Şarkıcı Liliana’nın terörist faaliyeti şarkısıyla birlikte sona ermiş ve Subaru, erken bir kahvaltı için salona geçmişti.
Dürüst olmak gerekirse “Kılıç Şeytanının Aşk Şarkısı” isimli bir şarkının var olması bile Subaru’da beklenmedik bir yıldırım etkisi doğurmuştu.
Aslında bunu uzun zaman önce fark etmiş olmalıydı. Hangi dünyada, hangi zamanda olursa olsun kahramanca eylemler gelecek nesillere aktarılırdı.
Resimler, yazılar ve benzeri vasıtalarla kaydedilirlerdi.
Bir iç savaşı durduran bir kadın kahramanın ve o kadın kahramanı eşi yapan Kılıç Şeytanının bir şarkıyla ölümsüzleştirilmesi de gayet anlaşılır bir şeydi.
Tabii ki Subaru bile bu olasılığın farkında olmasına rağmen sabah yaşananlar konusunda herhangi bir şey yapamazdı. Ne büyülü cihazla ilgili bir bilgisi vardı ne de Liliana’ya eylemleri üzerine düşünmesi gerektiğini söyleyebilirdi.
Şu anda tek yapabileceği, bu şarkıyı en talihsiz vakitte söylediği için Şarkıcıya lanetler okumaktı.
Şarkıcıyla ilgili kötü izlenimi açıklanamayacak derecede berbat zamanlamalı hayranlığıyla daha da kötüleşmişti. Liliana bir aptaldı, Kiritaka da bir ahmak.
Subaru: “Wilhelm-san… geldi mi?”
Salona ilk varanlar, sonradan ayrılan Felt istisnası dışında önceden avluda toplanmış olanlardı. Felt de sonradan Reinhardt ile birlikte gelecek olmalıydı.
Az önce dinlediği şarkıyı, sonra da Wilhelm’in eşi ve torunuyla ilgili düşüncelerini anımsayan ve yaşlı adamın gülümseyişini gözünün önüne getiren Subaru, göğsünde kabaran duyguların önüne geçemiyordu.
Onu görünce ne söyleyeceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Yine de herhangi bir iletişim kurabildiği sürece yeterliydi. Tabii Wilhelm’in bir şekilde şarkıyı duymamış olmasını ümit ediyordu.
Subaru: “Bu fazlasıyla ciddi grubun tüm üyelerinin aynı günde fazladan uyuyor olması imkânsız.”
Crusch takımının üç ana üyesi, Ferris bile, düzenli bir planlamayla çalışır ve dinlenirdi. Subaru onlarla geçirdiği birkaç günde bile bunu gayet iyi anlayabilmişti.
Ve muhtemelen aşina olmadıkları bir yere yaptıkları seyahatte daha da gergin olacak, planlamalarını daha şevkli bir şekilde sürdüreceklerdi. Yani yayını kaçırmış olmaları imkansızdı.
Emilia: “Subaru, korkunç görünüyorsun, sorun nedir?”
Emilia’nın bakışları, bir mindere oturup ayaklarını tedirginlikle yere vurup duran Subaru’ya çevrilmişti.
Subaru, yayın sona erer ermez takımına çay salonuna dönmelerini teklif etmişti.
Emilia ve diğerleri “Kılıç Şeytanının Aşk Şarkısının” trajik sözlerinin tadını çıkarmış ve Liliana’nın sesine kapılmıştı. Hiçbiri şarkıdaki Kılıç Şeytanının Wilhelm olduğundan ya da Kılıç Şeytanının kökeninden haberdar değildi.
Bu yüzden Subaru, tedirginliğini onlarla paylaşmak konusunda tereddütlüydü.
Daha da korkuncu, Liliana’nın şarkısı Subaru’yu bile esir almıştı.
Şarkının adını işittikten sonra ürpermiş ve şarkıyı dinlerken avludan ayrılacak gücü kendisinde bulamamıştı. Daha doğrusu oradan ayrılma düşüncesi aklına bile gelmemişti.
Liliana’nın şarkısı büyülü olmak zorundaydı. Bu yüzden Subaru, toparlanmasına rağmen o aceleci esmeri düşününce hissettiği tedirginliği silkinip atamıyordu.
Subaru: “…yok bir şey… yok, yok, sadece, birazcık acıktım… şey diyorum, konaktaki yemekler leziz olsa da sence de birazcık az değiller mi? Bedenim yiyip büyüyebilmek için abur cuburlara gömülmek istiyor…”
Emilia: “Subaru, sana inanmıyorum.”
Saflığıyla tanınan Emilia bile Subaru’nun bu kritik andaki blöfünü görmüştü. Subaru’yu okumak o kadar kolay mıydı? Özgüveni yerle bir olmak üzereydi.
Otto: “Gerçekten, Natsuki-san. Seni tedirgin edenin ne olduğunu bilmesem de bu öğlen için plan yapıyorduk. Dikkat etmen gerekirdi.”
Subaru: “Bu öğlenin planı, oh tabii, Kiritaka’yla ikinci pazarlık. Hmm… istediğimiz büyü taşını değiş tokuş edebilmek için Liliana’yı rehin almaya ne dersiniz?”
Otto: “Ne halt yemeye böyle şiddetli bir plan teklif ediyorsun!?”
Subaru’nun sözleri karşısında hayrete düşen Otto’nun sesi yükselmiş, suratına kederli bir ifade yerleşmişti. Bunu fark eden Subaru bir ‘eh’ sesiyle kafasını eğmekle yetindi.
Sebep Liliana’ya yönelik bir öfkeyle yanıp tutuşuyor oluşu olabilirdi ama muhtemelen bu öfke planının başarı oranını yükseltmeyecekti.
Otto: “Her halükârda bu öğlen Kiritaka-san’la tekrar görüşmeye teşebbüs edeceğiz ve güvenini kazanmamız gereken esas kişi Beyaz Ejderin Pullarına üye olan o adam. Kiritaka-san’ı ikna etme ihtimali en yüksek kişi o.”
Subaru: “Beyaz Ejderin Pulları, amma havalı bir isim. Bu adam dünkü toplantıda var mıydı?”
Otto: “Evet, Beyaz Ejderin Pulları bu alanda çok bilinen bir paralı asker grubudur. Uzun zaman önce kurulmuş olmalarına rağmen yakın zamanda Kiritaka-san’ın özel gücü olarak tutuldular. O adam da onların temsilcisi.”
Subaru: “Oradaki grup arasında… ah, muhtemelen konuşulabilecek en iyi kişi o.”
Subaru, görüşmeler esnasında odayı gözlemleme şansı olmasa da büyü taşı fiyaskosunu yaşamadan önce orta yaşlı, beyazlı adamın varlığını belli belirsiz seçebilmişti.
Kiritaka, genellikle kendi kendine bir delilik hali içerisinde olan Liliana’ya deli oluyordu. Dolayısıyla Subaru, bu ikiliden daha aklı başında biriyle konuşmaya can atıyordu, o kadarı kesindi.
Otto: “Bu sabahki yayına bakılırsa Kiritaka-san’ın öfkesi bir şekilde yatışmış, bizi dinlemeye razı olacaktır. Ama Natsuki-san gelirse fark edilir ölçüde mantıksız davranma ihtimali çok yüksek.”
Subaru: “Korkunç gözlerimin insanları ilk görüşte uzaklaştırdığını biliyorum ama bu kadar agresif bir tepki de beklemiyordum. Acıttı doğrusu.”
Emilia: “Önemi yok, Subaru. Sert bakışlı gözler beni rahatsız etmiyor. Annemin gözleri de öyleydi ama aslında çok nazik biriydi.”
Beatrice: “Subaru’nun suratı o kadar da kötü değil, doğrusu… açıkçası, ben yanılmışım, sanırım.”
Subaru: “Aslında teselli etmemenizi tercih ederdim. Beni gerçeklerle yüzleştirmeyin.”
Nazik ve sert sözler art arda sıralandıktan sonra devam etmeye teşvik edilen Otto, ‘yani’ diyerek fikrini açıkladı.
Otto: “Bence Natsuki-san bugünkü görüşmelerde bize katılmamalı. Sana da uyar mı?”
Subaru: “Ne olursa olsun kabul etmekten başka şansım olduğunu düşünmüyorum. Ama bensiz başarılı olursanız benim burada olmamın ne anlamı olacak ki?”
Otto: “Yalnızca Natsuki-san’ın boş yere gelmesiyle hepimizin boş yere gelmesi arasında seçim yapacak olursak yalnızca Natsuki-san’ı seçeriz, yani tek işi Beatrice-chan’la koşturup oynamak olan tarafı.”
Beatrice: “Betty’i hafife alıyormuşsun gibi geliyor, doğrusu! Sinirim bozuldu, sanırım!”
Beatrice’in öfkesi dağılırken hareket planı netleşmişti. Subaru ise büyük ihtimalle Otto’nun da değerlendirdiği şeyi dile getirerek,
Subaru: “Bu öğleden sonra Emilia ve Beako’yla yürüyüşe çıkacağım.”
Emilia: “Ehh? Ben Otto-kun’la birlikte Kiritaka-san’la görüşmeye gitmeyecek miyim?”
Otto: “Tekrar görüşmeye geleceğimizi bekledikleri kesin. Ve eğer Emilia-sama’yla birlikte gidersek habersiz, ani bir ziyaret gerçekleştirerek dünkü gibi başarısız oluruz… Natsuki-san, bunu anlamış olduğuna sevindim ama bir şeyler peşinde olduğunu düşünmeden de edemiyorum.”
Otto Subaru’ya dikkatle bakarken Subaru masum bir ıslıkla karşılık verdi.
Otto’ya Liliana ile dünkü karşılaşmalarını anlatmış ama nerede karşılaştıklarından bahsetmeyi ihmal etmişti. Kiritaka Emilia takımının Liliana’yla görüşmesini engellemek istiyordu ve muhtemelen onu dışarı gönderecek, kız da sığınmak için güzel, manzaralı bir parkı seçecekti.
Subaru: “Güzel bir park buldum ve Emilia’nın da bana eşlik etmesini isterim. Beatrice’i aramıza alıp el ele yürüyüşe çıkabiliriz.”
Emilia: “Vaay, kulağa eğlenceli geliyor. Ama bu şekilde keyif yapmamız uygun olur mu bilemiyorum. Ne dersin, Otto-kun?”
Otto: “Bana o gözlerle bakarsan reddedemem ki. Neyse, Natsuki-san da Emilia-sama da farklı şartlar yüzünden gelemediği için ben Garfiel’le gideceğim. Lütfen herhangi bir soruna sebep olmayın.”
Emilia ve Subaru Otto’nun bu sözlerine ciddi baş sallayışlarıyla karşılık verse de Subaru Otto arkasını döner dönmez dilini çıkarmıştı.
Liliana’nın bugün Muse Ticaret Odasında olmayacağı kesin gibiydi. Dolayısıyla Subaru’nun tek varsayımı kızın dünkü parka gelebileceğiydi.
Orada olmazsa elinden hiçbir şey gelmeyeceğini kabullenecekti. Ama yine de fırsatını bulursa onunla bir ilişki içerisine girme niyetindeydi.
Kiritaka Liliana’yı gerçekten de kalbinin derinliklerinden seviyorsa doğruca ondan gelen bir talebi kabul etme olasılığı çok yüksek olurdu.
Tabii ki Subaru Liliana’yı alenen kullanmayı düşünemezdi. İyi niyetini suiistimal ederse Emilia buna karşı çıkardı, ayrıca Subaru’nun vicdanı da buna elvermezdi. Bu yüzden Liliana’ya tüm hikayeyi anlatmaya karar vermişti.
Kahramanca biyografisinden sapıp onu hayal kırıklığına uğratacak olsa bile dürüstlükle sonuç alabileceğini düşünüyordu.
Şarkıya dökülmüş bir kahraman olarak tarihte ölümsüzleştirilmek… Bunu düşünmek bile Subaru’nun tüylerinin diken diken olmasına yol açıyordu fakat ateşi harlamak zorundaysa dürüst bir izlenim bırakmak istiyordu.
Subaru’nun sözde kahramanca eylemleri, seyircinin bu süreçteki acınası hatalarını öğrendikleri anda en ufak tabirle düş kırıklığına uğratıcı olacaktı.
Anastasia: “—Günaydın. Hepiniz erkencisiniz.”
Tam da Emilia’nın takımı hareket planlarını sona erdirmişken çay salonunun kapısı açılmış ve Anastasia gözler önüne serilmişti. Bugün her zamanki tilki kürkünü bir kimonoyla birleştirmişti.
Ansızın bir kimono görmek Subaru’yu hem şaşırtmış hem de heyecanlandırmıştı. Emilia’nın gözleriyse farklı bir sebepten ışıldamaktaydı, bu kılığı görmek hoşuna gitmişti. Bu sırada Anastasia onlara gurur dolu bir bakış atarak,
Anastasia: “Çok iyi, çok iyi. Sabahın bu saatinde böyle şaşkın insanlar gördüğüme sevindim.”
Emilia: “Anastasia-san, elbisen çok güzel. Dün bahsettiğin şey bu muydu?”
Anastasia: “Hı hı. Dün banyoda bahsettiğim kimono buydu. Bornoza benzese de giyinmek büyük hazırlıklar gerektiriyor.”
Anastasia keyifli bir şekilde etrafında dönerek harikulade dalgalı, dağınık taç yaprak desenleriyle dolu mavi kıyafetini sergilemekteydi.
—Görünen o ki Kararagi Subaru’nun aşina olduğu Japon kültürünü fazlasıyla paylaşıyordu.
Subaru: “Bu kıyafet tipi Hoshin günlerinden kalma mı?”
Anastasia: “Oo, bayağı bilgilisin, Natsuki-kun. Evet, bu kıyafet tipi Hoshin çağından bu yana çok daha sık görünür oldu. Fakat bu üretim yöntemi ortadan kalktı, artık yalnızca taklitleri bulunuyor.”
Subaru: “Hoshin çağı.”
Bu adam, “Yabanların Hoshin’i”, bir kez daha ortaya çıkmıştı. Ve artık Subaru’nun, Hoshin’in de kendisi ve Al gibi bu dünyaya çağrıldığından şüphelenmekten başka bir şansı yoktu.
Fakat Subaru ve Al’ın aksine Hoshin, dört yüz yıl önceye çağrılmış olmalıydı.
Subaru: “Önceliğim şu anki durumu çözüme kavuşturmakta. Ama sonrasında şu Hoshin meselesine de vakit ayırmak isterim…”
Kendi çağrılışı konusunda bilgi toplamayaysa niyeti yoktu.
Bu çağrıların yapısını biliyor olsa da çağıran kişinin amacı tamamen meçhuldü. Fakat bu çağrı tek taraflıydı, buraya gelmesi adınaydı. Evine dönmesine izin verilme ihtimalinin olması pek inandırıcı değildi.
Bu mesele bir su birikintisinde ay yakalamaya çalışmak gibiydi; çözüme ulaşılamazdı. Subaru’nun bilmek istediği şeyse kendinden önce gelenlerin bu dünyada nasıl ayak izleri bıraktığını ve o izlerin nerede sonlandığını bilmekti. Daha fazlası değil.
Reinhardt: “Günaydın, Subaru. Dün gece iyi uyudun mu? Bu sabah Felt-sama’ya odasına dönmesini hatırlatarak iyi iş çıkarmışsın.”
Felt: “Ne can sıkıcı ama. Geri dönmek gibi bir niyetim yoktu ki.”
Anastasia’dan sonra Reinhardt da Felt’le peş peşe çay salonuna ulaşmıştı. Felt’i bir yastığa yönlendiren Reinhardt, sabahki şarkıyı duyup duymadığına dair en ufak bir belirti vermiyordu.
“Kılıç Şeytanının Aşk Şarkısının” dedesini anlattığını çözmüş olmalıydı.
Reinhardt: “Anastasia-sama, her geçen gün daha da güzelleşiyorsun. Alçakgönüllülüğün konusunda birazcık endişeliydim fakat görünen o ki yersiz bir endişeymiş.”
Anastasia: “Hehehe, bu benim en değerli varlığım. Kendimi hazırlamadıkça Pristella’ya giremezdim. Ayrıca daha Julius’a da gösteriş yapmam gerekiyor.”
Bu sırada Julius da gruba katılmış ve Anastasia elbisesiyle şövalyesine gösteriş yapmaya başlamıştı. Karşılığında aldığı iltifatlardan sonra da kafasını eğerek,
Anastasia: “Diğerleri sana eşlik etmedi mi?”
Julius: “Ricardo yapması gereken bir şey olduğunu söyleyip dün gece dışarı çıktı. Mimi ve kardeşleriyse… Emilia takımından Garfiel’in peşine takılmış gibi görünüyor.”
Emilia: “Garfiel’in peşine mi takıldılar?”
Takımından birinin adını işiten Emilia bakışlarını çevirirken Julius başını sallayarak onay verdi.
Julius: “Mimi Garfiel’in otelden ayrıldığını gördü ve hemen peşine takıldı. Hetaro Mimi’yi takip etti ve arkalarını temizlemek zorunda olan Tivey de ben hallederim diyerek gitti.”
Anastasia bu noktada ellerini beline yerleştirerek uzun boylu Julius’un arkasına saklanan Joshua’ya doğru eğildi. Yakışıklı genç adamsa başını efendisinin önünde eğip tamamen solgun ve endişeli bir şekilde, çekine çekine,
Joshua: “Gerçekten çok ama çok üzgünüm… Onları durdurmak için çaresizce bir mücadele verdim ama Mimi ve Hetaro beni hiç dinlemedi. Tivey de her şeyi ona bırakmamı istedi.”
Anastasia: “Neyse, Tivey varken sorun yaratacaklarını sanmam. Bu meseleyi bir kenara bırakalım. Sözde ev sahibiyiz ama misafirlerimizin önünde kendimizi küçük düşürüyoruz.”
Mahcup Joshua’nın omzuna bir af belirtisi olarak usulca vuran Anastasia zarif bir gülümseme eşliğinde misafirlerine döndü. Ve dalgalı saçlarını sallayarak parmaklarını kürkü üzerinde gezdirmeye başladı.
Anastasia: “Az önce tanık olduğunuz ve mazur görmenizi umduğum bu utanç verici fiyaskodan anlayacağınız üzere… dikkati ilk aşkı tarafından dağıtılan sevgili kaptan yardımcımız dürtülerine karşı çıkmakta zorlanıyor.”
Mimi Garfiel’e kafayı takmıştı ve onun burnunun dibinden ayrılmak istemiyordu, bunu herkes açıkça görebiliyordu. Daha doğrusu iki istisna hariç herkes. Kafası karışarak başını eğen Emilia ve “demek bu yüzden” diyerek iç çeken Joshua hariç herkes…
Subaru: “Bu arada, Felt, Tonchinkan üçlüsüne hiç rastlamadım. Onlar da burada mı kalıyor?”
Felt: “Gaston ve diğerlerini mi diyorsun? Şey, onları buraya yerleştirmek şaka gibi olurdu, böyle bir israfa gerek yok. Zaten bu tarz yerlere alışkın değiller, kendilerini tuhaf hissederler. Bu yüzden şehirde, daha ucuz bir yerde kalıyorlar ama…”
Subaru’nun sorusunu yanıtlayan Felt bu noktada sırıtmaya başlamıştı.
Felt: “Hey, Tonchinkan lakabı fena değilmiş, malum isimleri Gaston, Larkins ve Camberley. Hiç kafa karıştırıcı değil, umursayacaklarını da sanmıyorum.”
Subaru: “Bence de harika bir lakap oldu, bir yıl önceki kendimi övmek isterim. Gerçek isimlerini ilk duyuşumda bir mucize yaşandığını düşünmüştüm.”
Tonchinkan üçlüsü olarak başlamış ve Tonchinkan üçlüsü olarak devam etmişlerdi.
Crusch: “—Geç kalmışız, en son biz gelmişiz gibi görünüyor.”
Son olarak Crusch takımı da çay salonundaki yerlerini almıştı. Crusch bugün uzun, yeşil saçlarını yeni benliğine uyum sağlayacak şekilde kadınsı, harikulade bir çiçekli tokayla toplamıştı.
Sade bir yürüyüşle içeri girerken Ferris ve her zamanki ciddi kılığı, dik duruşuyla Wilhelm de arkasındaydı. Yaşlı adamın duruşunu gözlemleyen Subaru kendi omuzlarını sallamadan edememişti. Ardından yutkundu ve göz ucuyla adamın suratına bakmaya çalışırken fark edildi.
Wilhelm: “——”
Belli belirsiz bir gülümseme sunan yaşlı adam hafifçe eğilirken bu eyleme tanık olan Subaru, gülümsemesindeki mesajı almıştı: “Endişelenmeni gerektirecek bir şey yok”.
Subaru’nun kalp atışları hızlanırken Crusch’ın yanına oturan Ferris de göz kırparak bir barış işareti gerçekleştirmişti.
—Endişelenme, icabına baktık.
Subaru’nun Ferris’ten aldığı mesaj da buydu.
Belki de Ferris de Subaru’nun ilgisini fark etmiş ve bu sırada hareketini sonlandırarak her zamanki gibi Crusch’ın yanına yapışmaya başlamıştı.
Subaru işe yaramaz olmanın ne hissettirdiğini biliyor ve her işe burnunu sokan biri olarak görünmekten korkuyordu.
Crusch ve Ferris’in Wilhelm ile o şarkılar arasındaki bağlantı hakkında çok daha fazla şey bildiği kesindi. Onlar bu konuda daha hassas ve yine Wilhelm’le daha yakındı.
Bu da çok doğaldı, sonuçta onlar yoldaştı. Ve Subaru’nun endişelenmesine gerek yoktu.
Subaru: “Esas ihmalkarlığımız Garfiel’e yardım edememekti desek daha iyi.”
Bu başkalarını umursamaması gerektiği anlamına gelmiyordu. Daha ziyade önceliği kendi takımına vermekti, bu sayede diğerlerine yardım etmekte de özgür olacaktı.
Fakat Garfiel’in tattığı üzüntü yalnızca kendi çabalarıyla üstesinden gelebileceği bir şeydi, dolayısıyla bu düşünce şekli bir çözüm sağlamıyordu.
Anastasia: “Ehh, hala ortaya çıkmayan birkaç kişi daha var ama gelmeyecek olma olasılıkları yüksek.”
Odadakilerin sayısı dün gecekilerden az olsa da toplam miktar etkileyiciydi. Sonuçta dün gece yaşananlar anımsanırsa yemek bile başlı başına bir hayli heyecan vericiydi.
Peki bu sabah ne gelecekti— İşte Anastasia beklenti yaratmak adına verdiği ufak bir aradan sonra gülümseyerek, “Getirin.” dedi.
Ve emri doğrultusunda otel personeli kapıyı açtı, ardından kocaman, sıcak bir demir bloğu içeri taşındı.
Anastasia: “Bugün geleneksel Kararagi kahvaltısı yapacağız —daisukiyaki pankeki!”
Anastasia kollarını hafiften kıvırırken sesini yükseltmişti.
Otel personeli sessiz kalabalığın gözleri önünde demire bir yağ katmanı dökmekte ve odaya art arda malzemeler taşımaktaydı.
Disukiyaki pankeki— bu isim, demir blok, malzemeler, hepsi Subaru için fazlasıyla tanıdıktı. Tanıdığı o şeyse,
Subaru: “Bir Japon… okonomiyakisi…!?”
Nesilden nesle aktarılan Japon okonomiyakisi sahnedeki yerini almıştı.
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Emilia: “Subaru, Subaru, şaheserime bak!”
Beatrice: “Subaru, bu Betty’nin yaptığı en güzel pankek, sanırım. Yiyebilirsin, doğrusu.”
Emilia ciddiyetle gülümsüyordu, Beako’nun suratıysa hafiften kızarmıştı. İkisi de en iyi pankeklerini Subaru’nun önüne koymuştu.
Bu pankekler Subaru’nun gözünde iki yanık parçadan ibaretti. Ne yazık ki iki kız da beceriksizliklerinden tamamıyla habersizdi.
Subaru: “Başkalarına sunmadan önce kendiniz deneyin.”
Subaru bu öneriden sonra acıklı bakışlarına hakim olmaya çalışırken iki kız itaatkar bir şekilde pankeklerine dönmüş, Subaru da ilgisini diğer takımlara çevirmişti.
Reinhardt: “Bitti, Felt-sama.”
Felt: “Oh, iyiymiş, bana biraz daha pankek yap. Senin lezzetli yemeklerine daima minnettar olacağım.”
Reinhardt: “Bana başka bir şeyler için minnettar olsaydın bir şövalye olarak onurumla yaşayabilirdim.”
Felt’in takımı bu şekildeydi. Reinhardt inanılmaz bir hızla pankek yapıyor, Felt de onları aynı hızda mideye indiriyordu.
Felt’in ince bedeninin içinde bir yerlerde bir Mideler Kralı olsa gerekti. Ya da oburun tekiydi. Her halükârda hakkından çok daha fazlasını yiyordu.
Sonuç olarak Reinhardt tek bir pankek bile yiyememişken Felt çoktan onuncunun sonuna gelmişti.
Bu sırada Emilia takımının durumu vahimdi. Az önce de açığa çıktığı üzere Emilia ve Beatrice ağırlığı koyamıyordu, işe yarar üyeler Otto ve Subaru’dan ibaretti.
Otto: “Bakın, Emilia-sama, Beatrice-chan. Oh, bunu yesenize… Ah! Emilia-sama! Üzerine düşünme olayı iyidir ama pankekleri çiğ yemesene! Beatrice-chan, çok fazla sos dökmüşsün!”
Diğer takımlar arasında en çok dikkat çekense Anastasia’ydı.
Bu, kendisinin planlamış olduğu bir sürpriz kahvaltıydı. Ayrıca daisukiyaki konusunda derin bir özgüven ve sevgiye sahipti.
Anastasia: “Dikkatlice izleyin! Gerçek daisukiyaki budur!”
Pankekleri titizlikle ve rahatlıkla çeviriyor, sonra da güzelim şeyleri Julius’un tabağına yerleştiriyordu.
Julius: “Anastasia-sama’nın yemeğini yemeye layık değilim ama daha kısa süre pişseler daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Tabii ki Anastasia-sama’nın canını sıkmak istemem.”
Anastasia: “Tabii ki, tabii ki, daha az yanmaları lazımdı. Julius bir erkek olmasına rağmen naif bir kız gibi konuşuyor.”
Önerilerde ve kendileri denemeleri için yönlendirmelerde bulunan Subaru’nun aksine Julius, pankekleri yemekle kalmıyor, bir de ifadesiz bir suratla Anastasia’ya kendisini geliştirmesi adına tavsiyelerde bulunuyordu.
Bu kişi bir şövalye olarak rol modeldi. Subaru’ysa hem onu taklit etmek istemiyordu hem de bunu yapacak kabiliyetten yoksundu.
Bir de yapışkan, çiğ pankekleri acınası bir görünümle yemekte olan Joshua vardı. Tek çerçeveli gözlüğü buğulanıyor, doğru düzgün göremiyor ve bu mücadelesini gizlemek için çaresizce bir mücadele veriyordu. Nefret ettiği Subaru bu utanç verici manzarayı fark ederse diye aklı çıkıyordu, bu yüzden ona selam dahi vermemişti.
Kardeşler arasındaki zarafet farkını gören Subaru’nun yapabileceği tek şeyse en istikrarlı takımın Crusch’a ait olduğunu itiraf etmekti.
Ferris: “Oh, Crusch-sama, Ferri-chan gerçekten güzel pankekler yaptı, baksana!”
Crusch: “Hmm, sahiden de öyle. Ama sana yenilmeyeceğim.”
Crusch ve Ferris iki kadın arasında görülebilecek tutkulu bir yarışa başlamıştı. Özgüvenleri de sonuçlar tarafından destekleniyordu; yaptıkları pankekler gerçekten harikaydı. Hatta Ferris kendininkilere kedi kulakları bile eklemişti.
Ferris: “Lütfen pankeklerimin tadını çıkar, hepsine Ferri-chan’ın sevgisini kattım. Crusch-sama, ağzını kocaman aç!”
Crusch: “Hey, hey… o, umm…”
Yine de bu mutlu sahne birazcık rahatsız ediciydi. Çünkü Subaru onların aslında bir erkek ve bir kadın olduğunu, ayrıca Crusch’ın mizacının hafıza kaybından ötürü değiştiğini biliyordu.
Her halükârda usta-çalışan ikilisi herhangi bir sorun yaşamıyor gibi görünüyordu. Takımın son üyesiyse şeftali rengi alanın yanında oturan ve kendi pankekine odaklanan Wilhelm’di.
Wilhelm: “Hmmm…”
Hamurunu çevirmeye çalışan Wilhelm gözleri kapalı şekilde iç çekmekteydi.
Fakat hamuru demirde çok uzun süre tuttuğu için pankeki parçalanmış ve yapışıp kalmıştı.
Subaru beklenmedik şekilde Wilhelm’in başarısız olduğu bir şey bulmuştu.
Subaru: “Görmemem gereken bir şey görmüşüm gibi hissediyorum ama bu durumda…”
Wilhelm’e yardım edebileceğine kanaat getiren Subaru önce ayağa kalkmış, sonra da tekrar düşünmek adına geri oturmuştu.
Subaru: “Wilhelm-san.”
Wilhelm: “…Subaru-dono?”
Bu sırada ismini işiten Wilhelm kafasını kaldırdı. Ve Subaru’nun beceriksizliğini görmüş olduğunu fark etmek kaşlarının utanç içerisinde çatılmasına yol açtı.
Subaru ise ona cesaretlendirici bir baş işareti yaptı ve çenesiyle hafif bir işarette bulundu. Ne kastettiğini anlayan Wilhelm de sessizce yutkundu.
Wihelm: “——”
Ve Subaru’nun işaret ettiği yöne yönelerek Reinhardt’ın yanına yerleşti. Felt’in talimatlarına itaat eden Reinhardt hiç duraksamadan pankek yapmayı sürdürmekteydi ve Subaru’yla Wilhelm arasındaki bu iletişimi fark etmemişti.
Subaru Wilhelm’e söylemek istediği her şeyi söylemiş durumdaydı. Wilhelm’in gözlerindeyse afallama, kafa karışıklığı, tereddüt, şüphe ve daha niceleri yer alıyordu. Bir karara varmak için uzun bir süre harcadıktan sonraysa nihayet,
Wilhelm: “—Reinhardt.”
Reinhardt: “——”
Wilhelm kendisini torununa seslenmek için zorlarken Reinhardt donakalmıştı.
Spatulası havada ilerlerken elleri hareketi kesmiş ve Felt pankeki mükemmel bir şekilde yakalamıştı.
Kaba bir hareket olsa da Reinhardt bunu fark edecek durumda değildi.
Kırmızı saçlı genç, Wilhelm’e kocaman açık gözlerle bakakalmıştı. Ve bu bakışları karşılayan Wilhelm nefes almayı dahi unutmuştu.
Wilhelm: “——”
Reinhardt: “——”
Ansızın sessizlik çökmüştü.
Yalnızca ikili arasında değil, bu durumu fark eden herkes arasında…
Tüm oda kaskatı kesilmişti, işitilen tek ses demirle buluşan spatulalara aitti.
Herkes nefesini tutarken adeta zaman durmuştu.
Wilhelm: “Ben, umm, şey…”
Reinhardt: “Ne oldu, saygıdeğer büyükbaba?”
Wilhelm: “Ben… ben bu işte pek iyi değilim de… acaba, sen, bu işi kolaylaştırmak için bir şeyler önerebilir misin, şey… bana öğretebilir misin?”
Wilhelm’in kekeleyerek, beceriksizce sıralayabildiği kelimeler bunlar olmuştu.
Wilhelm’in bu kelimeleri ağzından çıkartabilmek için sahip olduğu kararlılıksa yalnızca Crusch, Ferris ve Subaru tarafından anlaşılmış, üçlünün gözlerinin irileşmesine yol açmıştı.
Wilhelm bu sorunun ardından bitap düşmüştü.
Reinhardt ise tek kelime edemeden yutkunmuştu, nasıl cevap vereceğini düşünüyordu. Hoş yüz hatları sabitti, mavi gözleriyse yabancı bir duyguyla boğuşuyordu.
Gözlerini kapatıp bu duyguyu hafif bir iç çekişle içine attı. Sonra da,
Reinhardt: “Tabii, anladım, saygıdeğer büyükbaba.”
Gözlerini kapatırken dudaklarının kenarları yukarı kıvrılmıştı. Gülümseme olarak tarif edilebilecek bir ifadeydi.
Bu genelde insanlara kendisini güvende hissettiren türden, rahatlatıcı gülümsemesi değildi. Oradakiler Reinhardt isimli gencin Kılıç Azizi rolünden sıyrılarak takındığı ilk içten gülümsemeye tanık olmuş olabilirdi.
Bu sırada sersemlemiş ifadesinden yavaşça sıyrılarak kendine gelen Wilhelm başını eğdi ve bir şeylerle boğuşuyormuşçasına gözlerini kapattı. Muhtemelen bu tepkiyi sindirmekte zorluk çekiyordu.
Ancak o gerçek, samimi his oradaydı. Açığa çıkmışken geriye kalan tek şey onu kabullenmekti.
Dede ve torun arasındaki uzun ayrılık yalnızca yeterli zamanla çözümlenebilirdi.
Bu olasılığın gözlerinin önünde belirişine tanık olan Subaru, bin bir duygunun birleşimiyle yumruklarını sıkmaktaydı.
Wilhelm’i neşeyle kutlamayı kalbinin en derinlerinden istiyordu. İşte o sırada,
???: “— O kadar kolay değil, saygıdeğer baba. İlişkinizin bu kadarcık bir şeyle onarılacağını sanma.”
Kırmızı saçlı bir figür ansızın çay salonunun kapısını açmıştı.
Ve bu kelimeleri sarf eden kırmızı saçlı adamın suratı öyle bir kin taşıyordu ki herkesin yerinde donakalmasına, zamanın akışını unutmasına sebep olmuştu.
#Bu uzun bölüm olayı güzel oldu gibi. Çevir çevir bitmemesi kötü tabii ama okurken keyif alıyor insan. Bu bölüm de Subaru’nun sinsi planı, insanların pankek yapma çabaları ve komiklikleri, Wilhelm-Reinhardt cephesindeki ilk kaynaşma şeklinde mutlu mesut ilerlerken ‘kırmızı saçlı’ bir adam içeriye girerek ‘saygıdeğer babasına’ resti çekti. Bir sonraki bölüm işler birazcık agresif bir hal alabilir gibi görünüyor. Öyleyse ‘Davetsiz Misafirler’ isimli bölümde görüşmek üzere!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..