Mimi: “Ve sonra~ Hetaro’nun ağlamasına ramak kaldı, Mimi’nin de onun elini tutmaktan başka şansı kalmadı. Ve sonra da Tivey çok yalnız görününce Mimi’nin yine başka şansı kalmadı~ Ben de ikisinin de elini tutmuş oldum~!”
Garfiel: “…ah, öyle mi?”
Mimi: “Hı hı, öyle~. Ve sonra, ondan sonra~, Küçük Hanım gerçekten çook~ mutlu göründü!”
Garfiel’in yanında yürümekte olan ufak tefek kızın cesareti, aldığı bu ilgisiz yanıta rağmen azıcık olsun kırılmamıştı.
Bu naif kız turuncu saçlara ve yuvarlak gözlere sahipti. Ve Garfiel bu yaratık adam Mimi’nin neden rakip gruptan birine bu denli yapıştığını bir türlü anlayamıyordu.
Pristella’ya geldi geleli böyleydi. Yo, aslında geriye dönüp bakılırsa Mimi, Roswaal Köşküne bir ulak olarak gönderildiği günden bu yana Garfiel’e yapışıp kalmıştı.
Garfiel ilk başta Emilia’nın takımının en güçlü üyesi olduğu için kendisini incelemeye çalıştığından şüphelenmiş ama bu hipotez Mimi’nin tavırlarıyla çürütüleli çok olmuştu. Bu noktada neden bu yapışkanlığı sürdürdüğüne dair hiçbir fikri yoktu.
‘Neden’ kısmını çözmek imkansızdı ve Garfiel’in yapabildiği tek şey başını meraklı bir şekilde yana eğmekten ibaretti.
—An itibarıyla alacakaranlıkta Pristella sokaklarını birlikte arşınlıyorlardı.
İkisi de diğerini davet etmemişti; daha ziyade Mimi, otelden sıvışan Garfiel’in peşine takılmıştı.
Ve Garfiel düşüncelerini toparlamayı umsa da kızı başından atmak için bu bahaneyi kullanamayacak kadar utangaçtı. Bir yandan onun aşırı şevkli haliyle uğraşıp klişe konuşmaların bir parçası olurken bir yandan da hislerini düzene koymaya çalışıyordu.
Mimi: “Gar~f, ifaden bir garip~. Ne oldu? Komik bir şey~ mi var?”
Garfiel: “Komik bişi olsaydı harika benliim mutlu görünmez miydi? Harika benliim bu konuda konuşmak istemiyo ve böyle bi mecburiyetim de yok.”
Mimi: “Mecburiyet gibi karmaşık şeylerden konuşacak olursan sonun Joshua gibi olur, haksız mıyım? Mimi rahatlamanın ve bir şeylerin keyfini çıkarmanın daha iyi olduğunu düşünüyor! Garfiel başını arkaya atıp~ bir aptal gibi güldüğünde daha hoş oluyor~.”
Garfiel: “Aptala benzediimi mi söylemek istiyosun?”
Mimi’nin abartılı sözleri gerçekten de fazla abartılıydı ve Garfiel tüm dişlerini göstermişti. Mimi ise bir “ahh~!” tepkisiyle uzaklaştı. Bir müddet sonraysa duraklayıp kıkırdayarak az önceki etkileşimlerini unutmuşçasına Garfiel’in kendisine yetişmesini bekledi. Garfiel aptal gibi gülen kişinin kendisi olduğunun söylendiğine inanamıyordu.
Yaklaşık bir saat önce, akşam yemeği öncesi, Garfiel Kılıç Azizi Reinhardt’a meydan okumuştu.
Krallığın en güçlü kişisi — ya da kimilerinin deyimine göre dünyanın en güçlü kişisi, bugünkü Kılıç Aziziydi.
Garfiel onunla karşılaşmadan önce gücünü Subaru’dan işitmişti.
Reinhardt Subaru için bir dost, bir dayanak ve karmaşık bir açıdan bir rakipti. Onunla bu beklenmedik yerde karşılaşmak bir sürpriz olmuştu.
Subaru, konuşmaları sırasında geçmişteki utancını büyük oranda çözüme kavuşturmuştu. O sıkıntı ortadan kalkınca da Garfiel’in meseleyi ballandırmasına gerek kalmamıştı.
‘En Güçlü’ unvanı Garfiel için son derece özel bir anlam taşıyordu.
En güçlü olmak. En güçlü olmayı bir hedef olarak görmek. En güçlü olmak için mücadele etmek. Garfiel bir erkeğin daha doğar doğmaz ilk çığlığını bile bu onurlu görev uğruna attığına inanıyordu.
Her kim olursa olsun herkes en az bir kez Hayat denen yolda En Güçlü kişi olmanın hayalini kurar, bunu arzulardı. Ve yine herkes eninde sonunda o uzak hayali unuturdu. Yani Garfiel hariç herkes.
Bu hayal onun kalbine kök salmış ve inadının, direncinin kaynağı olmuştu. Garfiel için En Güçlü unvanı hedefinin, kendisine doğumda bahşedilen bir şeyin ve korumak istediği her şeyi korumasına müsaade eden zorunlu şartların birleşimiydi.
Dolayısıyla gücün zirvesi olarak duran kişi karşısında dişlerinin ve pençelerinin kaşınışına hakim olamamıştı.
Subaru’nun yanına gitmiş ve Reinhardt’a meydan okumak için iznini istemişti.
Kılıç Azizi en güçlü olmaktan çok uzak görünüyordu; hiçbir savaş gücü olmayan naif, kibar bir adam izlenimi veriyordu.
Fakat Garfiel en güçlü kişilerin güçlerini gizlemekte iyi olduğunu biliyordu. Kendisinin rol yapmaya yatkınlığı bir kenara bırakılırsa çoğu güçlü kişi, günlük aktiviteleri esnasında hiç de güçlü görünmezdi. Mesela Roswaal ve Subaru öyleydi.
Ve Garfiel Reinhardt’ın da onlarla aynı çizgide olduğunu düşünmüştü.
— Mücadele, otelin çakıl taşlarıyla kaplı avlusunda gerçekleşmişti.
Garfiel’in etrafa zarar verme korkusuyla mücadeleyi otel dışına taşıma teklifini reddeden Reinhardt, otelde bir nokta belirlemiş ve şartlara ‘avluya zarar vermemeyi’ eklemişti.
Bu durum yalnızca aşağılama şeklinde açıklanabilirdi. Reinhardt dünyanın en güçlü adamı olsa da Garfiel’i hafife almıştı. Ve onu bu alçaltıcı kibrinden ötürü pişman etmek isteyen Garfiel, Reinhardt’ı dışarı sürüklemişti.
Karşılaşmaları avluda gerçekleşirken Subaru maçın başlama işaretini vermişti. Dişlerini sıkan Garfiel’in düşünebildiği tek şey bileklerindeki metali o kan kırmızı kahramana karşı kullanmaktı.
Garfiel: “——”
Fakat bu düşünce neredeyse aynı saniyede kaybolmuştu.
Çünkü karşısındaki adam gözün görebileceğinden hızlı hareket etmekteydi.
O ana dek kibar havasından hiçbir şey eksilmemişti. Ama şimdi o hava dağılmış, keskin bir kılıçla iyi bilenmiş bir alev kendisini göstermişti.
Sıradan biri, onun doğal halinin kendisi bir kılıçmışçasına keskin olduğunu hissedemeyebilirdi.
Kişi dövüş sanatlarından birazcık anlıyorsa bu hissiyatı belli bir bağlamda ciğerlerini ezen bir baskı şeklinde duyumsayabilirdi.
Fakat Garfiel bu kişi değildi.
O hiç değilse Kılıç Azizinin karşısına geçmeye değer bir güce sahipti.
Bedeninin ve hatta organlarının yaşadığı baskı altında titrediğini hisseden Garfiel tereddüdünü bir kenara atarak Reinhardt’a doğru atılmıştı.
Mücadeleleri ölümcül olmayacaktı ve ciddi bir zarar vermeme konusunda anlaşmışlardı — fakat Garfiel bu anlaşmayı unutarak keskin pençeleriyle ağır bir darbe indirme niyetiyle Reinhardt’ın boğazını hedeflemişti.
İşte o anda, henüz darbesi inemeden, bedeni zarifçe havada yakalanmış ve Garfiel, aralarındaki güç farkını gerçek anlamda çözmüştü.
Garfiel: “—Kaybettim.”
Sonrasındaysa çeşitli açılardan gerçekleştirdiği saldırılara rağmen Reinhardt, Garfiel’in tüm taktiklerini rahatlıkla başarısız kılmış, hepsinden kaçınmıştı.
Üstüne üstlük tüm bunları başladığı noktadan öteye bir adım atmaksızın yapmıştı.
Başka bir deyişle Garfiel tüm gücünü Reinhardt’ın yalnızca üst bedeniyle verdiği çaba karşısında harcamıştı.
Ve ani, ağır bir darbeyle havaya uçurulduktan sonra da kendi mağlubiyetini ilan etmişti.
Kılıç Azizi, uzmanlık alanı olan kılıcını bile çekmemişti. Garfiel’i yalnızca çıplak yumruklarıyla yenmişti.
Sonrasında Reinhardt ve Subaru’nun ne dediğiniyse tam olarak hatırlayamıyordu.
Yenilgiyi kabul edemeyecek kadar kaba ve ahmak biri olduğu izlenimini vermek istememişti. Bu yüzden birkaç kelimenin ardından otelden ayrılmıştı.
Karman çorman hale gelen düşüncelerini toparlayamamıştı.
Ve yanıtsız duygularıyla boğuşup onlara tek başına bir yanıt bulmak için Su Kapısı Şehrinde yürümeye çıkmıştı— işte bu noktaya gelme hikayesi buydu.
Mimi: “Gar~f! Gar~f! Bak! Baksana~! Günbatımı tamamıyla suya yansımış! Acayip~ kırmızı! Bu harika~! Mükemmel! Çok güzel~!”
Geveze kız Garfiel’i kolundan çekiştire çekiştire, saçlarını çeke çeke, omuzlarına çıka çıka sağa sola yönlendirince Garfiel’in de ona ayak uydurmaktan başka şansı kalmamıştı.
Kızın bu hareketleri sağ olsun, otelden çıkmayı başarmış olmasına rağmen tek başına vakit geçirememişti.
Garfiel: “Oy, başından beri gevezeliği kesmedin. Azıcık sakinleşemez misin, ufaklık?”
Mimi: “Ahhh… hayır~!”
Garfiel: “Çok hızlı cevap verdin?!”
Garfiel’i bileklerinden yakalayan kız koşuyor ve dönüyordu. Bilekleri beklenmedik bir güçte sıkılan Garfiel de onunla birlikte daireler çiziyordu.
Açıkçası bileğini kurtarıp ışık hızıyla kaçma düşüncesi de aklından geçiyor ama Mimi’nin yaratık adam kanının ona kendisine yetişecek hızı sağlayıp sağlamadığını bilmiyordu. Kaçtığı takdirde Mimi’nin ona rahatlıkla yetişme ihtimali vardı.
Bu durumda ne kadar şüpheli görüneceğini hesaba katmak zorundaydı.
Pristella için yola çıkmadan önce Frederica da Ram da ona kendi acayipliklerinden ötürü Emilia’nın veya Subaru’nun başını derde sokmanın kötü bir örnek teşkil edeceğini defalarca söylemişti. Başını derde sokabileceği tek kişi, sorunları çözmeye alışkın olan ve abisi gibi gördüğü Otto’ydu.
Garfiel: “Haha.”
Mimi: “Oh~ oh~, sorun nedir, Gar~f? Canını söken… sokan… sukan bir şey mi var?”
Garfiel: “Canını sıkan mı demek istiyosun?”
Mimi: “Hı hı, sukan! Ne oldu~? Söylesene~, söylesene~!”
Mimi’yle çekinmeden konuşamıyor ve kız da sürekli “oy, ooyy” diye diye belini dürtüyordu. Minik ama tuhaf şekilde sağlam bedeni gereği bu dürtüşle Garfiel’i sersemlik halinden sıyırmış ve kanala doğru eğilen Garfiel, manzaranın tadını çıkartmaya başlamıştı.
Garfiel: “Ah… gerçekten de etkileyici bi manzaraymış.”
Mimi: “Değil mi? Bu harika ~! Muhteşem!”
Mimi’nin söylediklerinin yalnızca yarısını dinlemek mümkün olsa da suya yansıyan günbatımı gerçekten ışıl ışıl, etkileyici bir manzaraydı. Sular beyaz ve sarı ışıklarla parıldıyordu ve gökyüzü günbatımının turunculuğuyla kaplıydı.
Bunun farkına varan Garfiel kanalın kıyısına oturmuş şekilde ağır ağır ilerleyen yelkenlileri izliyordu.
Mimi: “Hmm~ hmm~ hmm~”
Onun yanına oturan Mimi ise ayaklarını mutlu mesut şekilde sallayıp burnundan çıkarttığı seslerle mırıldanıyordu. Sessiz kalamayacak bir karakter olsa da o an için bayağı uslu duruyordu. Garfiel’in yarı giyinik omuzlarını kavramıştı ve kafasını indirip kaldırıyordu.
Onun mutlu suratına kaçamak bir bakış atan Garfiel, Mimi’nin saç renginin günbatımının turuncu tonuyla tıpatıp aynı olduğunu fark etmişti. Bu farkındalıkla istemsizce elini uzatarak kızın saçlarını okşadı, bundan memnun görünen Mimi de onun eline doğru eğildi.
Mimi: “Yumuşacık mı? Yumuşacık mı? Mimi~’nin kafasına Küçük Hanım da sık sık dokunur! Kafamı sever ve bir nevi Şifalı İdol olduğunu söyler.”
Garfiel: “Ah, cidden rahatlatıcı bi yanı var. Şifalı İdolü falan bilmem de Kaptan da bazen öyle… şeyler söyler.”
Mimi: “Gar~f, canın hala sıkkın mı?”
Garfiel: “Şu anda aklımda başka bi mesele var!”
Mimi: “Ha?”
Mimi kafasını eğmiş ve masumiyet timsali gibi görünen suratı, Garfiel’in dikkatsizce gülmesine yol açmıştı.
Göğsünde bir rahatlama oluşmaya başlıyor, değersiz biri olduğu hissi siliniyordu. Utancının yerini kararlılık alıyordu.
Garfiel: “…şu an için en güçlü olmam mümkün diil. Harika benliim şimdilik o noktaya giden yolculukta.”
Mimi: “Ohh, yani en iyi olma merdivenlerini tırmanıyorsun~!”
Garfiel: “Hey, bayaa iyi anladın. Evet, en güçlü olmanın doğru yolu bu.”
Mimi kafasını kaldırırken Garfiel parmaklarını alnındaki beyaz yaraya götürmüştü.
Mimi’nin gevezeliği biraz can sıkıcı olsa da Garfiel’e keyif de vermişti. Bir başına olsaydı muhtemelen hala surat asıyor olacaktı. Yani Mimi’nin eşlik edişinin bir hayli yardımı dokunmuştu.
Garfiel: “Oy, ufaklık, hazır buraya kadar gelmişken gidip bişiler atıştıralım mı? Harika benliim ısmarliycak.”
Mimi: “Gar~f, şuraya bak!”
Garfiel: “Ah?”
Garfiel teklifini sunarken ayaklanmış ve arkasındaki tozları silkelemeye başlamıştı.
Ve hala kanal kenarında oturmakta olan Mimi’nin çığlığının ardından kızın bakışlarını takip etmiş, sonra da gözlerini kısmıştı.
Kanalın öteki tarafındaki bir yelkenlinin ipleri tam bağlanmamış ve yelkenli tekne, kanalda sürüklenmeye başlamıştı. Teknenin içi boştu fakat sorun bu değildi.
Mimi: “Hey, çocuklar!”
Mimi o yöne doğru güçlü bir şekilde bağırmıştı — çünkü beş çocuk, sürüklenen teknenin rotasındaki başka bir teknenin içerisinde oyun oynamaktaydı.
Çocuklar teknenin gelişini fark etmemişti. Ve tekneler çarpışacak olursa onların bulunduğu tekne devrilecek, çocuklar kanala düşecekti.
Mimi’nin bağırışı kanaldaki pek çok kişinin dikkatini çekmişti. Tekne sahiplerinden biri panik içerisinde çocuklara doğru koşmaktaydı ama vaktinde yetişemeyecekti.
Gözlemcilerin tiz seslerini işiten çocuklar da nihayet durumun farkına varmış ve boş teknenin ani yaklaşışını görmüştü.
O anda—
Garfiel: “Hey, çocuklar. Sizi fark ettiği için bu ufak kedi nee-chan’a şükredin.”
Mimi: “Gar~f!”
Garfiel bu cümlelerden sonra bir anda tekneye doğru sıçramış ve hayret uyandırıcı bir dengeyle tekneye inmişti. O çocukların gözünde gökten inen bir mucizeden farksızdı.
Bu korkutucu sarışın, çarpık gülümsemesi ve sert kahkahasıyla çocukların kaskatı kesilmesine yol açmıştı. Onların panikleri yavaşça dinerken de beşini birden kollarına aldığı gibi bir kez daha sıçradı.
Onların kanalın yakınlarındaki bir kaldırıma indiği sırada tekneler şiddetle çarpışmış ve çocukları taşıyan tekne alabora olmuştu.
Fakat akıllılık ederek tekneyi bağlayan ipleri tutan Garfiel, bir sürü teknenin batmasına yol açabilecek bir zincirleme reaksiyonu önlemişti.
Alabora olan teknenin hareketlerini kontrol ederek bağlı olmayan teknenin kanal boyunca sürüklenmesini engellemiş, etki alanını minimize etmişti.
Garfiel: “Tamamdır, bu iş görür!”
İpleri sıkı sıkı bağladıktan sonra da mücadelesini sonlandırmış, şahitlerden tezahüratlar ve alkışlar yükselmesini sağlamıştı.
Teknelerin durumlarını takip etmekle yükümlü tekne sahiplerinden biriyse minnettarlığını ifade etmek adına başını eğmiş ve Garfiel de kafasını kaşıyıp utangaç bir şekilde karşılık vermişti.
Ardından,
Çocuklar: “O-Onii-chan. Çok teşekkürler.”
Garfiel: “Ohh?”
Kurtarılan çocuklar toplanıp Garfiel’e minnettarlık dolu sözler yağdırmaya başlamıştı.
Teknedeki gergin ifadeleri silinmiş, Garfiel’e ışık saçan ifadelerle bakar hale gelmişlerdi. Garfiel o bakışlara karşılık verdikçe kuvvetli alkışları iyice hızlanıyordu.
Bu durumla yüzleşen Garfiel rahatlamış bir şekilde burnunu ovuşturarak,
Garfiel: “Böyle bişiye gerek yok. Tesadüfen oldu… hı hı, tamamen tesadüfen. Harika benliimi kader rüzgarları buraya yönlendirdi. Burası kanallarla kaplı Su Şehri… burada birileri gözyaşı dökecek olursa sel olur, di mi?”
Alkışlar dinmeye başlarken Garfiel bu hoşnut karşılığı vermişti.
Aynı şekilde tereddütler de aralıklı hale gelmişti. Fakat gözlemcilerin aksine çocuklar hala dramatik tepkiler vermekteydi.
Çocuklar: “Vaaaay, harika!” “Çok havalı~!”
“Gözyaşları akmasın diye tehlikeyi hiçe saydı!”
“Hiç kaçınmadan! Hiç şüphe duymadan! Hiç tereddüt etmeden!”
Garfiel heyecanlı çocukların söylediklerini tatminkar bir şekilde başını sallayarak onaylıyordu. Ardından çocuklardan biri hevesli bir bakışla bir soru dile getirdi.
Çocuk: “Abi, senin ismin ne?”
Garfiel: “Bahsetmeye değmez. Ama illa öğrenmek istiyosanız… benim harika benliim bi kaplan. Hı hı, görkemli bir kaplan. GÖRKEMLİ KAPLAN!!”
Çocuklar: “Görkemli! KAPLAN!!”
Garfiel bir poz verip geriye yaslanarak ellerini yatay olarak göğe doğru uzatmış, gözleri ışıldayan çocuklar da heyecan dolu fısıldaşmaların ardından onu taklit etmişti.
Garfiel etrafını saran çocuklarla kaynaşırken Mimi de ışıltılı gözlerle koşturmuştu.
Mimi: “— Gar~f, çok havalısın~!”
Ve o da Garfiel’in çevresindeki çocuk kalabalığına katılmıştı.
Çocukların, Mimi’nin ve Garfiel’in neşe dolu kahkahaları karanlık kanal suları boyunca çınlamaktaydı.
—Alkışlar ve tezahüratlar sonlanalı çok olmuştu, yalnızca tek bir tekne sahibi onları yüzünde bir gülümsemeyle izlemeyi sürdürüyordu.
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Garfiel bir tezgahtan aldığı abur cuburları çocuklarla paylaşırken enerji dolu bir şekilde zıplıyordu.
Garfiel: “Sonra harika benliim dedi ki ‘Artık tek bi adım daha atmanıza izin vermiycem, sizi değersiz alçaklar! Burası Kaptanın toprakları ve siz çoktan tuzağa düştünüz!’ Haha!”
Mimi: “Harika~! Çok havalı~!”
Çocuklar: “Vuaaa! Çok havalıııı~!”
Pristella’ya günbatımının ışıltıları sızarken Garfiel, Mimi ve çocuklarla geçen yıla dair anılarını paylaşıyordu.
Az önce anlattığı şeyse yaşadıkları olayların en etkileyicilerinden olan Toprak Örümceği Avıydı.
Yakınlardaki bir köyde Toprak Örümceği olarak bilinen bir cadı yaratığı salgını olmuş ve her nasılsa Subaru, Garfiel, Otto üçlüsü Otto’yla Subaru’nun kumpasları ve Garfiel’in gücünün mükemmel kombinasyonuyla örümceklere karşı bir mücadele içerisine girmişti.
Kurtarılan çocuklardan biri Garfiel’in anlattıklarını bilhassa mutlu bir şekilde dinlemekteydi. Sarı saçlı bu çocuk, en fazla altı yedi yaşlarında görünüyordu.
Güzel hatları ve bir gün kadınlardan karşılıksız aşk nidaları yükselteceği kesin olan sevimli bir gülümsemesi vardı. Tabii şimdilik Garfiel’in yaşam tarzına hayran olan bir çocuktan ibaretti.
Çocuklara abur cuburlar alan Garfiel sonrasında onları tek tek evlerine bırakma görevini üstlenmişti. Beş çocuğun dördü kazasız belasız evine dönmüş, geriye yalnızca bu çocuk kalmıştı.
Garfiel: “Ufacık bi grup olmanıza rağmen oynamak için bayaa ileri gitmişsiniz. Tehlikeli diil mi bu yaptığınız?” Çocuğun evine ulaşmak için uzun bir yolculuk yapan Garfiel’in kaşları çatılmıştı.
Bu maceraları grubu Birinci ile İkinci Sokağın kesişimin noktasına, Muse Karargahının yakınlarına taşımıştı. Garfiel bir yandan yürümeyi sürdürürken bir yandan da fazla ilerlediklerini düşünmeden edemiyordu.
Açıkçası ta Üçüncü Sokaktan beri yürüyorlardı. Hiçbir yere sapmamalarına rağmen yolculuklarını tamamlamaları yaklaşık bir saatlerini almıştı.
Çocuk, onun bu soruları karşısında sırıtarak,
Çocuk: “Şarkıcı arada bir Birinci Sokaktaki parka gider. Biz de onu arıyorduk!”
Garfiel: “A… öyle mi? Kaptan da o kadının bayağı güçlü şarkı söylediğini söylemişti ama harika benliim biraz şüpheli.”
Burnunu ovuşturan Garfiel, çocuğun cevabını kabullenmekte zorlanıyordu.
Garfiel Şarkıcı Liliana ile yalnızca bir defa Muse Karargahında karşılaşmıştı. Ama o kısacık karşılaşma bile kızın, üzerinde büyük bir izlenim bırakmasına yetmişti. Liliana’nın güçlü karakterli bir kız olduğuna hiç şüphe yoktu. Fakat o ‘güç’ saf, dürüst bir ozan izlenimiyle hiç bağdaşmıyordu.
Mimi: “Gar~f, Şarkıcının şarkı söyleyişini hiç dinlemedin mi? Gerçekten~ çok~ güçlü!”
Garfiel: “Sen dinledin mi, ufaklık?”
Mimi: “Hı hı~! Hem de sonuna dek uyuyakalmadım~! Mimi çok güçlü~! Mimi’yi öv~!”
Garfiel itaatkar bir şekilde Mimi’nin kafasını okşamış, Mimi ise “başarılıı~!” diyerek mutlu mesut koşturmuş, sonra da beklenti dolu bir şekilde geri dönmüştü.
Mimi: “Ee, peki şarkı söyleyişini duyabildiniz mi?”
Çocuk: “Hayır, ona denk gelemedik. Ama ta o sokağa kadar gitmişken…”
Garfiel: “Nehirde oynayalım dediniz? Ehh, harika benliimin orda olması iyi olmuş.”
Çocuk: “Görkemli Kaplan!”
Garfiel: “Ha!”
Çocuk elini göğe doğru uzatırken Garfiel de onu taklit etmişti. Artık bu, Görkemli Kaplan hareketiydi.
Birlikte enerjik bir poz veriyorlardı fakat çocuğun bitkin bir iç çekişle bileğini indirmesi çok sürmemiş, Garfiel ise kafasını bir yana eğmişti.
Garfiel: “Niye o kadar mutsuz görünüyosun? İç çekmesene, mutluluğun kaçıp gidebilir, bilirsin.”
Çocuk: “Ehh, şey… eve dönünce kız kardeşimin tepesi atacak.”
Garfiel: “Ne?”
Çocuk ablasına yönelik korkusunu bir çığlıkla anlatırken Garfiel omuzlarını tedirginlikle yakalayarak abartılı bir tepki vermişti.
Garfiel: “Ah, pardon. Ama ablan niye öfkelensin ki?”
Çocuk: “…Çünkü gizlice sıvışmıştım.”
Garfiel: “Ah…”
Bu oğlan ablasına günü arkadaşlarıyla dışarıda geçireceğini haber vermeyi ihmal etmiş gibi görünüyordu. Dolayısıyla ailesi şu anda hem öfkeli hem de endişeli olmalıydı.
Garfiel bu hisse yabancı değildi. Bir erkek çocuk olarak bir ablanın varlığı ne kadar uzun sürerse sürsün korkunç bir engel olarak varlığını korumaya devam ederdi.
On yıllık ayrılıktan ve olgunlaşmadan sonra bile Garfiel’in ablasına yönelik korkusu azalmak yerine artmıştı.
Garfiel: “Anladım. O işi benim harika benliime bırak.”
Çocuk: “…Ha?”
Garfiel göğsüne gururla vururken küçük çocuk, şaşkınlığını belli etmişti.
Ve onun moralini düzeltmek isteyen Garfiel kahkaha atıp keskin dişlerini göstererek,
Garfiel: “Bi ablanın korkunçluğu harika benliimin aşina olduğu bi şey. Eğer korkunç ablan sana doğru koşturcak olursa harika benliim seni koruyacak.”
Çocuk: “Abii!”
Duygulanan çocuk Garfiel’e sımsıkı sarılmış ve Mimi de Garfiel’i arkadan yakalayarak bu kucaklayışa katılmıştı.
Ufaklıklar tarafından önlü arkalı kucaklanan Garfiel kararlılığını tazeler ve mücadelesini verirken üçlü grup yolculuğa devam etmekteydi.
Güneş tam anlamıyla batmak üzereydi ve akşam yemeğine yetişemeyeceklerdi ama kötü bir gün olmamıştı.
Zaten Garfiel nasıl bakarsa baksın bu akşam Reinhardt’la aynı salonda sakin bir akşam yemeği yiyemezdi. Ama bir gecelik sakinleşme sürecinin ardından bu işin altından kalkabilecek olmalıydı.
Bu da görkemli kaplanları takdir eden çocuklar ve Mimi’nin bulaşıcı neşesi sayesindeydi.
???: “—Fred!”
Sağır edici tizlikte bir ses, bir anda Garfiel’in kulaklarına ulaşmıştı.
Başını şaşkınlıkla kaldıran Garfiel’in gördüğü şey, koşmakta olan bir kızdı. Uzun, zarif sarı saçları olan kız Garfiel’in yanındaki oğlana dikkatli bakışlarla yaklaşıyordu.
Bu sırada oğlan da ona bakarak ağzını açtı ve,
Fred: “Abla…”
Abla: “Sen, sen tatmin olana dek bizi daha ne kadar endişelendirmeyi düşünüyorsun!?”
Diyen kız, kardeşine sağlam bir tekme indirmek için sıçramış ve kardeşinin bedeni kibarca geri sekmişti.
Buna tanık olan Garfiel ise şaşkınlıktan donakalmış, güzel kızın hedefine usulca inen tekmesine tepki vermekte gecikmişti.
Bu sırada kız, keskin bakışlarını Garfiel’e dikip topuğunu onun ayağına saplamayı da ihmal etmemişti.
Abla: “Sen, şüpheli kişi, Fred’imden ne istiyorsun?”
Garfiel: “Aah… öncelikle şu ayağını çek, ufaklık.”
Kızın saldırı tufanı ve öfkeli kelimeleriyle karşı karşıya kalan Garfiel sağlam bir sesle karşılık vermişti. Saldırılarının herhangi bir zarar doğurmadığını gören kızsa tedirgin bir ifadeyle geri çekilmişti.
Garfiel’in öfkeleneceğini düşünse de Garfiel, henüz öfke fazına geçmemişti. Aksine hala şaşkınlığını koruyordu.
Küçük kardeşine ayrım gözetmeksizin hiddetli tekmeler savurabilecek bir abla olacağını hiç düşünememişti.
Bu sırada tekmelenen oğlanın aldığı darbe yumuşatılmış, Mimi bir “hey~!” sesiyle ona doğru atılıp oğlanı kucaklamış ve kibarca yere indirmişti.
Şimdiyse ikisi de ayaklanmıştı ve birbirlerinin üstlerini silkelemekle meşgullerdi.
Bunu göz ucuyla izleyen Garfiel iç çekerken bu tepki karşısında,
Abla: “O tavır da neyin nesi… Söyleyecek bir şeyin varsa söyle ve sakın bana ya da Fred’e bir şey yapayım deme… Be-ben öfkelendiğimde korkunç olurum…”
Garfiel: “Öncelikle ortada bi yanlış anlaşılma var. Ayrıca kardeşine de öyle uçup saldırma. Kazara ağır bi hasar verebilirsin, anladın mı?”
Abla: “Hah…”
Çömelen Garfiel, kıza sessizce bu cümleleri kurmuştu.
Oğlanın ablası da henüz küçüktü — biraz aşırıya kaçılan, zamanından önce gelişmiş ergenlik çağlarında, yalnızca on yaş civarındaydı. Az önceki sertliği geçmiş, Garfiel’in sakin ve sağlam yanıtı karşısında gözleri bir anda yaşlanmıştı.
Az önce söylediklerinin blöf olduğu kesindi ama Garfiel’e karşı koyacak cesareti toplayabilmişti. Fakat cesareti bu tatsız gidişatta onu bir bağlamda daha da korkutmuştu.
Fred: “Uaaa, Görkemli Kaplan… Lütfen ablama fazla kızma.”
O sırada ablasının tir tir titreyişini görmeye dayanamayan oğlan, üzerindeki tozları silkeleyip ayağa kalkmış ve Garfiel’den bu ricada bulunmuştu. Onun hatırına bu talepte bulunması ablasının kendisine olan saygısını bariz şekilde yaralamış olsa da kız, kardeşini Garfiel’den koruma asaletini göstermişti. Yani Garfiel başta neler olduğunu bilemese de kardeşlerin kötü bir ilişkisi varmış gibi görünmüyordu.
Garfiel: “Harika benliim kötü adam gibi göründü. Bunu duymak beni biraz üzdü.”
Mimi: “Kötü adam mı!? Kötü adam olmak iyi değildir~, Gar~f, onun yerine Görkemli Kaplan ol!”
Diyen Mimi sıçrayarak Garfiel’in kafasını dürtüklemişti. Bu hareketi can acıtmış olmasa da bir hayli şaşırtıcıydı.
Kardeşler ve Garfiel arasındaki bu anlamsız yüzleşme devam etmekteydi. Tam da bu daha ne kadar sürecek diye düşünürken,
???: “Kızım, Fred, neredesiniz?”
Bu çıkmaz, bir başkasının sesi tarafından bozulmuştu.
Bu kibar sesi işiten kardeşler birbirine bakmış ve ikili, Garfiel’in bakışları altında sesin kaynağına doğru koşturmaya başlamıştı.
İki kardeş yolun sonundaki köşeye, bir kadının belirdiği yere ulaşmış ve ikisi de hiç tereddütsüz kadına doğru atılmıştı.
Bu sarışın kadının kardeşlerin annesi olma ihtimali çok yüksekti.
Fred: “Anne!”
Abla: “Anne, bu şüpheli kişi görkemli falanmış ve Fred…”
Abla anneye sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlarken kardeş, Garfiel’in masumiyetini savunuyordu. Çocuklarının gevezeliklerini dinleyen kadınsa gülümsemeye başlamıştı.
Garfiel: “——”
Ardından bir adım öne çıktı ve çocukların yakasını bırakmadığı kadının suratı gözler önüne serildi.
Mimi: “Gar~f?”
Garfiel donakalmış, Mimi’yse ona dönerek suratını incelemeye başlamıştı.
Fakat Garfiel, Mimi’nin endişelerine yanıt verecek halde değildi. Kalbi kaotik karmaşa dalgalarıyla hırpalanıyordu, başka bir şeye ayıracak enerjisi yoktu.
Sonuçta karşısında duran kişi,
???: “Şey, çocuklarıma iyi bakmışsın gibi görünüyor, onlar adına özür dilerim. Mümkünse bana neler olduğunu anlatabilir misin?”
En ufak bir şüphe veya kötülük barındırmayan yatıştırıcı, naif bir tonla konuşmuştu.
Ve birkaç adımla Garfiel’in tam önüne ulaşmıştı. Garfiel kendisinin varlığında tir tir titrer ve ürperirkense kafası karışmışçasına başını eğmişti.
O ifade, o tavır, o ses… Garfiel tüm bunları ağır bir şokla ölçüp biçmekteydi.
Garfiel: “—Anne?”
Ve sonunda ağzından boğuk bir mırıldanma kaçmıştı.
#Garfiel
ve Mimi’nin Cadı Tarikatı ortaya çıkmadan önce nereye gittiğini, neler
yaptığını öğreniyoruz. Sonlara kadar eğlenceli, tatlı bir bölümdü. Fakat son
anda ilginç bir soru geldi. Garfiel’in anılarından ve diğer kişilerle yaptığı
konuşmalardan annesiyle ilgili bilgi edinmiştik. Ama çocuklarını bırakıp
giderken öldü mü, yoksa sağ salim kurtulabildi mi konusu biraz karmaşıktı. Peki
sizce karşısındaki kişi gerçekten annesi olabilir mi?
Bir de bu olaylardan sonra nasıl, ne zaman, kim tarafından saldırıya
uğrayacaklar? Bu soruların cevabı için bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
Dipnot: Sıradaki iki bölüm bayağıca uzun olduğu için parça parça atacağım, takipte kalın :)
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..