Güneş, gökyüzündeki vadesini doldurmuş, yerini Ay'a bırakmıştı. Gece kuşlarının sesleri etrafı süslerken ortalıklarda hiç kimse yoktu.
Aduro ise uyumaya çalışıyorken bir yandan da babasının onu kontrolü etmemesi için dua ediyordu. Babası ile en son üç hafta önce görüşmüştü. Ondan sonra hanedan dışına çıkmıştı. Ağabeyi Payah ile. Konu açılmışken, Aduro ağabeyi Payah'ı düşünmeye başladı. Yaşı küçük, dikkati çok kolay dağılıyordu.
Payah, Payah, Payah... Aduro'nun biricik ağabeyi, babasının gözdesi.
Aduro, Payah'ın tam bir gösteriş delisi olduğunu düşünüyordu. Çünkü ne zaman babasıyla antrenman yaparsa yapsın,ortalıkta birileri varsa atmadığı takla kalmıyordu.
Bir de küçük kardeşi Kokta vardı. O Payah kadar pis değildi. O bir melekti. Ne Payah kadar gösteriş delisi ne de Aduro kadar budala değildi. O, işlenmeyi bekleyen bir cevherdi.
Aduro gözlerini tavana dikmiş bunları düşünürken kapının ardından sesler işitti. Çıkarttığı seslere kulak verdiği vakit, gelenin babası olduğu belliydi. Hemen uyumuş gibi yaptı, nasıl yapıyorsa artık.
Normalde uyuyanlar soluğunu tutmaz ama Aduro yapabilse kan akışını durduracaktı.
Odanın kapısı yavaşça aranırken, hayret bu sefer gıcırdamadı, Kapının Ardında bir portre beliriverdi.
Kilolu, kafasında iki tel saçı kalmış orta yaşlı adam, gözleri ağlatıyordu...
Aduro'nun babası oğluna adım adım yaklaşırken bir yandan da uyuyup uyumadığını anlamaya çalışıyordu. Aduro, uyumak nedir bilmez bir çocuktu. Kendisi ve karısı uyuduktan sonra, gece kalkıp sabaha kadar kılıçlarla oynadığından beri, onu kontrol ediyordu. Kılıçlar onun için önemliydi. Geçim kaynağı idi, itibar aracı idi. Daha nice şey idi... Aduro'nun bunu bozmasını istemiyordu. Hiç.
İçte bu yüzden Aduro ilk sırayı kaçırıyor, Payah ise tahta oturuyordu. Babasının biricik ortağıydı o. Kılıçtan anlar, sıkı pazarlık eder, kar sağlardı. İyi de dövüşürdü ha. İleride yaşlanınca ona o bakacaktı. Aduro zaten o Uya mı Muya mı orada bir şeyler yapıp sakat kalacaktı, ağabeyine yük olacaktı... Ohoo, Aduro'nun biletler yanık... Payah'ın ki ise ışıl ışıl parlıyor birader. Lord olacak mübarek.
Aduro'un yanına gitti. Şöyle güzelce süzdü oğlunu. Uyuyup uyumadığını anlamak için biraz daha orada takıldı. Sonra aşağı indi. Ne yapacaktı ki?
Aduro, babası gittikten sonra derin bir nefes aldı. Çünkü nefesini tutmaktan morarmaya başlamıştı. Ha ha! Babası yutmuştu! Artık her istediğini, ses çıkartmaktan başka, yapabilirdi. İlkin temkinli adımlarla gaz lambasını eline aldı, çıt bile çıkartırsa babasının onu yakalayacağını adı gibi biliyordu.
Gaz lambasını yakmayı başardıktan sonra yatağının üstüne usulca yerleştirdi. Yanına da sandığı. Sandığı iyice bakmak, zayıf bir noktası olup olmadığını görüp açmaya çalışacaktı.
İlkin demir veya çelikten olduğunu düşündüğü iskeleti inceldi. Bir kaleyi canları pahasına koruyan gardiyanlar gibiydiler. Sağlamlardı. Kolay kolay parçalanmamaları gerekiyordu. Belki, belki bir çekiçle yerlerinden oynarlardı. Aduro, zihninin boş sayfalarından birine bunu not etti.
Sonra, kahverengiyi az geçen tahtaları inceledi. Bunlar iskelet kadar olmasa da dayanıklıydılar. Belki bunları kırabilirdi ama bunu denediği için bir daha yapmamaya karar verdi. "Belki sonra... İskelet kırılırsa bunu yapmama gerek kalmayacak. Umarım işe yarar..."
Biraz aslında çok uzun bir süre düşündükten sonra aklına uçuk kaçık bir fikir geldi. Bu biraz tehlikeliydi ama bu da bir yoldu. Sandığı yakmak! Evet, yakmak! Sandığı nar gibi bir ateşe atıp eriyene kadar beklemek. Cayır cayır, off!
"Sanırım açıktım..."
Aduro odağını yavaş yavaş yemek konusuna saptırmıştı ama bu da bir fikirdi. Diğerleri işe yaramazsa bunu deneyecekti. Onun için şimdilik yeterdi. Uyku vakti.
Aduro yatağında arkasını dönünce bir sincap gibi çığlık atmamak için kendini bir hayli zorlaması gerekti.
Yatağının hemen solunda bir pencere vardı. Genelde, bu pencere açık bulunur, etrafı falan seyrederdi. Bazen de Payah'ın nasıl kız arkadaş edindiğini Ama bu sefer bunların hiçbirisi değildi, pencerede ilişmiş bir adam vardı.
Her tarafını siyahla kapladığı için ne yüzü ne de başka bir şeyi seçilemiyordu. Çocuğun kendisi gördüğünü gören adam, "Hey küçük." dedi.
Aduro, sıçradığı için biraz yatakta geri gitmişti. Kendisi toparlayıp adamın yanına emeklediğinde titrek sesiyle, "Sen kimsin?"
Adam bu soruda takılmayıp, "On altın ister misin?" diye sordu.
Aduro, birisini taklit ederek, "On olmaz, on beş."
"On iki altın, elli kuruş."
"Hayır, on beş altın. Eğer devam edersen babamı çağırırım."
Aduro pişkin bir edayla bunları söyledi. Adam ise "Acaba seni öldürsem, fark edilir miyim?" diye düşündü. Ama sonra, "Sıkı pazarlık ediyorsun. Tamam on beş altın."
Aduro kazandığı zaferin verdiği mutlulukla sırıttı. Bilmiyordu ki, ölümle hayat arasındaki ince çizgide yürüdüğünü.
Adam çıkardığı on beş altını çocuğa verip,"Şimdi, sana paranı verdiğim için seninde bana bir şey yapman gerekiyor. " dedi ve oturduğu pencereye nasıl yaptığı bilinmez daha da yerleşti. "Tüccar Awer'i tanıyor musun?"
Aduro, siyahlar içindeki adamın zikrettiği ismi daha önce duydu mu, duymadığımı onu düşündü. Tüccar Awer... Awer... Awer Okara. Aha! Tanıyordu. Babasının bir müşterisiydi.
"Evet?"
"Onu nerede bulabilirim?"
"Neden onu bulmak istiyorsun?"
Aduro, yürümeyi geç avluda kalkmıştı, ince çizgide. Her an düşebilirdi. Her an boğazına bir hançer yeyip acıyla kıvranırken yatağını kana boyayabilirdi. Adam öfkesi bedenini ele geçirmeden, "Onunla işim var."
"Bir şartla söylerim," Aduro kollarını göğsünde kavuşturarak, "On beş altın daha."
"Ah, hadi ama."
Adam istemeye istemeye altınları saydı. Bu çocuk neydi böyle? Onu öldürse daha kolay olurdu aslında. Ama ya yakalanırsa? İşte o zaman hiçbir şey bu küçük çocuğu öldürmek kadar kolay olmazdı.
"Aşağıdaki siyah taşlı bina. Hanın iki bina sağı."
Aduro o ince çizgiden sağ salim çıkmıştı. Ayrıca otuz altını da cebine atmıştı. Hem de hiç bilmediği gizemli bir adamdan. Harika bir gelişmeydi ona göre.
Adam pencerede kıpırdandı, aşağı inecekti. Ayaklarını pencereden aşağı sarkıttı. Anlaşılan Aduro'nun tarif ettiği binayı arıyordu.
Ay, Güneş'i tahtından indirmiş, yerine kendine bırakmıştı. Güneş' in yoldaşları olan kuşlar, arkadaşlarının mağlubiyetini sessizlikleriyle belli ediyorlardı. Hayır, böyle olmamalıydı. Güneş'in yeri gökyüzüydü şu ortasıydı. Başka yer değil.
Ay'ın galibiyeti ise gece hayvanlarını harekete geçirmişti. Karınlarında ziller çalmakla beraber çeşitli midelerden isyan bayrakları yükseliyordu. Av vaktiydi.
Dışarıda bin bir çeşit olay yaşanırken Aduro'nun küçük bedeni uykuya teslim olmak üzereydi. Uyumadan tek bir soru işaretini, noktaya çevirmek istiyordu. Henüz pencereden atlamamış, siyahlarla kim olduğunu saklamış adama, "Adın ne?" diye sordu, uykulu uykulu. Fazla zamanının kalmadığını o da biliyordu.
"Adım... Hmm..." Adam düşünceli gibi davranmaya çalıştı. Sonra omzunun üstünden küçük çocuğa baktı. Yüzünü unutmamak için iyice ezberledi. Bir ara gelip otuz altınını söke söke alacaktı.
"Benim adım Gölge Adam ama bu aramızda tamam mı?"
"Tamam!" Heyecanla bunları söyledi, Aduro. Uykunun kollarında ne kadar heyecanlı olunabilinirse artık...
O gün Aduro için güzel bir gün olmuştu. Ne de olsa otuz altın kazanmıştı. Ama sabah olacaklarda ne o habersizdi. Ne de halk...
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..