Havanın kararmasıyla bir köşeye geçip dinlenen William Black’un aklına tavernadaki yaşlı adam geldi. Askerler tarafından tutuklanırken bile adamın kararlı duruşu ve en önemlisi kendisine verdiği bilgi.
[Orada Kara Bağ’ın Kurucusu Flame’yi bulacağımı bildiği için oraya gitmemi söylediğine adım gibi eminim. Ama neden? Kesinlikle sıradan bir adam değildi veya güçsüz. Başıma nasıl bir iş aldığımı bilmiyorum ama hiç yoktan görevi tamamladım. Artık, ihanet zamanı.]
Bulutların huzurla dans ettiği karanlık gece de yıldızları görme umuduyla başını kaldırıp gök kubbeyi taradı ve aniden bir varlığı karşısında gördü. Parıl parıl parıldayan bembeyaz bir kurt… Dört ayak üstünde bile yetişkin bir erkekle yüz yüze gelebilecek kadar büyük olan bu kurt havada asılı dururken şövalyeye baktı.
“Görevini layıkıyla tamamladın. Artık, Tanrı’nın bedeni olabilirsin. Hadi, sırtıma bin ve gidelim.”
William ayağa kalktı ve parmaklarıyla kurdun kürkünü tutarak kurdun sırtına çıktı. Ve kurt Ay’a doğru koşmaya başladığında çocuk şaşkın bakışlarıyla göğe doğru kurdun sırtında yükselen adama baka kaldı.
Kurt bulutları geçip fanilerin yaşayamayacağı kadar yükseldiğinde etraflarını beyaz bir ışık kapladı ve William’ın gözleri önünde bir dizi bembeyaz merdiven ilişti. Merdivenlere bakarken bakışlarını yukarıya doğru kaldırmaya devam etti ancak merdivenler görüş alanından çıkmadı. Ta ki, en tepedeki varlığı görene dek.
Porselenden yapılma içi boş devasa bir maskenin boş göz çukurlarında iki kırmızı nokta belirdi. Ardından maskenin altından sızan beyaz sıvı merdivenlerden aşağıya doğru ağır ağır inmeye başladı lakin sıvı o kadar parlaktı ki beyaz merdivenler bile sıvının yanında griye benziyordu.
Nerden geldiği anlaşılamayan ve hiçbir cinse, ırka veya mantığa ait olmayan bir ses, “Benim ol,” dedi. Ama ses kafasının içinde mi yankılanıyordu yoksa dışarıdan mı geliyordu anlayamadı.
“Varoluş Savaşı’nda çoktan ölmüş William Black. Artık, huzurla cennetime girebilirsin. Ben de senin bedeninde insanlığa yardım edebilirim.”
Merdivenleri inmeyi bitiren sarı sıvı bir yılan gibi ayaklanarak yükseldi ve kara kılıç sıvıya saplanarak yere mühürledi.
“Beni aptal mı sanıyorsun? Asla sana bu bedeni vermem! Ben yaşamaya devam edeceğim, sen ise gebereceksin.”
Hiçbir ses çıkmadı. Ebedi sessizliğin ortasında önce devasa porselen maske parçalara ayrıldı, ardından merdivenler… Bomboş beyaz bir sayfanın ortasında kalan mürekkep lekesi gibi bir başına olduğu yerde dururken sayfa yırtıldı ve etrafının ellerinde uzun saplı iri baltaları olan, sağ elleri delik, yüzsüz, cılız ve uzun boylu varlıklar tarafından sarıldığını gördü.
Etraf kozmolojinin en güzel fotoğraf karelerinde biri gibiydi ve burada ne ses vardı ne de tavan… Kara kılıcının ardından bedeni de zırhıyla kaplanarak William kılıcını iki eliyle tuttu ve çıt dahi çıkmayan savaş başladı.
…
Flame şarabından keyifsiz keyifsiz bir yudum alıp hemen yanındaki sehpanın üstüne bıraktı. “Umarım Bay William çabuk gelir. Yoksa işimiz çok zor olacak.”
Gölgelerin içinde saklanan varlık adamın arkasına geçti.
“Prens’in tasması artık elinizde olamaz ve prensin iktidarlığını tehdit edecek aileler de yeni varisler göndermeye devam edecek.”
Flame oflarken başıyla onayladı. “Fukata, Shikimari ve Elladan Hanedanlıkları Osweld Hanedanlığı için büyük bir tehdit olarak kalmıyormuş gibi Ejder doğanlar tarafından sevilen Aka ve Yerad Aileleri de sahaya inecek. Mith ve Aka’nın öldürülmesinin intikamını eminim Osweld Hanedanlığı’ndan alacaklardır.”
“Şu an, ülkeyi geçici olarak yöneten Orgeneral Hades Vyu Black’in krallığı Osweld, Fukata, Shikimari ve Elledan’a böldürmesinin ne kadar doğru bir hamle olduğu zaman geçtikçe daha da belirginleşiyor.”
Flame yarım bıraktığı şarabından tekrar bir yudum alıp dudaklarını ıslattı. “Bu aptal asillerin umursadığı tek şey para olduğundan bu bir nevi özerk bölgeler kimsenin umurunda değil. E, kral da ölmek bilmedi bir türlü.”
“Peki biz ne yapacağız?”
Flame bu soruyla beraber gülümsedi. “Bir aslanı ancak başka bir aslan avlaya bilir. William’a bu yüzden ihtiyacımız var. Eğer, Kara Göz’ün bilgilerine erişmek istiyorsak Draak Pratestanya ölmeli.”
“O zaman izleyip göreceğiz.”
“Hayır. İçimizdeki hainleri temizleyeceğiz.”
…
Taverna’ya vardığında kapısı kapalı olan, ıssız bir yere benziyordu. Dağlık bir arazinin ortasında ve küçük bir koruluğun içinde olan Patrick Tavernası’nın kapıları bir orduya açıldı. İçerdekileri içlerine doğru sıçarlarken Tales tavernanın yüzü, eli, göğsü ve akla gelebilecek her yeri dövmeyle kaplı yeni barmeninin karşısına geçti.
“Burayı artık sen işletiyor gibisin. O zaman, söyle bakalım… Patrick’in cesedi nerede?”
Dövmeli adam, “Yerin altındaki mahzendeki fıçıların birinde,” dedi.
“Doğru ya… sizlerin adetiydi değil mi? Kazandığın para senin mezarın olur.”
Dövmeli başıyla onayladı. “Aynen öyle. Kafası fıçının içinde yüzüyor.”
“Kafası derken? Bedeni nerede?..”
Dövmeli iç çekerek kendisine ve Tales bir bardak içki doldurdu. Bardak temizdi üstelik.
“Biz geldiğimizde kafası bedenine ağır gelmiş olacak ki, yerdeydi.”
“Ya diğerleri?”
“Onları da… sattık.”
Tales başını yana yatırdı. “Satmak?.. Ölü adamları kime satabilirsin ki?”
Dövmeli adam bir kâğıda adres yazdı. “Buradan kendilerine bilgi verebileceğimizi söylediler. Hani başka bir ceset olursa diye. Ne yapacaklar en ufak bir fikrim yok ama katliamı duydukları gibi gelmiş olmalılar.”
Tales notun cebine soktu ve arkasını dönüp giderken, “Hepsini öldürün,” dedi.
İçine doğru sıçan korkaklar bir anda ayaklanıp çaresizce saldırmaya çalışırlarken dövmeli barmen arkasındaki içki fıçılarını sonuna kadar açarak altına geçti ve bardağındaki içkisini içmeye devam etti. Ve sıra ona gelince kellesi yere düştü. Cesedi içkiyle yıkandı.
…
Anakarta’nın şaşaalı kapısından geçen Bhor içeriye girdiği gibi yüzüne esen sıcak hava suratındaki tüm gözenekleri kurutmuştu adeta.
Tümgeneral, yorgun bir gülümsemeyle iç çekti.
[Hoş buldum Anakarta. Hoş buldum… Varoluş Savaşı’nın düşmeyen kalesi…]
…
Gelen yeni birliklerle beraber gücüne güç katan Onbaşı Alexander Düveyn Kasabası’nda sağlam bir askeri birlik kurdu. Osweld Hanedanlığı’nın en fakir ve en az nüfusa sahip olan yerinin bu kadar fazla askerle korunmasını garipsese de görevini layıkıyla yerine getirmeye devam ediyordu.
Alexander, yapması gereken en uyuz işleri sona bıraktığından tıraşlı sivri çenesi okşayarak insanlara seyrediyordu.
[Kollarını kaybedenler işime yaramaz ama öylece askerlerimi bir kenara bırakamam. En iyisi ailelerini buraya getirtmek. En azında üstüm olan biri gelene dek bunu yapmalıyım. He, bir de Movay var. Onu da anavatanına yollamam lazım. Yoksa o çocuğu elimden alıp bir savaş makinesi olarak kullanırlar kesin. Ulan, hem onbaşı olduk hem de emrimizden yirmi binden fazla asker var. Bu iş baya canımı sıkıyor. Her an üst rütbeli bir komutan gelebilir. En kısa sürede işlerimi halletmeliyim.]
…
Prens, zenginlikle dolu sarayın bir o odasında bir bu odasında zevkine zevk katarken hizmetçilerinden biri şahsı adına gelen zarfı kendisine uzattı. Üzerinde Aka Ailesi’nin mührü vardı. Zevkle dolu gülümsemesi gördüğü zarfla solarken hemen içini açtı ve acıyla elini geri çekti.
“Lanet olsun…” aceleyle açtığından baş parmağını kesmişti. Genç Prens mektubu zarftan çıkardı ve okumaya başladı. Gözleri satırların üzerinde hızla akıp giderken bir dakikanın sonunda durdu ve kâğıt parmaklarının arasından kayıp gitti.
“Varislerinin ölümü için kefaret istiyorlar.” Yüzü öfkeyle kırışarak ayağa fırladı. “Ben mi dedim size varisinizi kahraman yapın diye! Madem bu kadar önemli biriydi tek başına dolanmasına izi vermeseydiniz! Çok da s*kimde lan!”
Öfkeyle odanın içerisinde dönüp dolaşıp küfürlerini yağdırmaya devam ederken kapı tıklatıldı.
“Ne?!”
“E-efendim… size bir mektup daha var.”
Prens kendi gidip kapıyı açtı ve zarfı hizmetçinin elinden söküp alarak kapıyı suratına kapattı. Ve bu seferde Yerad Ailesi’nin mührünü gördü.
“Bitmek bilmiyor o… çocukları.”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..