Bölüm 1

avatar
239 0

Makineden Gelen Tanrı - Bölüm 1


Hava yağmurluydu. Kasvetli bulutlar ihtişamlı Seoul semalarını kaplıyor, hüzünle ağlıyorlardı. Yılın bu zamanları buralar her zaman yağmurlu olurdu.

 

Dışarıda pek kimse yoktu. Anayolda arada bir geçen arabalar dışında rastlanılacak bir şey bulunmuyordu.

 

Ancak şehrin içinde, Gangnam İlkokulu’nun sıcacık bir sınıfında 11-12 yaşlarındaki çocukların rahatlatıcı odada uyuklamaya başladıkları görülebilirdi. Sınıfta bahar ılıklığı vardı. Bu da çocukların rahatlamasına neden oluyordu.

 

“İşte bu yüzden büyü mühendisliğinin önemi görmezden gelinemez. Mana üç asırdır hayatımızda olmasına rağmen ancak etkili bir şekilde kullanmaya başladık. Daha önceki derslerde anlattığım üzere üç asır önce dünya tamamen farklıydı. İlkel ve basit bir yaşam sürüyorduk. Savaşlar da aynı şekilde oldukça basitti. Önceki derslerden hatırlayalım: 1793 yılında Fransa Kralı XIV. Louis ile Kraliçe Marie Antoniette Fransız Devrimi’nden sonra iş başına gelen hükümet tarafından mana ile öldürülmüştü. Marie Antoinette Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın kuzu olduğundan ölümü bu ülkeyi Fransa’nın en büyük düşmanı haline getirdi. Ve 1796 yılının başlarında, o tarihte Avusturya’ya ait olan kuzey İtalya’dan başlayarak Fransa’yı işgal etmeye karar verdiler…”

 

Öğretmenim sesi ciddiyetle doluydu. Ancak çocukların umurunda değildi bu. Büyü Medeniyeti Tarihi ilkokullar için zorunlu bir ders olsa da çocuklar bunu dinlemek istemiyordu. Rahatlatıcı ortam ve eğitmenin monoton sesi onların beynini uyuşturmuştu.

 

Öğretmen öğrencilerin göz kapaklarının düştüğünü görünce daha fazla konuşmadı. Bunun yerine elindeki kitabı kapattı ve öğrencilerin dikkatini çekmek için sıraya vurdu.

 

Ani ses çocukları ürkütse de tamamen odaklanamadılar; baygın gözlerle dinliyor numarası yapmaya başladılar.

 

Öğretmen elini alnına koydu ve sitem eder bir tonda; “Ne kadar rahatsınız. Çoktan öğrenmiş gibi davranıyorsunuz.”

 

Çocuklar gözlerini devirdiler. Bu sıkıcı dersi dinlemektense daha eğlenceli bir şeyler yapmayı yeğlerlerdi.

 

“Lee Joon-ho ayağa kalk.”

 

Öğretmen hafif sinirli bir ifadeyle çocuklardan birini işaret etti.

 

“Büyüyü stratejik olarak ilk defa kullanmış Napoleon Bonaparte ilk defa bir ordu komuta etmesine rağmen Avusturyalıları nasıl yendi?”

 

İnsanlar mana ile tanışalı üç yüz yıl olmuştu. Bonapart doğduğundaysa onuncu yılındaydı. Dünya büyü kullanmaya yeni yeni başlamışken Napolyon eşsiz dehasını ortaya koyarak büyüyü, stratejilerini daha kolay gerçekleştirmek adına kullanmıştı.

 

Lee Joonho soruyu cevaplamaya çalışırken tüm öğrencilerin yüzü ona dönüktü. Bir cevap vermek için ağzını açtı ama aklına bir şey gelmeyince geri kapattı.

 

“Bilmiyorsan, ayakta durmaya devam et. Yoon Tae-joon sen ayağa kalk.”

 

Yoon Tae-joon isimli çocukta belli ki cevabı bilmiyordu. Ayağa kalkmasıyla kafasını eğmesi bir oldu. Utangaç bir şekilde gözlerini kaçırmıştı.

 

Öğretmen sinirlenmişti, öğrenciler arasından başka birini işaret ederek konuştu. Sesi öncekilerden farklı olarak bir hayli nazikti.

 

“Park Soo-hyun, sen cevaplayabilir misin?”

 

Dikkat çeken mavi gözlere sahip küçük çocuk ayağa kalktı. Yaşından beklenmeyen bir zarafete sahipti. Sesi özgüven doluydu.

 

“Napolyon bir deha olsa da büyü konusunda yetkin biri değildi. Ve İtalya’da Avustuyalıları yenmesi herkesi kandıracak kadar basitti. Kendisine doğru yaklaşan iki orduyla yüz yüze kalınca d’Alvitzi’nin ordusunun daha yakın bir tehlike oluşturacağını hesapladı. Caldiero Çarpışması, ilk kez ışınlanma kapısının kullanıldığı savaştı…”

 

Park Soohyun bir dakika boyunca aralıksız konuştuktan sonra cümlesini bitirdi. Sınıf sessizliğe bürünmüştü.

 

“Bravo! Bravo!” Öğretmen mutlulukla alkışladı, “Görün işte! Öğrenci olmak bu demek. Park Soohyun olmasaydı sizin gibi veletler bir şey öğretmek için bu kadar çabalamazdım. Beklendiği gibi kusursuz bir cevaptı.”

 

Öğretmen şaşalı övgülerini birbiri ardına sıraladı.

 

12 yaşında olmasına rağmen yaşıtlarının çok önündeydi. Çalışkan, öğrenmeye istekli ve sakin bir çocuk olduğundan öğretmenlerin gözdesiydi.

 

Bu öğretmenler için olgunluk göstergesiydi. Ancak öğrencilerin gözünden bu tamamen ‘Gösterişti.’

 

“Abartılacak ne var ki? Kimin güçlü olduğuna bakalım.” Lee Joon-ho dudaklarını kıvırarak konuştu. İlkokul öğrencileri olmalarına rağmen çoktan dövüş sanatları eğitimi almaya başlamışlardı. Yalnızca temelleri öğrenmiş olsalar da notlarının büyük kısmını temel dövüş sanatları etkiliyordu.

 

“Joonho, Soohyun bir hafta önceki temel yeterlilik sınavında birinci oldu.”

 

Yanında oturan Yoon Tae-joon’un fısıltısı geldi kulaklarına. Lee Joonho’nun yüzü düştü. Dişlerini sıktı ve dilini tıklattı.

 

“Önemli olan ‘Otorite’. Dövüş sanatları veya ne kadar iyi tarih bildiğin değil.”

 

Bu dünya da Otorite her şeydi.

 

Mana’nın dünyayla etkileşime hayal dahi kuramayacağı gariplikler yaşanmıştı. Hayvanların büyük kısmı evrim geçirmiş, gizemli bölgeler de ‘Zindan’ adı verilen canavar hapishaneleri oluşmuş ve insanlar hayal edilemeyecek güçlere kavuşmuştu.

 

Mana, insanı yeni bir evrime sürüklemişti.

 

Vücutta toplanan manayı kontrol edebilmek için Otorite adı verilen ‘yetkiye’ sahip olmak gerekirdi. Herkesin otoritesi farklıydı. Tıpkı parmak izleri gibi, her biri eşsizdi. Özellikleri de birbirinden farklıydı. Otorite kişiye manayı kullanabilme imkanı veriyordu.

 

Ve Otorite’nin türü gücün temelini oluşturuyordu.

 

 

Bu Lee Joonho’nun kendini avutma şekliydi. Çünkü Otorite büyük oranda kalıtsaldı. Ve onun ebeveynleri de nam yapmış ünlü kahramanlardı. İkisinden birisinin otoritesini aldığı takdirde ilkokulun en güçlüsü olabilirdi.

 

Oysa Park Soohyun’un ailesi tamamen alt sınıfa ait otoritelere sahiplerdi. Bırak nam salmış kahraman olmayı, bir kahraman bile değillerdi.

 

Öğretmen dersi anlatmaya devam ederken zaman geçti.

 

Zil çalarken çocuklar neşeyle dışarıya fırladı. İlkokulun girişinde bekleyen ebeveynler çocuklarını büyük bir sevgiyle karşıladılar.

 

Park Soohyun kapıdan çıkan son kişiydi. Üzerinde siyah renkli montuyla oldukça sevimli gözüküyordu. Dışarıya çıkınca gözlerini çevirdi. Yağmur yağıyordu, bu yüzden annesiyle babası onu almaya gelmiş olmalıydı.

 

“Buradayız Soohyun.”

 

Oldukça zarif duran bir çift girişte duruyor, Soohyun’a doğru el sallıyorlardı.

 

Soohyun onlara doğru koştu.

 

“Anne! Baba!”

 

Çift hafifçe eğildi ve Soohyun’u aynı anda kucakladı. Aralarındaki samimiyet bu soğuk hava da dahi atmosferi ısıtıyordu.

 

“Önce arabaya gidelim Soohyun.”

 

“Tamam!”

 

Soohyun annesiyle babasının elinden tutarken arabaya yürüdü. Arabanın arka koltuğuna oturduktan sonra kemerini bağladı ve bir kitap çıkardı.

 

‘Büyü ve Teknoloji’  isimli bir kitaptı. Dünya’nın en ünlü üniversitelerinden biri tarafından hazırlanmış bir kitaptı. Esasen onlarca farklı makalenin derlemesiydi.

 

Park Soo-mi, yani annesi elindeki kitaba bakarak gülümsedi.

 

“Onlar için henüz erken değil mi?”

 

Soohyun’un elindeki kitap oldukça ağırdı. Bir bilim insanının karısı olan Park Soo-mi dahi onun içindeki şeylerin çoğunu anlayamıyordu.

 

“Anlatılanları anlayabiliyorum. Babamın kütüphanesindekiler kadar zor değil.”

 

“Seni kerata, ben de kitaplarımın yerinin neden değiştiğini merak ediyordum.”

 

“Baba, sen bir büyü mühendisisin değil mi?”

 

“Evet, hem de güçlü olanlarından.”

 

Park Min-woo pazularını sıkarken gururlu bir şekilde güldü. Araba sürmesine rağmen oldukça rahattı. Bu Park Soo-mi’yi biraz endişelendirmişti.

 

“Önüne bak.”

 

“Tamam, tamam.”

 

Soohyun kitaptan bir yeri okurken babasına bir soru sordu.

 

“Baba neden teknoloji büyüyü yakalayamadı? Burada bir zamanlar enerji kaynağı olarak petrol kullanıldığı yazıyor. Şu anda elektrik ve mana taşı kullanıyoruz. Ancak diğer alanlara baktığımızda; özellikle Savunma Endüstrisi’nde neden büyü teknolojisi son derece kısıtlı? Sadece ağır silahlarda mana kullanılıyor. Neden piyade tüfekleri ya da silahlarında kullanılmıyor?”

 

Soohyun’un sorusu babası Min-woo’nun gülümsemesine neden oldu.

 

“Bunun birkaç sebebi var. Ancak en önemli üç nedeni sana söyleyeceğim. Birincisi piyade tüfeği ya da tabanca gibi mermi hacminin küçük olduğu silahlara mana mermisi koyduğumuzda etkisinde pek bir fark olmuyor. Çünkü mana mermisinin içine koyabileceğimiz mana miktarı, merminin küçüklüğü nedeniyle kısıtlı.”

 

“İkinci neden, mana mermisi imalat etmenin çok pahalı olması. Her mermi birçok işlemden geçerek kullanıma hazır oluyor. İçine eklenecek mananın işlenmesinden, mana taşının ayarlanmasına kadar her aşama için uzmanlara ihtiyaç var. Ve bu uzmanlar ucuz değil.”

 

“Üçüncü neden ise Kahramanların varlığı. Biliyorsun ki kahramanlar inanılmaz derece de güçlü. Şu anda dünyanın en güçlüleri bir saldırı ile yüzlerce metrelik bir dağı sarsabiliyor. Derileri öyle sert ki onları geçebilecek mana mermisi üretmek için milyonları gözden çıkarmak lazım.”

 

“Kısaca büyü teknolojisinin bu kadar geride kalmasının nedeni büyük oranda talebin olmamasından kaynaklı. Büyü teknoloji şu anda sadece Kahramanlara hizmet etmek için var. Kahramanların donanımlarını yenilemek, geniş çaplı silahlar yapmak ve manayı kullanarak yeni cihazlar yapmak. Büyü mühendisliği bundan öteye gidemeyecek.”

 

Soohyun anladığını belirtircesine kafasını salladı. Kahramanlar doğanın koyduğu sınırları görmezden gelebilecek güce sahiplerdi.

 

Bunu bildiğinden Soohyun tekrardan kitaba odaklandı.

 

Onun bu halini gören annesi ve babası kıkırdadı.

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46909 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr