SEZON 1 – 9: HÜZÜNLÜ KARA TOPRAKLAR

avatar
177 0

KARA ŞÖVALYE - SEZON 1 – 9: HÜZÜNLÜ KARA TOPRAKLAR


Tanrı nedir? Her şeye gücü yeten, ebedi ve ezeli olan, sonsuz merhamet sahibi, her şeyi bilen kişi midir? Peki ya bunlara sahip başka varlıklar varsa. İnsan kendi düşünce ve hayallerini sadece gördükleriyle temellendirerek yeni şeyler üretebilir. Peki ya Tanrı diye anılan varlık veya varlıkların üstünde başka bir diyar varsa. Belki de sadece iki Dünya arasında kalan aciz varlıklardır.

William Black; öldüğünde ilk duyduğu sesi melek, hissettiği sıcaklığı cennet ve gördüğü varlığı Tanrı sanmıştı. Ama o varlığın siyah kanıyla bezenen bedeni Dünya’ya indiğinde etrafında tuhaf iki yaratık, ceset ve iğrenç bir koku vardı. Tabii bedenini saran ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen gücüyle beraber…

O günden beri sınırlarını hep merak etti içten içe. Ve artık biliyordu. Ne olduğu belirsiz varlıkları katledip porselen maskeyle bir başına kaldığından beri biliyordu. O… bir Kara Şövalye’ydi. Tanrılar, Şeytanlar veya efsanevi canlılar hiçbir şey onun kudreti ve hiddeti karşısında duramazdı. William kılıcının varlığını zar zor devam ettirirken karanlık parça parça yere düşüyordu ve maske parçalanarak bir kadın suretini ortaya çıkarttı.

İçli ve mayışmış bir sesle esneyerek beyaz ve uzun kirpiklerini kırptı. Karşısındaki savaşçıya birkaç saniye öylece altın sarısı gözleriyle baktıktan sonra yerde adeta süzülerek tül gibi üzerinde duran elbisesinin ardındaki kanatlarıyla adamı sardı ve alnından öptü.

 

“Neler olduğunu elbet anlayacaksın. Ama şimdi dinlen, olur mu?”

 

Adam, sıcak kollardan kurtulmak için ufak bir çaba gösterdi ama göz kapakları kendisi gibi düşünmüyordu. William uzun zamandır hatırlayamadığı bir rahatlıkla uykuya daldı ve ellerini gevşetti. Kendisini saran bu huzurda neydi? Bu huzur öyle yüce öyle yoğundu ki hayat, savaş veya herhangi bir şey aklının ucundan dahi geçmiyordu. Tıpkı ölüm gibi.

Adamın gözleri öfkeyle kavrularak açıldı ve kadının omuzlarından tutarak itekledi ancak kadın adamın kafasını göğsüne bastırarak daha da sıkı sarmaya başladı.

 

“Seni…”

 

İki eliyle havayı kavrayarak kılıcını oluşturduğu anda kılıcı kadının göğsünü deldi ve bir anlık gevşeyen kollardan başını aşağıya çekerek kurtarıp hemen geriye birkaç adım attı. Ve kadınla arasına mesafe koydu fakat beklediği gibi karşısında korkunç bir varlık veya öldürme arzusuyla yanıp tutuşan biri yoktu. Tam tersi gözleri yaşlı ve aciz bir varlık vardı.

 

“Lütfen… lütfen daha fazla ileriye gitme.” Kadının sesi buruktu. Cümleler boğazından cımbızla çıkartılıyordu adeta. “Bunun ilerisi ne senin için ne de Dünya’n için iyi olmaz. Lütfen, evrenin dengesini daha fazla bozma ve burada benimle kal. Kapıyı koru.”

William bakışlarının bulanıklaşmasıyla yana doğru boş bir adım attı ama kendisini tutarak kadının gözlerinin içine baktı.

“Ben, bir insanım ve burada kalmak gibi bir amacım yok. Ve şimdi geri döneceğim. Çabuk bana yolu göster.”

Kadın omuzlarını silkerek başını yana yatırdı ve yorgun bir gülümsemeyle, “Olmaz,” dedi. “Eğer burası korunmazsa her şeyin sonu geldi demektir. O yüzden ya burayı kendi rızanla korursun ya da burada tıkılı kalarak zorla korursun.”

“Buraya tıkıldığımda bir şeyleri koruyacağımı mı sanıyorsun?”

“Hayır, ama buraya gelenlerin burada birinin durduğunu görünce selam verip geçmeyeceğini gayet iyi biliyorum.”

William iç çekerek alnını kaşıdı. “Çıkışım yok gibi. Peki, bu bahsettiğin koruma tam olarak ne?”

Kadın avuç içlerini göğüs hizasında aniden birleştirerek gülümsedi. “Tabii anlatırım. Öncelikle buraya Zaman Düğümü denir. Burada diğer Dünyalara açılan tüm kapılar bulunur.”

“Yani? Hepsi bu kadar mı?”

“Tabii ki de hayır. Bizler bu kapıyı koruyarak Dünyalar arasındaki ruh dengesini sağlarız. Birisi bir yerde ölürse başka bir Dünya’da tekrar doğar ama anılarıyla değil tabii ki. Anılarını diğer görevliler korur.”

William, “Tuhaf,” dedi. “O zaman ben… daha önce başka Dünyalar da mı bulundum?”

“Aynen öyle. Ama emin ol bunların hangi Dünyalar olduğunu bilmiyorum ama burada olmandan anlayabilirim ki sen bir veya iki farklı Dünya’da bulunmuş olmalısın.”

“Nasıl yani? Anlamadım.”

Kadın eliyle adama bir tarafı işaret etti ve aniden orada kırmızı bir halı belirdi, halı sonsuzluğa kadar uzanıyordu adeta. “Hadi, yürürken konuşalım.”

İkili beraber halının üzerinde yürümeye başladı ve kadında kaldığı yerden devam etti.

“Şöyle ki, bazı Dünyalardaki varlıkların ömrü inanılmaz uzun. Yani onlardan birinde ilk yaşamına, ardından diğerinde de ikinci yaşamına başlamış olabilirsin. Ama emin ol, o kadar çoklar ki bunlardan hangisidir en ufak bir fikrim bile yok. Tabii senin az çok olabilir.”

“Böyle gizemli konuşmaktan hoşlanıyorsun değil mi?”

Kadın yüzünü yola doğru çevirirken gülümsedi. “Belki. Neyse, demek istediğim. Gördüğün bazı rüyalar çok gerçekçi değil mi?”

Adam konunun nereye bağlanacağını merakla bekleyen bir ifadeyle,” Evet,” dedi.

“İşte! O anılar senin önceki yaşamından kareler. Çok ilginç değil mi?”

“Öyle.”

İkili yaklaşık yarım saat yan yana yürüdüler ve bir şeylerin olmayacağına William kanaat getirince kadına göz ucuyla bakıp, “Benim geri dönmem lazım,” dedi. “Burada boşa vakit harcayamam.”

“Biliyorum, biliyorum. Açıkçası şu an hayatının en önemli anlarını yaşıyorsun ama neyse… Kesinlikle geri döneceksin. Tabii, gerçekten bu vazifeyi kabul ettiğini resmiyete döktüğümüz zaman.”

“Resmiyet?..”

 

 

   Ay’a doğru beyaz kürklü bir kurdun sırtında giderek gözden kaybolan adamı şaşkınlık ve imrenen bakışlarıyla seyretmişti ve tek başına kaldığı çok geçmeden anladı. Çocuk, ağacın altına uzanıp kollarını göğsünde birleştirdi ve Ay’a bakmaya devam ederken adamın geri geleceğini umdu. Ancak kimse gelmedi.

Çocuk oflayarak yanaklarını şişirdi. “Canım çok sıkıldı ya. Nerede kaldı bu? Acaba hiç gelmeyecek mi?”

Çocuk beklemeye devam etti ama gözlerinde tedirginlik vardı. Aniden yerinden fırladı ve etrafına bakınırken ellerini bedeninde gezdirmeye başladı.

“Ne olur ya? Bir şey mi ısırdı? İçim… Of! Yanıyorum ya!”

Çocuk kendisini bir o yana bir bu yana atarken bedeni daha da ısınmaya başladı ve hemen ayakkabılarını, tişörtünü ve pantolonunu çıkardı. Ancak bedeni daha da ısınarak beyaz bir ışıkla kaplandı ve bir anda yok oldu.

 

 

Ela gözlü, esmer bir kadın at arabasının arkasındaki fıçıların arasına saklanarak öylece boşluğa bakıyordu. Belki evsiz kalmıştı, belki de azılı bir suçlu. Yüzüne baksalar kadına sadece acırlardı ki, o da bunu iyi kullanıyordu. Veya öyle mi sanıyordu?

At arabasının süren şerefsizin yüzündeki ifade pek de hayra alamet değildi ama ileride gördüğü şık takım elbiseli iki sarışın adamın gülüşleri içine kurt düşürmüştü.
Soldaki adam elini kaldırarak arabacıya durmasını işaret etti ve arabacı önce yutkunup sonra da arabayı durdurdu.

Arabayı durduran adam hemen arabacının yanına yaklaşıp, “Merhabalar,” dedi. “Biz, bir kaçağı arıyoruz da acaba buradalar mı?”

Arabacı karşısındaki herifin soluk beyaz tenli olmasından oldukça ürktüğü bakışlarından okunuyordu.

“N-neden sordunuz?”

Adam kapalı gözlerini aralayarak arabacıya baktı ve kırklı yaşlarındaki adam tepki bile veremeden taşa dönüştü.

Kırmızı kehribar gözlü adam, “Keşke yalan söylemeseydin,” diye yakındı ve yanındaki diğer eleman sağ eliyle arabaya dokunduğu anda arabayı saran siyah böcekler kemirmeye başladı. Ve esmer tenli kadında arabadan sıçrayarak kaçmaya başladı. Lakin kehribar gözlü adam kadının karşısında duruyordu.

“Taşa dönüşmediğine göre sen Anna Blood’sun, değil mi?”

Ela gözlü esmer kadın iç çekerek başını sağa sola salladı ve bedeni renk değiştirerek eski haline döndü.

“Beni nasıl bu kadar çabuk bulduğunuzu sorabilir miyim acaba?”

“Flame Hentroka’ya ihanet etmiş senin gibi bir haine diyecek pek bir şeyim yok ama geçmişte yaptığın hizmetler için sana ufak bir bilgi vereyim. Bizlerin bir ismi yok ve buna ihtiyacımız da yok. Prensi senin gibi kılık değiştirmiş, vampirleri asillerin yerine koyarak desteklediğimizi gayet iyi biliyorsun değil mi?”

“E, yani. Sonuçta o adamları ben yetiştirdim.”

Kehribar gözlü adam başını yukarı aşağı sallarken, “Güzel, güzel,” diye sayıkladı. “O zaman… şunu da bil Anna Blood. William Black’in seni öldürmemesinin sebebi Yüce Flame Hentroka’nın isteğiydi. Çünkü sen, Kara Bağ ile alçakça bir anlaşma yaptın. Ceset topladın!”

Anna’nın sağ omzunu diğer eleman kavradı. “Kusura bakma ama… bu biraz acıtacak.”

Kadın hemen omzunu adamdan kurtarsa da böcekler bedeninde hızla sayılarını arttırarak kemirmeye başladı ve acı dolu çığlıkları dinmek bilmedi.

 

 

 

Anakartarlı Uzman Çavuş Poras Tales Chin, yanına aldığı üç adamıyla beraber insanlar arasına karışarak notta yazan yere doğru yolculuğa çıktı ve yolculuğun sonunda kendisini Osweld Hanedanlığının batısındaki Shikimari Hanedanlığı’yla olan sınırda bulunan devasa bir çukurun içine inşa edilmiş Vadul Şehri’nin girişindeki asansörde bulmuştu. Sıradan görünüşlü Uzman Çavuşun nereli olduğunu ele veren koyu teni dışında kimse onu tanıyamaz veya tehdit olarak göremezdi. Genelde sesi çıkmayan bu adam insanlar arasında bile pek bilinmese dahi daha üst rütbeler verilmemesinin sebebi kendisinin istememesiydi. Çünkü o bilinmek istemiyordu. O, gölgelerde yaşamak istiyordu. Belki de bu kararı ona verdiren çocukluğunda yaşadıklarıdır, kim bilir?

 

Tales, üç astıyla berabe Vadul’un ilk sokaklarını kaplayan tüccar çadırlarını ayrılarak gezmeye başladılar ve Tales sol gözü yerine içerisinde uğur böceği olan şeffaf bir küre vardı. İstemsizce yaşlı adamın gözüne dikkatlice bakınca yaşlı adam beyaz, kirli sakallarını eliyle okşadı.

“Bir isteğin mi var beyim?”

“Yo, hayır. Sadece… şu sol gözünün hikâyesini merak ettim.”

Yaşlı adamın suratında ufak bir gülümseme meydana geldi ve yaşlı adam başını öne hafifçe eğerek sağa sola salladı. Ardından ellerini arkadan bağladığı saçlarının üstünde gezdirerek, “Kiraladım,” dedi. “Buralarda yaygındır. Güneş Hücreleri için herkes bir şeyini kiralar. Ben de sol gözümü kiraladım. E, iki tane yok mu zaten? Biriyle idare ederim ben canım.”

Tales’in kaşları arasında iki dik çizgi belirdi.

“Siz Anakartalılar memleket aşığısınızdır ama bu tarz şeylere yabancısınız aynı zamanda. Bizler, Güneş’e maruz kalamadığımızdan Güneş Hücreleri’ne ihtiyaç duyarız. Merak etme, yasal olmayan bir iş yapmıyoruz.”

Tales adamın kurduğu tezgâhtaki alet edevatların üstünde göz gezdirdi.

“Beni yanlış anlama Amca. Sadece, benim için oldukça tuhaf bir durum, alışamadım. Hepsi bu. Neyse… şu silahta neyin nesi?”

Yaşlı adamın, yağlı yüzünde güller açarken ucu koni şeklinde spiral bir kanal bulunduran silahı eline aldı. Ardından horoz kısmında bulunan yuvarlak boşluğa dikdörtgen şeklinde ufak mavi bir tüpü döndürerek sabitledi.

“Burada buna Cızırtı derler. Eğer tetiğe basarsanız tüpteki malzemeyi bu gördüğün spiral kanallarda gezdirerek kızdırır ve saf büyüyü negatif büyüye çevirir. Tabii, etrafın oldukça ısınmasına ve… bazı büyülü cihazların bozulmasına neden olabilir. Ama, unutma… bu silah sayesinde ölümcül bir zehir veya…”

“Kullanışlı bir yakıt üretmiş olursun. Makinelerdeki ateşlenme gücü için negatif büyüye ihtiyaç duyarlar. Ama üretilmesi hem çok zor hem de çok maliyetli olduğundan teknoloji uzun zamandır durağan bir döneme girdi.”

Yaşlı adam Cızırtı’yı tezgâhın üstüne koyup, “Aynen öyle!” diye bağırdı. “Beyim, siz de az bilgili değilsiniz he? E, nede olsa Anakartalı biri için gündelik bilgiler bunlar.”

“Bende çok şaşırdım Amca. Cihazın eksik yanlarını söyleyeceğini tahmin etmemiştim.”

“E, ne derler bilirsin: Götündeki dona değil, Vadullu Ustalara güven.”

Tales hiçbir duygu emaresi bulunmayan mahkeme suratıyla yaşlı adama bakmaya devam etti ve yaşlı adam oflayarak omuzlarını düşürdü.

“Ne sıkıcı bir gençsin be. Zerre muhabbete gelmiyorsun. Neyse, bana bunun için ne verirsin?”

“Bir şey alacağımı söylemedim.”

Yaşlı adamın yumuşak yüzü aniden sertleşti. “Be, götüm! Neden beni konuşturuyorsun o zaman? Git, kendine içmek için partner bul. Göt herif.”

Tales hiçbir şey demeden arkasını dönüp çadırdan çıktı ama yaşlı adam arkasından saymaya başladı. “Hayret bir şey ya. Bana ulan, bana!.. Sempatik Vigor’a yapılır mı bu?”

Tales içinden hiçbir şey demedi ama çadırın içinde olan birkaç kişinin aklından “Ahtapotla kalamarın çiftleşmesinin mahsulü gibi gözüken birine verilecek lakap mı lan bu?” diye geçirmişlerdi. Vigor, inanılmaz çirkinliğini görmemesinin tek nedeni aynasının olmaması ve bu inanılmaz çirkinliğinin Vadul sınırları içerisine kalmasının tek nedeni de böyle bir çirkinliği not edecek yazarın veya gezginin bulunmamasıydı.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44795 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr