Liliana: “Gah! Ne felaket ama! Bu ateş haddinden fazla sıcak! Çok fazla çok fazla sıcak! Normal ateşten yedi kat daha sıcak! Bu ateşle yanmak yedi kat fazla acıyla ölmek demek olacaktır!”
Gözlerimin önünde beyaz bir ateş duvarı yükseliyordu! Dokununca yakmayan bir ateş olduğu için ısı yayabilmesi yalnızca mucize eseriymiş gibi görünse de işin doğrusu o acıya direnebilmek ateşleri aşmanın imkânsız olmadığı anlamına geliyordu.
Bu yüzden, hücum edemeyecek kadar korkmuş olan topluluktan bu gerçeği gizlemek için, çaresizlik içerisinde ani bir alev patlamasıyla karşılaşmış biri gibi davranıyordum, yani kanalı çevreleyen herkese ateşin tehlikelerini iletiyordum!
Ehh, hepsinin akıl sağlığı azıcık riskli olsa da görünen o ki içgüdüleri onlara ateşin tehlikeli olduğu bilgisini veriyor. Bu yüzden benim çaresizce oyunculuğum belki de pek işe yaramıyordur ama yine de bu rolü oynamamaya içim elvermez.
Liliana: “Priscilla-sama için insanları kendine getirmek adına şarkı söyle ve dans et demek kolay tabii.”
Tüm dürüstlüğümle, insanları kendine getireceğim, raaaaaa! Bu, şarkı söylenecek bir ruh hali olarak tam bir engel teşkil ediyor ve şarkı söyleme prensiplerine aykırı kaçıyor.
Çılgınca şarkı söylemenin sonucunda şarkımı dinleyenlerin kalplerinde neşeli bir şeyler kaldığını söylemek göklerin doğal bir arzusu gibi. Ve göklerin bu arzusunu hissedip bu yüzden bir bahşiş veren dünya ne kadar da naif!
Bahşiş kazanma arzusuyla işe başlayınca bu arzu şarkının içine işliyor. Ama benim istediğim şey böyle bir arzunun barındığı bir şarkı değil.
Peki bu duruma savaşı en başından kaybetmek denilmez mi!
Liliana: “Henüz kısa bir ömür yaşamış olsam da geriye dönüp düşündüğüm günler kargaşa doluydu. Baba-sama ve Anne-sama, on üçümden sonra beni bağımsızlığımı ilan edip bu zalim dünyaya salmanıza gücensem de şimdi geriye yalnızca bu kadar tatlı doğmuş olmama yönelik bir minnettarlık kaldı. Başından beri bayağı kötü bir evlat olsam da siz ikinize duyduğum minnettarlık ve öfke her yönümle ayrılmaz bir parçam oldu… Gu! Aaaaa, sıcaksıcaksıcak, hiç bitmeyen bir yaz gibi!”
Aileme yönelik minnettarlığımdan ve diğer kaprislerimden bahsederken ateş duvarının karşısındakilerin yaklaşmak üzere olduğunu görünce bir kez daha aşırı ısı oyununa başladım. Gerçekten doğru düzgün davranacağınızı umuyorum, sizi atmosferi okuyamayan insan sürüsü!
Amaama, performansım ne kadar gerçekçi olursa olsun er ya da geç patlayacak. Ve gerçek açığa çıktığı anda Priscilla-sama’nın ekstrem dayanıklılık taktiklerini bastırmaya devam etmenin bir yolu kalmayacak.
Ve işte başlıyoruz! Bitti işte!
Sirius: “Oh aman oh aman, şuna bakacak vaktin var mı? Beklenti duyduğun o çocuk, önünde hiçbir yol yokmuşçasına bir ifadeye bürünmüş. O çocuğun ruhuna musallat olan kederi ve bitkinliği açıkça hissedebiliyorum. Sağda solda sızlanışı bayağı acınası değil mi?”
Priscilla: “Hiç değil.”
Ateşe verilmiş kanalları çevreleyen avlunun merkezinde kafamı tutmaya ve sonumuza kalan saniyeleri saymaya başlayan beni hiçe sayan Priscilla-sama ve o manyak Sirius hala konuşmaya devam ediyordu.
Bununla birlikte konuşmaları tamamen Priscilla-sama’nın Sirius’un sabit ses tonunu merhametsizce göz ardı etmesinden oluşuyordu! Ve Sirius’un konuşma tarzını şimdilik bir kenara bırakırsak, iki kolunda zincirler döndüren o figürün kendisine hiçbir şekilde sabit denilemezdi.
Hava yarılıyor, atmosfer parçalanıyor, metal zincirler havada özgürce dolanıyordu! Yuvarlanıyor, zıplıyor, ön arka sol sağ derken Priscilla-sama’ya metal bir yılan gibi saldırıyordu!
Uzanan ve geri çekilen zincir kulak tırmalayıcı bir ses çıkartıyor, öyle ki bana Priscilla-sama metal bir kafese kapatılmış gibi görünüyordu. Hapishanedeki bir mahkum olmuş gibi.
Zincirin doğrudan darbelerine maruz kalan taş basamaklar acımasızca patlıyor, bu gücün kenarları kesişinin sesleri yükseliyordu. Tene doğrudan bir temas olduğu anda sonuç bir yılanın dişlerinin ve dilinin sebep olduğu çirkinlik gibi olurdu! Ve o temasla karşılaşan kişi teni bembeyaz ve narin olan Priscilla-sama gibi biriyse buna olabilecek en büyük işkence demek bile yetmezdi!
Ama ama, Priscilla-sama o metal zincire vahşice saldırıyordu—!
Priscilla: “En ufak bir salınma izi olmadan her yöne pervasızca gönderilen kuvvetli ama tatsız bir ses, bir zerre zarafet bile hissedilemeyen bir silah, yüzeysel ve yine uygunsuz boş konuşmalar… öfkemi bastırmak için merhamet gösterilebilecek bir şekilde bu kadar çok önlemin alınmış olması ne büyük bir şans. Bu kaba konuşmalar karşısında geriye yalnızca hayranlık kalıyor.”
Liliana: “Priscilla-sama bir haaaariiikaaaaaa!!”
Umursamazlığını anlatan ifadesi hiç değişmeyen Priscilla-sama, her yönden yaklaşan zincirleri karşılamak için Yang Kılıcını sallıyordu. Önü yukarıyı aşağıyı yanı falan unutun da arka gibi görünmeyen bir yerden gelen darbe nasıl karşılanabilirdi ki!
Belki bu Yang Kılıcına özgü bir güçtü ama kılıç ne zaman zinciri defetse temas noktası bembeyaz bir şekilde kavruluyor, önemsiz görünmeyen ateş gücü zinciri yakıp giderek kısaltıyordu! Bu defalarca tekrarlanacak olursa zincirin etkisini yitireceği kesindi!
Liliana: “Heheheh—! Priscilla-sama, lütfen ondan kurtul kurtul kurtul—!”
Priscilla: “Bu konuya gelince, bu, gözlerini yummayı unutturan samimi düşünceler olarak bilinir. Bu seviyede bir maruz kalış sıradan bir vatandaş için zor olsa da durmaksızın çarpıtılan o sıkıcı teoriden çok daha fazla zevk verdiği kesin. Ehh, bu dünyada böyle tek bir kişi olsa da yeterli olacaktır.”
Liliana: “Eh!? Az önce beni övdün, beni övdün, değil mi!? Onu bir övgü olarak görebilirim, haksız mıyım? Kendimi mutlu hissetmek üzereyim, bilesin!! Harika, sahiden harika. Yeey!”
Bana övülmediğim söylenecek olsa bile çoktan mutlu oldum bile, yani artık çok geç!
Desteğimi kabul eden Priscilla-sama’nın da itibarı yükselmişti. İlerlemeye devam ediyor, zinciri ara vermeksizin yakıyordu. Etkileyici atmosfer o Günah Başpiskoposu manyağını bile sindirmiş gibi görünüyor ve yalnızca bekliyordu! Fırında bir tatlı patates gibi!
Liliana: “Yo dur bir saniye, Priscilla bu meseleyi böyle çaba sarf etmeden çözemez! Bu şekilde sonlanırsa bizim işimiz de çaba sarf etmeden bitmez mi, eeeeeeh!?”
Priscilla: “Mmm, aynen öyle. Çok eğlenceli bir vakit geçiriliyordu halbuki.”
Ne kadar tehlikeli! Onu durdurmuş olmasaydım işi böyle çaba sarf etmeden bitirilecekti! Bu sırada sindirilen Sirius, Priscilla-sama’nın hareketi kesmesini fırsat bilerek gerilere doğru sıçradı.
Belki de şöyle demek daha iyiydi: Priscilla-sama’nın kural tanımaz tavrı bayağı zorlu olsa da neyse ki onun karşısında durabilen rakibi bir Günah Başpiskoposunun ta kendisiydi ve belki de insanların bu şekilde hareket edip edemeyeceği sorgulanmalıydı?
Sirius: “Ağzı bariz şekilde bu kadar sıkı çalışan ama kalbini açmayı bu kadar inatla reddeden biri çok nadir bulunur. Ruhunun böyle sıkı sıkıya kapanma nedeni ne acaba?”
Araya biraz mesafe koyan Sirius bakışlarını kolları arasında gezdirerek böyle söyledi. Zinciri çoktan bayağı kısalmıştı ama konuşması sırasında bileklerini döndürerek uzunluğu onarıyordu. O kollara daha bir sürü zincir bağlanmış gibi görünüyordu ve kan dolaşımını kesip kesmedikleri belirsizdi.
Sirius: “Kimin olursa olsun her kalpte bir boşluk vardır. Yaşamak demek çeşitli hisler taşımak demektir ve o kalpten çıkan hissin rengi ne olursa olsun her insan bir hisse, renge sahiptir… başından beri sadık bir şekilde taşıdığın o his yalnızca açığa çıkarttığın takdirde anlaşılmaz mı?”
Priscilla: “——”
Sirius: “Sen de acı çekebilen, şaşkınlık duyabilen bir ruha sahipsin ve her ne kadar zayıflıklarını sarsılmadan başkalarından gizlemek güçlü yaşamanın bir koşulu olsa da bu… yalnızca insanı yalnızlığına ulaştıran bir istikametten ibaret değil. İnsanın yalnızlıkla ulaşabileceği şeylerin de bir sınırı var. Bir başkasıyla bir olduktan sonra ilk defa keşfedilebilecek oluşumlar var. Başkalarının bunu görebilmesi için karşılıklı anlayış ve his paylaşımı gereklidir.”
Sirius bedenini sallıyor, sessizliğini koruyan Priscilla-sama’ya bunları anlatıyordu.
O ses ruhunun kanamasını ister gibiydi. O tavır et ve kemik gibi kıymetliydi. O tarz başkalarının gardını indirircesine hassastı. O kelimelerin içeriği başkalarını büyüler gibiydi.
Tatlı bir zehir huzur içerisinde eriyormuş gibiydi ve kollarım, bacaklarım bile uyuşuyordu.
Sirius: “Başkalarını anlamaya başlamana yardımcı olmama müsaade edebilir misin? Gerçekten sevgin çok derin ve dünyayı seviyorsun. Sevilebilmeyi iple çekiyorsun. Bunu anlayabiliyorum. Ve benim dışımdakilerin de anlayabilmesini umuyorum. Seni bir başına yalnız geceler geçirmekten kurtarmak istiyorum.”
Priscilla: “Sadece kuruntulara ve varsayımlara güvenerek hiç ara vermeden konuşup durman gerçekten utanç verici. Kendi sözlerine yönelik hiç şüphen yoksa tamı tamına deli olarak bilinenlerden olmalısın.”
Sirius: “Oh aman, çok teşekkür ederim. Bu kocamınkiyle uyumlu bir unvan olur. Karşısındakinin ne kadar olağanüstü olduğunu hiç algılayamayan bir suçlu, o kişiye kıskançlıkla dolu hayranlık cümleleri kurar.”
Priscilla: “Bahsetmeye değmez. Bana ait olan bana aittir. Monoloğunun öyküvari tavrı vahşi kelimelerden ibaret. Senin gibiler benim muammamın yüzeyini bile sıyıramaz.”
Kendine güvenen Priscilla-sama, bu tatlı, kışkırtıcı teklifi net bir şekilde reddetmişti. Ama kendine güven konusunda Sirius da altta kalmazdı. O çılgın bu reddi beklermiş gibi kafasını kaldırarak,
Sirius: “Yüzeyinin bile sıyrılamayacağını söylemen somut örneği… haksız mıyım? Öyleyse böyle bir önem kulağa nasıl geliyor? [Iris ve Dikenler Kralı].”
Priscilla: “——”
Sirius: “Ya da belki de [Tieros’un Gül Şövalyesi]? [Maglitza’nın Giyotini].”
Sirius’un kelimelerinin önemini anlayamadım. Bu kelimeleri söyleyen çılgının niyetini de.
Ama o kelimeler anında etki etti.
Priscilla: “—Ölürüm daha iyi.”
Güçsüz bir mırıldanma işittiğimi düşünürken Priscilla-sama’nın bedeni gözden kayboldu.
Ben kafa karışıklığımı ifade ederken bir zamanlar Priscilla-sama ve Sirius arasında var olan mesafe sıfıra indi. Priscilla-sama yukarıdan Yang Kılıcını savurdu, merhametsizce Sirius’un boynuna doğru yay çizdi. Dünyanın kuşku uyandıracak derecede yavaşladığı bir andı ve ben bile Priscilla-sama’nın kılıcının takip ettiği rotayı izleyebiliyordum.
Sadece nişan almak, Sirius’un ince boynunu okşamak olacaktı.
Ama bu yaşanacak olursa benim boynum da yakınlardakilerin boyunları da aynı şekilde kesilecekti.
Acaba, bunu anladığım için mi her şey çok yavaş gerçekleşiyor gibi geliyordu? Yani insanlar hayatlarını tehdit eden bir tehlike olunca yoğun bir odaklanmayla dünyaya yönelik algılarını mı yavaşlatıyordu?
Gerçi buna rağmen, hayatımın ilahi terazisi bir başkası tarafından eğilirken, ben ve etrafımdaki daha pek çokları bu konuda ne yapabilirdik ki!
İşte Yang Kılıcının kan kırmızı parlaklığı atmosferi heybetli tavrıyla delip geçerken—
Liliana: “—Eh?”
Önümde gerçekleşen manzarayı anlayamadığım için sersemce bir aptallığı dile getirmeden edememiştim.
O sesi çıkartan benim boynum hala bu küçük bedene sıkı sıkı bağlıydı.
E gayet doğaldı. Boynum kesilmemişti. Benim boynum da Sirius’un boynu da kesilmemişti.
Bunun yerine Sirius’a doğru sıçramış olması gereken Priscilla-sama’nın bedeni zorla geriye savrulmuştu.
Evet, saldırılarıyla kendisini karşılayan Sirius’un önden çıkan metal zincirleri yüzünden tehlikeli bir şekilde geriye savrulmuştu.
Liliana: “Priscilla-sama!?”
Özgür iradesiyle sıçramadığı belli olan o figür karşısında bir çığlık patlattım.
Priscilla-sama öldürülecek olursa durum onarılamaz bir enkaza dönüşürdü — Böyle bir şeyi düşünmekten bile korkuyor, sadece bir felaketin şafağında olma hissiyle bağırıyordum. Ama Priscilla-sama havada ansızın dönerek Yang Kılıcını kaldırım taşlarına sapladığı gibi etkiyi duraksattı.
Priscilla: “Yaygarayı kes, gerçek hasar henüz gerçekleşmedi.”
Feryadımın karşılığında Priscilla-sama adım sesinin yankısıyla yere iniş yaptı. Fakat hemen ardından kolyesi değişim geçirmeye başladı. Normalde üç yeşil mücevherli bir kolyeyken bir anda mücevherlerden biri küle döndü.
Az önceki saldırıyı Priscilla-sama’nın yerine üstlenmişti adeta.
Priscilla: “Kolyemin geri ödemesi bayağı pahalıya patlayacak, bilesin.”
Sirius: “Demek öyle. Seni yaralayan şeyler senin için kıymetli bir şeye transfer oluyor. Bu gerçekten de [Gurura] uygun bir durum… yoyo, olamaz, olması mümkün değil.”
Priscilla: “Kasti, aşağılayıcı bir spekülasyon aşırı derecede kötüdür, on bin ölümle bile telafi edilemeyecek gülünçlükte bir suçtur. Senin ölüm şekline en uygunu yanıp yanıp asla tükenmeyen kavurucu bir ısı olur.”
Mizacında en ufak bir değişiklik olmayan Sirius’un karşısındaki Priscilla-sama’nın öfkesi parlamıştı. Acaba elindeki Yang Kılıcının parlaklığı artmıştı yerine ısısı yükseldi demek mi lazımdı? Priscilla-sama’nın krallara layık kıyafeti bana bile bunaltıcı sıcaklıkta bir günde sallanıyor gibi görünüyordu.
Ona bakıp da Priscilla-sama’nın dezavantajlı taraf olacağını düşünmeye imkan yoktu… ama az önce yaşananların algılanamaz bir yönü de vardı.
Sirius açıklanamaz sözleriyle Priscilla-sama’yla dalga geçmek istiyor gibi görünmüştü.
Priscilla-sama bu tahrike düşerek öne atılmış gibi görünse de hareketi çok tahmin edilebilir olduğu için önden karşılanmıştı — yo, durum bu değildi.
Daha ziyade, bir gözlemci olarak benim fikrim, Priscilla-sama’nın hareketleri benim gözümde anında ortadan kaybolmak kadar hızlı olsa da Sirius için durumun böyle olmayabileceğiydi. Bu olasılık reddedilemese de yaşanan bu olmamalıydı.
Çünkü Yang Kılıcı savrulunca Priscilla-sama’nın hareketleri sona ermişti.
Askıya alınmış gibi görünmüştü ama genel fikri anlatmak için bu tarz kelimeler var olsa da yaşanan farklı bir anlam seviyesindeydi, tamamen donmuş gibiydi demek daha isabetli olurdu.
Böyle anormal bir pozisyonda donakalmanın Priscilla-sama’nın arzusu olmadığını, insanların bilinçsizce böyle bir şey yapamayacağını varsayıyorum. Öyleyse bu duraksama algılanamaz bir kabiliyetle bağlantılı olmalı, ama ne olabilir ki acaba?
Sirius: “Lütfen bu şekilde öfkelenme. Sürekli bir şeyler için öfkeleniyor gibi görünsen de böyle bir şey insanda bitkinlik doğurur ve yalnızca ruhu kurutur! [Öfke] gibi bir şey, bu dünyada en çok sakınılması gereken hissin mezarıdır… durum bu olunca insanların kalbinde sürekli belirmesi gereken esas hisler heyecan ve neşe olmalı.”
Liliana: “Bö-böyle bir felsefen olmasına rağmen, dışarıdaki insanlar pek de mutlu görünmüyor, de, de, değil mi?”
Sirius: “Hmm?”
Ha!? Az önce, düşüncemi sesli mi dile getirdim ben!?
Çılgın Sirius’un tüm bedenini sımsıkı saran bandajlarının arasındaki boşluktan görünen gözleri doğruca bana bakıyor. Uhiii, ne felaket ama, ne yaptım ben kendime böyle!
Sirius: “Aynen öyle, dışarıdakilerin kalplerinde tedirginlik ve matem hüküm sürüyor. Bu da trajik bir şey olmasına rağmen yalnızca insanların kalplerinin şefkat ve merhametle dolup taşmasının sonucu.”
Liliana: “Ne, ne diyorsun sen?”
Sirius: “Bir kez benim etki alanıma girince insanlar kalplerini başkalarına açabilmeye ve onları yansıtabilmeye başlıyor. Ve böylece kelimelere dökülemeyen hisler açığa çıkıyor. İnsan olmak empati kurabilmektir, insan, duygularını açığa çıkarabilen kıymetli bir varlıktır. Başkalarının kalbine hassas bir sevgi duyulursa kedere tanık olunduğunda kişinin kendi kalbinde de keder serpilir. Ve o kedere tanık olanların kalbinde de keder serpilir. Bu döngü tekrarlandıkça keder damlaları gölet olur, göl olur, nehir olur.”
Bu kişi çok ağır şeyler söylemeye başlıyordu.
Yani diyordu ki orada toplanan insan sayısı arttıkça bu kişinin yanında olmanın sonuçları daha da facia hale gelecekti.
Öyle bir şeydi ki şehirdeki herkese yayılıp birikebiliyordu… ve huzursuzluk yaratmayı bırakmıyordu.
Bu kişiyse o şeye kalplerin bağlantısı diyordu.
Priscilla: “Bu sana bir trajedi gibi görünüyorsa buyur, herkesi kurtarmak için liderliği eline al. Bunu yapmamayı ve yalnızca iç çekmeyi seçmek vatandaşlar için sinir bozucu bir ses çıkarmaktan ibaret.”
Sirius: “Mm, bu kelimeleri anlayabiliyorum. Ben yalnızca çaresizlikle gerçekleşen tek taraflı bir saldırının kurbanıyım. Fakat kederle sarmalanan tüm o insanları kurtaracak bir yola sahibim!”
Diyen Sirius ‘ne harika bir fikir’ dercesine ileri giden bir tavırla ellerini çırptı.
O çılgının söylediklerinin durumu iyiye götürebilecek bir fikir olduğundan şüphelensem de ne ben ne de Priscilla-sama konuşabiliyorduk. Priscilla-sama’yı bilemesem de benim kalbimde bir öfke yükseliyordu.
Göğsümün içerisinde kelimelerle tarif edilmesi mümkün olmayan bir his – alevleniyordu.
Sirius: “Kederle sarmalanan tüm o kişilere kurtuluş sunma yolu… kederi silip atmak için neşeyi, mutluluğu kullanmak. Yani bu kurtuluşun kanalı olacak olan benim mutluluğu bulmam gerekiyor!”
“——”
Sirius: “Aman aman aman. Bu şehirde çoktandır ayrı kaldığım kocam yer alıyor. Kocamla, o kişiyle aramdaki sevginin geri döndüğünü teyit etmem gerekiyor. Mutluluğun sembolü evli, mutlu bir çifttir. Eğer kalbim böyle bir neşeyle dolacak olursa acı çığlıklar atan tüm bu kişiler kurtulacaktır. Karşılıklı olarak mutluluğun tadını çıkarmakla hepsinin kalbi kurtulacaktır—”
Sirius nutkunu çekerken Priscilla-sama tamamen ilgisiz bir ifadeye bürünmüştü, ona bakıp duran bense bir sürü şey düşünüyordum.
Bunun anlama kopukluğunu bahane ederek gerçeklikten kaçamayacağım bir an olduğunu anlayabiliyordum. Ya da daha ziyade durumu anlıyordum. Bu çılgın Sirius Romanee-Conti’nin düşmanımız olduğunu bütünüyle, kesinlikle anlıyordum.
#Bölümlerdir karşı karşıyalar ve çok şükür düşmanları olduğunu anlayabildi. Peki bu kız neden bir türlü şarkı söylemiyor? Buraya getirilme sebebi şarkı söylemesi değil miydi, neden bölümlerdir sağda solda panik yapmaktan, saçma sapan şeyler düşünmekten öteye geçmiyor? Gerçekten okudukça bana bir sinir geliyor. Neyse sakinim. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere arkadaşlar!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..