Dean koşarken aniden durakladı. Ormanın sınırını çoktan geçmiş ve ormandan dışarı çıkmıştı. Ancak karşısına neden bir mağara çıkmıştı?
“Girmeli miyim?”
Mağara her ormanın hemen çıkışındaydı ve çok şüpheli bir görüntüye sahipti. Dean’ın arkasında yanan dev ağaçlar dışında etrafta çimler harici bitki yoktu. Ayrıca koyu renkli bozkırların üzerinde bir kayalık dahi yoktu. Buranın garip bir şekilde oluşturulduğu çok bellyidi.
“Girmeliyim…”
Aniden içine bir his doğdu. Nedense girmesi gerekiyormuş gibi hissediyordu. Bunun neden olduğunu anında anladı.
“Giriyorum.”
Gergin bir şekilde mağaraya girdi ve karanlık yolda ilerlemeye başladı. Kalbi gümleyerek atıyordu. Her yer karanlık ve sessizdi. Önünü dahi görmüyordu. Ancak kalbinden gelen bir ses, bu mağaranın derinliklerine inmesi gerektiğini söylüyordu.
On dakika sonra…
Dakikalar boyu süren kör-topal bir yürüyüş sonucunda bir odaya vardı.
Odaya varana kadar hiçbir şey görmüyordu. Ancak kısmen yanan meşaleler sayesinde loş bir ışık vardı ve kısmen görebiliyordu. Dean, buranın bir odadan çok büyük bir salon olduğunu hissetti.
[Hoş geldin!]
Hislerini dinlerken kulağına garip bir ses girdi. Hırıltılı bir tonu vardı ve antikti. Dean bu sesin ilahları andıran bir ihtişama sahip olduğunu hissetti.
“Kimse var mı?”
Kısa bir sessizlik oluştu.
[On beş adım ilerledikten sonra beni görebileceksin.]
Dean kılıcını kınından çektikten sonra sesin söylediğini yaptı. On beş adım yaklaştıktan sonra etrafa bakındı.
[Tam karşındayım. Dikkatli bak.]
Yılan gibi kıvrılan uzun saçlar ve açık yeşil cilt tonu… Gözleri parlak kırmızı rengindeydi. Alnı ve saçlarını kaplayan bir hilal simgesi vardı. Çıplak göğsünün üzerinde gri renkli garip dövmeler vardı. Bir insan silüetindeydi. Dean, net göremese de bu özelliklere sahip olduğunu anladı.
“Sen… bir ilah mısın?”
[Oh, ilahların ne olduğunu biliyorsun demek? Kara Orman’ın oyunlarından sıyrılan birisinin bunu bilmesine şaşırmamam gerekiyor. Son 1,000 yıldır oradan çıkabilen bir insanoğlu olmamıştı. 1,000 yıl önceki insan ise oldukça garipti. Sanırım… bendim. Anılarım çok karmaşık.]
Dean kaşlarını kısa süreliğine çattı. Bu adamın bir hikayesi olduğunu anlamıştı.
“Sorumu cevaplamadın.”
[Aciz bir insan için fazla cesursun. Her neyse, bu kadar yetenekli ve şanslı olduğun için bu seferlik taviz vereceğim. Sorunun cevabına gelirsek; hayır, bir ilah değilim.]
“Oh, anladım.”
Dean arkasını döndü ve gitmeye hazırlandı. Artık burada durmasının bir anlamı yoktu. Henüz ölmediğine göre bundan sonra da ölmek istemiyordu.
[Hey, bekle!]
“Ne var?”
[O kılıcı burada bırak.]
“Nedenmiş?”
[Çünkü o bana ait.]
“Artık değil.”
Kısa bir sessizlik oluştuktan sonra Dean ilerlemeye devam etti. Bu kılıcın oldukça garip olduğunu biliyordu. Kim bilir içinde neler saklıydı? Dean bunları çözdükçe güçleneceğine inanıyordu.
[Bekle! Seni Dünya’na gönderebilirim!]
Tap!
Dean’ın adımları durdu.
“Gerçekten mi?”
[Evet.]
Bir bakış attıktan sonra ‘Büyük ihtimalle yalan söylüyor.’ dedi ve tekrardan arkasını döndü. Kimseye güven olmayacağını anlamıştı.
[Hayır, yalan söylemiyorum!]
“Düşüncelerimi okuyabiliyor musun?”
[Benim seviyemdeki birisi için zihin okumak çok basit bir şey.]
“O zaman senin seviyendeki birisi için bu kılıç önemsiz olmalı.”
[O kılıç oldukça özeldir. Sadece birkaç kişi gerçek potansiyelini ortaya çıkarabilir. Ancak o birkaç kişiden birisi değilsin. Senin elinde hiçbir işe yaramaz.]
Dean kaşlarını çattı. Bu kişinin hareket edemediğini ya da saldıramadığını anlamıştı. Ancak neden olduğunu anlamamıştı.
“Bir ihtimal bu kılıç bir anahtar olabilir mi? Senin özgürlüğünü sağlamak için…”
[…]
“Demek bir anahtardı.”
[Verecek misin? Karşılığında istediğin şeyi verebilirim.]
“Ne gibi?”
[Burası bir zindan. Hem de oldukça yüksek seviyeli bir zindan, sadece benim istediğim kişiler buraya girebilir. Haliyle yüksek seviyeli bir zindan olduğundan burayı ele geçirmeye gelen kişilerin hazineleri de burada kalıyor. Aralarından istediğini alabilirsin.]
Bu kişinin söyledikleri oldukça mantıklıydı. Dean, kabul etmeyi düşündü. Nereden geldi bilmiyordu ancak bu kişiye karşı uzun süredir bir bağı vardı sanki.
“Hm, tamam. Sen nasıl istersen. Sadece birkaç hazine seçmem gerekiyor.”
[Keyfin bilir.]
Dean yönünü değiştirdi ve bu kişiye doğru yürümeye başladı. Ona yaklaştıkça onu daha net gördü ve içinde büyük bir saygı birikti. Çünkü bu kişinin öyle durmadığını, bir duvara garip yazılarla süslenmiş kazıklarla çivilendiğini görmüştü. Kazıklar otuz santim boyutlarında ve sadece birkaç santimetre genişliğindeydiler.
Onlar baktıkça ilahlar aklına geliyordu. Ancak bunu umursamadan yürümeye devam etti.
[Hm, ne oldu?]
Dean bu kişinin bir metrelik çevresine girdiği anda aniden durakladı. Aklından binbir düşünce geçmeye başlamıştı.
Ya şu anda hipnoz altındaysa? Ya bu kişi onu öldürmek istiyorsa?
Ting, ting, ting!
Dean durakladığı anda mühürlenmiş kişi harekete geçti. Yerden çıkan mor zincirler Dean’a saldırdı. Zincirler tam Dean'e saplanacakken Dean'in gözleri siyaha büründü.
“Bir açık!”
Dean Arthfael’i kınından çektiği gibi mühürlenmiş kişinin kalbine soktu.
[N, nasıl?]
Adam büyümüş gözlerle kalbine saplanmış siyah kılıca baktı. Kılıcın üzerinde mor desenler belirmişti ve kılıcın kulpundaki top grimsi-mor renginde parlıyordu. Bu kılıcın aktif olduğunu gösteriyordu. Adam, tüm mühürlerinin bir anda çözüldüğünü hissetti. Özgür bir kuş gibi uçmak için can atıyordu ama Arthfael onu prangalamıştı. Yavaşça duvardan kılıcın üzerine doğru düştü, kılıç kalbinin arkasından çıktı.
[S, sen! Sen o değilsin!]
Dean’ın göz merceği siyah renge boyanmıştı ve gözbebekleri açık beyaz rengindeydi. Yıllardır bu anı bekleyen intikam meleği gibi öfkeyle titriyordu.
“Sonunda seni buldum! Seni buldum Efsanevi Canavar Arthfael!”
Bin yıllar önce, İlahlar arasındaki çatışma başlamadan önce tüm savaşı başlatan bir varlık vardı. Bu varlık son derece kötücül, şeytani ve kurnaz bir yaratıktı. İlahların Salonu’nda büyük bir kıdem sahibi olan bu varlık, güç arzusuna düşmüş ve yozlaşmıştı.
Bu varlık İlahlar tarafından Canavar olarak adlandırılan Şarlatan’dı. Ancak İlahlar ona yeşil görünüşünden dolayı Arthfael demişti. Bunun bir nedeni de kendi seviyesinin çok üzerinde olan iyileştirme yeteneğiydi.
Arthfael İlahları birbirine düşürdükten sonra avlanmış ancak öldürülememişti. Çünkü ruhunun bir parçasını bir silaha mühürlemiş ve Lahkseis’in derinliklerine atmıştı. Bu ruh parçası durduğu sürece öldürülmesi mümkün değildi. Ancak bu ruh parçası olmadığı sürece Arthfael yok edilemezdi de…
“Bu yüzden Kara Orman’ı oluşturdun ve kılıcı sana getirebilecek Goblinlerin oluşmasına neden oldun. Burası, Gölge Dağların kuzey-doğusundaki Karasu Gölü’nün hemen yanında. Karasu Nehri, Savaş İlahı Thalassa’nın yaralanması ve orayı büyük bir göle çevirmesinden önce Ölüm Çukuru olarak bilinirdi. Ruhunun parçasını attığın derin uçurum orasıydı.”
Yıllar boyu ormanı ruhuyla besledikten sonra orman ruhunu ilahlardan ve diğer canavarlardan saklamıştı. Goblinler ormandan kaçabilecek kadar gelişmiş olacakken, ilahlar tarafından ‘çöp’ olarak nitelendirilen kişiler gelip orayı temizliyordu. Buna öfkelenen Arthfael’de onları sonsuz bir samsara döngüsüne sokuyor, delirmelerine ve en sonunda intihar etmelerine neden oluyordu.
“Ancak Kara Orman henüz çok genç. Ormana tamamen hakim değilsin, sadece hayvanlar aracılığı ile izleyebiliyor ve belli bölgeleri, belli saatlerde değiştirebilirsin. Bu yüzden planlarımın derinliğini göremedin. Uyuşturucu gibi basit bir şeyle gözümü boyamaya çalıştın.”
Bu, karanlığa mahkum edilmiş iki kişinin konuşmasıydı. Dean, madolyanın karanlık yüzü olmayı kabullenmiş ve kendisini gizlemişti.
“Böylece benim
planlarımı göremedin. Ancak, ben bunu çok uzun zamandır bekliyorum. Arthfael,
seni ilk defa Goblin Kral’ın kızından öğrendim. Sana tapıyordu. İlk hatan
varlığını haberdar etmendi.”
Dean’a hiçbir şeyden bahsetmemiş, sadece üstünkörü görseller göstermişti. Yoksa, kendisinin gösterdiği katliam ve kötülükler, devenin kulağıydı. Çok daha fazla yaşama son vermişti. Çok fazla kez intihar etmek için harekete geçmişti. Çok kez delirmiş ve kafayı sıyırmıştı.
[B, ben yenildim. B, bırak da gideyim…]
“Bunu neden yaptın? İlk önce siktiğimin altüst olmuş dünyasında kayboldum … üstelik defalarca kez kendimden nefret ettim… Ancak, karanlıkta geçirdiğim günlerin ardından; aydınlandım!”
[S, sen k, kafayı s, sıyırmışsın… Sana istediğini vereceğim, lütfen bırak beni.]
“Bunu neden yaptın? Özgür kalmak için mi? Öyleyse haberdar etseydin! Sana yardım edebilirdim!”
Dean kılıcı çevirdiğinde Arthfael’in göğsünde büyük bir delik açıldı. Kalbinin %97’si yok olmuştu. Sadece birkaç parçası kalmıştı ancak atmaya devam ediyordu. Bu, onun canavarca hayatta kalma iradesiydi.
[Karanlık… Karanlığın ne olduğunu biliyorsun. Korktum. Tekrardan binlerce yıl bekleyeceğimden korktum! Onlar… Onlar beni buna mahkum ettiler… Karanlık ve Aydınlık asla aynı yerde olmaz… Ancak aydınlığın, karanlığın bir parçası olduğunu nereden bilecektim… Ben sadece bir taşerondum… Hehe… Beni kullandılar ardından mahkum ettiler…]
“Yeter, zırvalıkların yeter. Sana son kez söylüyorum; Dünya’ma nasıl dönerim!”
Ancak Arthfael onu duymuyora benziyordu.
[Karanlığın ne olduğunu biliyorsun Dean… Korkutucudur… Senin zihnin gibi… Karanlık! Binlerce yıl sürecek bir karanlık… İçi canavarlarla dolu bir karanlık… Hehe… Karanlık çok korkutucu… Her gün ölüyormuş gibi hissediyorum… Beni anlıyorsun değil mi? Anlarsın. Çünkü sende benim gibi birçok kez öldün. Kaç kere öldün? Ben her gün 10 kere ölüyorum… Anlarsın ya. 10 kere… Kendimi de öldüremiyorum… Hehe… Kafayı yemek üzereyim…]
“Kaçmayı denemedin mi? Kaçabilirdin. Bak bana, ben kaçtım!”
Arthfael bir alev gibi titreyen kırmızı gözleriyle Dean’ın beyaz gözlerinin derinliklerine baktı. Dean, onun gözünde ölmüş bir ruh gördü. Zihni, ruhu ve kalbi ölmüştü. Karanlıktı. Kendinden bile karanlık.
[Kaçmaya çalıştım ama yolu yok… Her gün ölüyorum… Hehe… Şimdiyse çekirdeğim olan kalbimde büyük bir delik var… Sanırım birkaç dakika içinde öleceğim. Eh, en azından yalnız ölmeyeceğim…]
Nefesi buz kesmişti. Siyah kılıcın mor parıltısı Arthfael’in
tüm gücünü mühürlüyordu. Gücünün tamamı mühürlendiği için Arthfael’in tüm yaşam
enerjisi tükeniyor, İlahların oluşturduğu mühürler gücünün kaynağı olan ruhunu
dağıtıyordu.
“Her şey çok daha farklı bitebilirdi.”
[Birbirimizle aynıyız… Sen de ben de tutsağız. İntikamın tutsağı…]
“Bir şeyi yanlış anlamışsın sanırım… Birbirimize hiç benzemiyoruz.”
[Hah… Görebiliyorum.]
Dean kılıcı çıkardı ve kalan son kalp parçasını da yok etti.
“Sen yalnızlıktan kafayı yemiş bir kaybedensin. Ben ise yalnız başına hepsini pataklayacak bir kazanan.”
Dean’ın söyledikleri Arthfael’in gülümsemesine neden oldu.
[Haklı olabilirsin. Ancak, bunun için benden yüzlerce kat daha güçlü olman gerekiyor. Sen sıradansın. Diğerlerinden daha keskin olan zekan dışında bir artın yok. Biliyor musun? Benim gençliğime çok benziyorsun. Zayıf olduğum zamanlara… Zeki olmamın verdiği güvenle zirveye yükseleceğime emindim. Ancak onlar tamamen farklılar. İlahlar… Gücü gerçek anlamda kontrol eden kişiler. Lahkseis onların ayaklarının altında. İlahlar çok farklıdır.]
Kaşlarını çatan Dean, kendine olan güveninden hiçbir şey eksilmesine izin vermedi. Ne olmuş yani? Kendi aralarında savaşıyorlardı. Ayrıca onlar kadar güçlü olan başka varlıklarda vardı.
“Ben-“
[İlahların kahramanları çoktan yeryüzüne indiler mi?]
“Evet.”
[Onlara karşı gelmek istediğine eminsin değil mi?]
“Evet.”
Karşı gelmekten başka çaresi yoktu. Yaşadıklarını yaşatmalıydı. Umutsuzluğun iğrenç aromasını tattırmalıydı.
[Azmin yeterince kuvvetli. Ancak azim yeterli olmayacak. Gerçek gücü elde etmek içi..-]
Dean onun bilerek lafı uzattığını anladığından kılıcı hareket ettirdi. Dayanılmaz bir acı dalgası Arthfael’in zihnini kavurdu ve inlemesine neden oldu.
“Kısa kes.”
[Kendi egosunun içinde kaybolmuş sefil bir ruh. Gerçekten ilahlara karşı gelebileceğini düşünüyor musun?]
“Evet.”
Dean sakince ona baktı.
[Hah, palavra. Sonun benim gibi acı verici olacak. Hm, belki de bir örümcek ısırır ve ölürsün. O zaman rahatlarsın.]
“Fazla boş konuşuyorsun. Sana söyledim; biz farklıyız.”
[Acınası insan. Yol yakınken vaz geç bu işten. Öleceksin, yok olacaksın.]
Dean kılıcın kulpunu sıkıca tuttu ve kılıcı hareket ettirdi. Kılıç öyle keskindi ki, birazcık kuvvet verdikten sonra Arthfael’in gövdesi ikiye bölünmüştü.
“Bir kaybedene göre çok konuşuyorsun. Zayıflar ölür, güçlüler yaşar. Sen öldün, çünkü zayıfsın. Ben hayattayım, çünkü güçlüyüm. Ancak bunu anlamayacak kadar aptalsın.”
[Öhhö! Öhhö! Seni lanetliyorum aptal insan. Ayrıca beni unutmazsan memnun olurum. Yetiştirdiğim Goblinlerin içinden geçtiğin için, en azından bunu yapabilmelisin.]
“Sen hâlâ yaşıyor musun?”
Dean kılıcı onun kafasına sapladığında sesi kesildi.
“Öldü.”
Arthfael’in açık kalmış gözlerini kapattı.
“Zayıflar ölür, güçlüler yaşar.”
“Zayıflar ölür, güçlüler yaşar.”
“Zayıflar ölür, güçlüler yaşar.”
“Zayıflar ölür…”
Kılıcını kınına soktu.
“…güçlüler yaşar.”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..