu ve ardından gölgeler derisinin altına geçerek yok olurken çelikten yapılma kafes parçalara ayrıldı. Fedai, olanları umursamadan kendi yoluna bakarken on üç yaşlarında bir çocuk kibirli gözlerini William'ın üzerine dikmişti bile.

   Birkaç adım attıktan sonra üzerine dikilen cüretkâr bakışları hisseden Fedai sertçe arkasını dönerek sağ gözünü fal taşı gibi açtı, lakin o cüretkâr bakış bir nebze olsun azalmadı. Çocukla, bir süre bakıştıktan sonra öfkeli adımlarla ne yapacaklarını bilemeyen kölelerin yanına gitti ve o hadsiz çocuğu aralarından çıkarıp, aldı.

   Yakasından sertçe kavrayarak havaya kaldırdı. “Söyle bakalım, bana öyle bakmaktan vaz geçecek misin? Yoksa, ölecek misin?”

   Çocuğun gözlerinin üzerlerini kaplayacak şekilde burnunu ve aynı doğrultuda başını kaplayan kömürle çizilmiş siyah bir şerit vardı. Ve o şeridin içindeki kahverengi gözleri bir an olsun kararından vaz geçecek değildi.

   “İyi bunu sen istedin.”

   William, sağ elini geriye doğru gererek karanlığı parmak uçlarında topladı ve hızla çocuğun böğrüne salladığında bir kılıç darbesi Fedai'nin saldırısına karşılık geldi. Saldırı güçlü değildi, ancak William'ın ilgisini çekmişti.

   “O kılıcı nerenden çıkardın?”

   “Görmüyor musun, be adam. Bu, Ruhsal Kılıç Ephiniom. Kılıcımı saklamak için kılıç kınına ihtiyacım yok.”

   “Peki, o bakışlarını neden benim üzerimden çekmiyorsun?” gücünü hafifçe kılıca bastırarak silahı çocuğun böğrüne yakınlaştırdı. “Tatmin edici bir cevap alamazsam ölürsün, ona göre.”

   “Niye olacak, güçlenmek için kendime ders notu çıkarmaya çalışıyorum.”

   “Tch.” çocuğu tuttuğu yakasını geriye doğru fırlatarak kendi yoluna baktı. Söylenen sözler Fedai'nin ilgisini çekmişti, ancak lanet olası bir b*k parçasını hatırladığından çocuktan hızla soğudu. Ancak, bu iş bu kadar kolay bitecek gibi değildi. İnatla, Fedai'yi takibe alan çocuk gözlerini bir an olsun karşısındakinden ayırmadan yoluna devam etti.

   [Bakalım o an geldiğinde ne yapacaksın?]

 

...

   Üzerinde üstten birkaç düğmesi iliklenmemiş, kolları dirseklerine kadar kıvrılmış, ütüsüz gömleği, altında siyah pantolonu, dağınık ve iç içe girmiş saçları, umursamaz bakışları ve ayağındaki deri çizmeleriyle pis kokulu koridorda ilerlarken sigarayı da ağzından eksik etmiyordu. Her zaman belinde olan Smith Wesson 500 Magnum silahı yarım parmaklı deri eldiven geçirdiği sağ elindeydi.

   Donuk bakışlarıyla her zamanki gevşek ve kendinden emin hâlinden farklıydı. Koridorda adımları yankılanarak kendinden önce koridorun sonuna ulaşırken içerdeki gürültü yüzünden kimse yeni birinin geldiğini duyamıyordu.

   Dedektif Marck Hard, kapının önüne geldiğinde içerideki parlak ışıklar ve şenlik havasındaki ortam gözlerini kamaştırıyordu. Ancak, bunu umursamayıp istifini bozmadan içeriye girerek doğruca barmen tezgâhının en solundaki yalnız başına içen adamın yanına oturdu. Bu sırada, bazı devlet dairesindeki tanıdık yüzler dedektifi görse dahi fahişeleriyle olan eğlencelerini bırakamadıklarından hiç selam dahi vermediler.

   Marck, yalnız başına içen adamın yanına kurulduktan sonra bir bardak soğuk viski istedi. Siparişi birkaç dakika içerisinde eline ulaşınca, “Sağ ol barmen,” diyerek yanındaki saçı sakalı birbirine karışmış herife döndü.

   Kendisine söylediği viskiyi adamın önüne doğru tezgâhta sürerek itti. Adam, göz ucuyla dedektife bakınca viskiyi tekledi. Sakallarının yanından akan birkaç viski damlasını da avucunun içini sakallarının üzerinde süpürerek temizledikten sonra içli bir “oh” çekti.

  “Hayırdır velet? Sen buralara gelmezdin, n'oldu da beni göresin geldi?” alkol sesini bozduğundan güçsüz ve kirliydi.

   “Aslında buraya geldiğimden onların haberi yok, fakat size danışmam gereken bir şey var. Daha doğrusu yardımınız gerek.”

   “Velet?.. Benden yardım istediğine göre...” başını sola çevirerek öksürdü. “Neyse... anlat bakalım. N'oldu?”

   Marck, sağ elindeki silahını herkesin görebileceği şekilde tezgâhın üzerine koyduktan sonra pantolonunun sol cebinden ince bir tüp çıkardı. Tüpün yarısında sıvı ve katı arasında geçişken bir maddenin katılığında olan, siyah bir canlı organizması vardı. Kendi başına titriyor, bulunduğu kabın şeklini alıyordu. Ancak, çok cılız olduğundan formunu sadece birkaç saniye koruyabiliyor ardından tekrar bozuluyordu ve bu böyle sürekli kısır bir döngü içerisinde kendisini tekrar ediyordu.

   “Bu gördüğünüz sıvının ne olduğunu biliyorsunuz değil mi?”

   Bakımsız yaşlı adamın çapaklı gözleri fal taşı gibi açılarak siyah kirler barındıran iğrenç tırnaklarıyla şişeyi eline aldı. “Vay, anasını...”

   “Sizce de herkesin içinde bunu bu kadar rahat göstermek sorun olmaz mı usta?”

   Yaşlı adamın tüpü öğrencisine isteksizce geri verirken, “Bana ne lan,” diye çıkıştı. “Başı belaya girecek olan sensin. Hem, böyle bir mekânda silahını o kadar açık bir yere koymak sence ne kadar güvenli?”

   “Silah?” dedektif göz ucuyla silahına baktığında o an açık gözlü bir salak silahı eline aldı ve öfkeyle yerinden sıçrayan Marck adamın elini bilek kısmından kavrayarak yukarıya kaldırdı. Silah bir el havaya ateşlendi. Ama, düşmanının karın boşluğuna yumruğunu geçirince adamın nefesi kesildi. Silahı adamın elinden söküp alarak sol dizini adamın yüzüne geçirdi.

   Adam acıyla ciyaklayarak yere serilirken başına giren kurşunla acısı son buldu. Marck, silahın duman tüten namlusunu cesedin üzerinden çekerken tavandan omzuna düşen tozları parmak uçlarıyla temizledi.

   Marck, bu sefer silahını beline koyarak yerine oturunca barmen öfkeyle cesedin yanına yaklaştı. Ve üzerini aradı. Ancak, hiçbir şey bulamadı ve cesedin yüzüne tükürerek hakaretler savurmaya başladı.

   “Lanet olsun! Madem cebinde para yok neden buraya geliyorsun aşağılık hırsız? Öf, be! Neyse ki, onlar sayesinde senin bu işe yaramaz cesedin bile para eder.”

   Müşteriler arasında gezinen köle kızlara öfkeyle, “Lan fahişeler,” diye seslendi. “Hemen siparişleri dağıtın ve cesedi arka odaya diğerlerinin yanına götürün.”

   Köle kadın çalışanlar müşterilerin tacizleri arasında işlerini hızla bitirerek cesedi arka odaya taşırken barmenin ağzından çıkan sözler Marck'ın ilgisini çekmişti.

   “Hey, barmen. Bu cesetlere biri para mı veriyor?”

   Çatık kaşlı barmen, kollarını göğsünde birleştirerek başıyla onayladı. “Cübbeli bazı herifler bunlar için para ödüyor. Kara Bağ mı, ne diyorlar kendine. Niye soruyorsun? Sen de mi ceset satacaksın?”

   Marck, elini belinin arkasına yavaşça götürürken, “Hayır,” dedi. “Ama, böyle küstahça konuşmaya devam edersen seni onlara satabilirim.”

   Barmen, egosundan ödün vermeden eline bir kâğıt ve kalem aldı. Ardından, bir şeyler karaladıktan sonra dedektifin önüne verdi. “Bu adrese giderek cesedini alacakları mekânı ve saat kaçta gelmeleri gerektiğini söyle. He, tabii bir de hangi gün geleceklerini. Ardından, onlar belirttiğin gün ve saatlerde o mekâna gelir cesetlerini alır. Anladın mı? Artık, işime bakmam lazım. Beni daha fazla meşgul etmeyin.”

   Marck, kâğıdı pantolonunun sağ cebine attıktan sonra ustasına döndü ve gözlerini devirerek, “Zaten ne sandıysam,” diye yakınarak yerinden kalktı. “Şerefsiz ihtiyar bu seferde sigaralarımı araklayarak tüymüş. Senin gibi ustanın...”

   Marck, tam ustasına sövmeye hazırlanıyordu ki tezgâhın üzerinde sadece dedektifler arasında kullanılan özel bir dilde bir şeylerin yazdığını fark etti.

   [Kara Göz ve Kara Bağ arasında bir savaş çıkacak. Eğer, kanı kime verirsen savaşı o kazanır. Ama, unutma ki iki türlüde senin gibi işe yarar piçler öldürülecek.]

   “Bana böyle bir şey önermesi... Yapacak bir şey yok. Önce, şu adrese gideyim de Kara Bağ'ın bazı boklarını ortaya dökeyim.”

   Marck, mekândan ayrılırken birçok bakışın kendisine dikildiğini gayet iyi biliyordu, ancak buna aldırış etmeyerek kendi yoluna baktı. Ve karanlık koridorda gözden kayboldu.

 

   Dur bakalım orda.

   Dedektif, arkasını dönerken kuşkulu bakışlarını pis pis sırıtan kalabalığa çevirdi.

   “Ne var?” belindeki silahına eli sıkıca sarıldı.

   Kalabalığın ön saflarındaki ukalâ yüzlü, kaslı bir herif yumruklarını iç içe geçirmiş parmaklarını çıtlatırken ağır adımlarla dedektife doğru yaklaşmaya başladı.

   “Hiiç, n'olsun? Ustana gösterdiğin o siyah sıvı oldukça değerli gibiydi. Bizim de görmemize izin verir misin? Sonuçta, böyle değerli şeyleri hep bulamıyoruz.

   Dedektif, elini belinden çekerek rahatladı. “Siz, çocuklar gerçekten beni korkuttunuz. Tabii ki de bakabilirsiniz.”

   “Yaa, sağol Mar-” başına yediği kurşunla sözü yarıda kesildi.

   Silahın namlusundan duman tüterken, “Al gördün işte,” dedi. Yere kanlar içinde yığılan serseriyi gören kalabalık bir anlığına şaşırsa da hızla öfkeyle toparlanarak dedektifin üzerine çullandılar.

   “Lan, Marck piçi! Nasıl yaparsın bunu?”

   Öfke patlaması yaşayarak üzerine gelen kalabalığı gören dedektif hızla karanlık koridorda son sürat koşmaya başladı.

   “Nere kaçıyorsun lan it yavrusu!”

   Kalabalık, dedektifi karanlığın içinde takibe almışken üstün körü koşuyorlardı. Hiçbirinin etrafı görebildiği yoktu. Ancak, öfke gözlerini öyle bir kör etmişti ki başlarına gelebilecek tehlikelerden bihaberlerdi. Ve içlerinden birinin kafasına giren kurşunla birlikte duygularıyla karar vermenin cezasını içlerinden biri ödedi.

   İnsanlar bir anlığına durup yere serilen siyah figürü seyrettikten sonra ayaklarının altına akan yapış yapış, sıcak sıvının ne olduğunu çok geçmeden anladılar. Ve birinin daha kafasına kurşun girerek yere yığıldı.

   “Lanet olsun! Hemen, biri ışık tutsun.”

   Kalabalık da oluşan kargaşadan yararlanan dedektif iki kişiyi daha öldürdükten sonra koridorun ilerisine nihayet biri çağ dışı bir el fenerine benzer bir cihazla koridoru aydınlattı. Ancak, dedektif ortalıkta görünmüyordu.

   “Yukarı, yukarı.”

 

   Anında kılıçlar çekildi ve saldırılar art arda gerçekleşti. Ve komutlarda gelemeye devam etti ancak ışık tutulduğunda insanlar sadece birbirlerini kesip, biçmişlerdi.

   “Nereyi söylersem oraya mı saldıracaksınız? Siz... gerçekten aptalsınız.”

   Bu sefer, insanlar komutu dinlemeyerek sese kulak verdiler ve arkalarını döndükleri gibi karşılarında yeşil yeşil parlayan gözlerle kendilerine bakan dedektifi gördüler.

   Dedektif, daha önce yüzüne takınmadığı şeytani gülüşle kıkır kıkır güldükten sonra kulak tırmalayan çığlıklar atarak ileriye doğru iki büyük adım attı ve duvara sıçrayarak duvarın üzerinde dört ayak koştu. İnsanlar, korku ve endişe içinde ne yapacaklarını bilemezken kalabalığa liderlik eden kaslı herif öne atılarak duvardan tam üzerlerine sıçrayan dedektife sol direği salladı.

   Dedektif, insanüstü kıvrak bedenini yumruğun etrafında sanki bir hava akımıymış gibi döndürerek adamın önünde belirdi. Ve uzun tırnaklarını düşmanının gırtlağına geçirerek adamı kendi kanında boğularak ölmesine sebep oldu.

   Düşmanı aciz bir şekilde yerde kıvranırken diğer insanlar son çare olarak kılıçlarını doğrulttular ve Marck'a doğru saldırıya geçtiler. Fakat koridorun yapısı toplu bir şekilde saldırmaya veya büyü yapmaya el verişli olmadığından duvardan duvara atlayan ara sıra tavan çıkıp içlerinden birine arkadan saldırması yüzünden insanlar bir türlü tek bir dedektifin üzerinde hakimiyet kuramıyorlardı.    

 

...

  

   Uzman Çavuş Anakartalı Poras Tales Chin, büyük bir birlikle beraber ihbar üzerine hem kaçak askerlerin peşine düşmek hem de yakın zamanda toplu katliamın gerçekleştirildiği tavernayı kontrol altına almak için yola çıkalı yaklaşık bir gün olmuştu. Birliğin büyüklüğüne nazaran hızlı ilerleseler dahi tek başına giden bir atlı kadar hızlı değillerdi. Düzeni bozmadan ilerlemek oldukça zorlu bir işti ne de olsa.

   [Tümgeneral, umarım size verilen emirleri en iyi şekilde yerine getirir ve benden daha uygun gördüğünüz kişiyle tanışma şerefine nail olurum.]






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46916 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr