Resim kitabını kucağıma yaymış, içindeki çizimlere bakıyordum. İçi önceki dünyamda hiç görmediğim garip, fantastik canavarların gerçekçi çizimleriyle dolu. Görünüşe göre bu dünyada canavarlar gerçekten var.
“Bu bir goblin. Goblinler yeşil derili yaklaşık bir insan çocuğu boyutlarındaki yaratıklardır. Her ne kadar insana benzeseler de pekte akıllı değiller. Çok fazla yetenekleri yoktur, ve statları çok düşüktür. Yine de onları hafife almamalısın! Seviyelerini yükseltip birkaç yetenek öğrendiklerinde gerçekten zorlu düşmanlara dönüşebilirler. ”
Dadım Anna yanıma oturmuş bana resimlerdeki canavarlar hakkında bilgi veriyordu. Anna 20’lerinde görünse de gerçekte yaşı bunun iki katı. Anlaşılan geçmişte canavarlara karşı savaşan bir büyücüymüş, bu sayede bana bu kitabın ötesinde bilgiler verebiliyor.
Diğer yanımdaysa, küçük kız kardeşim Sue beni taklit ederek kitaba bakıyordu. Son zamanlarda beni çok taklit ediyor. Benim aksime daha pek iyi konuşamıyor, ve açıkçası Anna’nın söylediklerini de pek anlayabildiğini sanmıyorum. Tüm dikkatimi Anna’nın söylediklerine verdim. En azından birimiz dinlemesi gerek.
Tatlı kız kardeşimin kafasını okşadım. Açık mavi saçları çok yumuşak. Okşamam hoşuna gitmiş olsa gerek ki mutlu bir şekilde kıkırdadı.
Anna ve kapının yanında duran hizmetçimiz Clevea gülümseyerek bize bakıyorlardı. İlk başlarda bana böyle bakmaları beni utandırsa da artık alıştım diyebilirim.
“Prensim, sen ve prenses oldukça yakın görünüyorsunuz.” dedi Anna. Sue ve ben aynı anda“Evet!” diye bağırdık. Anna’nın gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. Görünüşe göre bu sevimli çocuk olma şeysini gerçekten iyi kıvırıyorum.
Resim kitabına bakmaya geri döndüm. Anna daha bunu bilmiyor, ama ben çoktan bu ülkenin dilini okumayı öğrendim, bu sayede bir yandan resimlere bakarak eğlenirken bir yandan da canavarların resimlerinin altlarındaki açıklamaları okuyabiliyorum. Gerçi bu bir resim kitabı olduğundan dolayı sayfanın çoğunu çizimler kaplıyor, bu yüzden açıklamalar için çok küçük bir yer kalmış. Dolayısıyla Anna’nın açıklamaları benim asıl bilgi kaynağım.
Anna’yı daha fazla dinledikçe buranın ne kadar çılgın bir dünya olduğunu daha iyi anlıyorum. Bu insanlar yüzlerinde ciddi ifadelerle seviyelerden, statlardan ve yeteneklerden bahsediyor. Bunlar video oyunu terimleri!
Görünüşe göre bu dünya oyun gibi. Bu dünyada yaşıyorum dolayısıyla oyun gibi demek belki doğru olmaz, ama tüm sistemleri oyun benzeri bir yapıda olduğu da bir gerçek.
Görünüşe göre yetenekler önceden tanımlanmış beceriler gibi bir şey, yeterince pratik yaptığında ruhundan yükseliyorlar. Statlar sahip olduğun temel özellikleri gösteriyor. Seviyeyse sahip olduğun gücün sayısal olarak ifade ediyor.
Bana tüm açıklananlar bunlar, ama bir oyuncunun bakış açısından, bunlar aşırı derecede yetersiz açıklamalar. Görünüşe göre kimsenin bu şeylerle bir sıkıntısı yok. Tüm bunlar günlük hayatın bir parçası. Her ne kadar bu konuda çok rahat olmasam da, kurallara göre oynamaktan başka çarem yok galiba.
Kitabın sayfasını çevirdim. Sonraki sayfada devasa bir kurdun resmi vardı. Ne kadar büyük olduğunu göstermek için ayağının altında ezdiği bir insan resmedilmişti. İlk başta boyutunun biraz abartıldığını düşünmüştüm, ama Anna’nın açıklaması fikrimi değiştirdi.
“Fenrir diye çağrılırlar. Efsane-derece bir canavar, denilene göre neredeyse bir dağ kadar büyüklermiş ve tek ısırıkla bir kaleyi bile yok edebilirlermiş. Daha önce onlardan birini görmediğim için şanslıyım. “
Görünüşe göre çizimde bir abartı yok. Gerçi bu dev kurt canavar olarak çağrılmak için fazla büyük, bu bir kaiju. Nasıl bir dünya bu kadar inanılmaz ve devasa bir yaratığın yaşaması için uygun olur ki? O kütleyi nasıl taşıyor acaba?
\\ Kaiju: Godzilla benzeri devasa canavarların genel ismi.
“Umm, nasıl ayakta duruyor?” diye sordum. Anna bana boş boş baktı. Belki de daha açık bir şekilde sormalıyımdır. “Eğer bu kadar büyüklerse bacakları ağırlıklarını nasıl taşıyor?”
Anna’nın yüzü anlayışla ışıldadı. “Ah,” dedi, “Belki görürsen daha kolay anlarsın. Clevea?”
Clevea yanımıza geldi. Anna gibi, Clevea da bizim hem dadımız hem de korumamız. Kendisi bu ülkenin bir şövalyesi. Büyücü olan Anna’nın aksine yıllar boyu yaptığı ağır idmanla sağlam bir vücuda sahip olmuştu.
Anna ve Clevea sessizce bir şey hakkında tartıştı, sonra birbirlerinden birkaç adım uzaklaştılar. Clevea dönüp Anna’ya doğru avucunu uzattı.
“İşte geliyor. Ateş Topu,” diyerek Anna, Clevea’ya doğru bir ateş topu fırlattı.
Ateş Topu düşük derece bir ateş büyüsü, aynı isminin ima ettiği gibi rakibine atabileceğin küçük bir ateş topu oluşturuyor. Az güçle oluşturulmuş yanan küre, havada süzüldü ve Clevea’nın avucuna çarptı. Sue şaşkınlıkla dondu. Aniden büyü yapması benim içinde sürpriz olmuştu.
Anna ve Clevea tepkilerimizi görünce sanki şaka yapmışçasına gülümsediler. Çok kötüsünüz!
Clevea’nın eline bakarak “Elin… acıdı mı?” diye sordu Sue.
Bir kadın için fazla derin, güçlü sesiyle “Sadece birazcık, Prenses. Bir anlığına çok sıcaktı, ama şimdi iyi.” dedi Clevea. “Gördüğün gibi, eğer statlarını yükseltirsen gerçekten güçlü bir hale gelebilirsin. Bu sayede canavarlar devasada olsalar kendi ağırlıkları altında ezilmiyorlar.”
Merakla Clevea’nın avucunu kontrol ettim. Hayatını kılıç kullanarak kazanan birinden beklendiği gibi sert elleri var. Ama yine de bu sadece normal deri. Bir Ateş Topunu karşıladıktan sonra hiç iz kalmamasını sağlayacak kadar özel bir şey yok.
“Prensim, defansif özelliklerinin yükselmesi derinin daha sert hale gelmesi demek değildir.” dedi Clevea. “Gerçekten mi?” diye sordum. “Evet, prensim. Yüksek defans vücudunu sertleştirmez. Seni tesir edilmesi daha zor hale getirir. Ben bu seviyeden çok uzak olsam da, duyduğum kadarıyla Kahramanın defansı o kadar yüksekmiş ki normal bir kılıç ona çizik bile atamazmış.” diye sorumu nazikçe cevapladı Clevea.
Görünüşe göre bu dünyada gücün illa da fiziksel bir karşılığı olmak zorunda değil. Eski dünyamdaki mantığın bu fantastik dünyada pek bir geçerliliği yok. Neyse bu sıkıntılı düşünceler bir kenara bırakalım.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..