Bulutlar.
Keskin kenarlı bulutlar liman kentinin üzerinde asılıydı. LionGuard Krallığı’nın aslan logolu bayrağı liman girişinde tüm ihtişamıyla dalgalanıyordu. Dean, güvertede kılıcını silerken şehrin güzelliğine odaklandı. Doğu Stesk, Oldham şehrinden onlarca kat daha güzel bir görünüşe sahipti.
Aralarındaki fark öyle büyüktü ki, Oldham aysa, Doğu Stesk güneşti.
“Aslan logosu… Yanılmıyorsam bir Japon’da Aslan simgesini taşıyordu. İsmi neydi ya? Kaoru Genji…”
Dean kılıcını kemerine astı ve özgüvenli bir şekilde iskeleye indi. Sırtında torbası ile birlikte ilerleyişi ve barbarvari görünüşü etrafta ki insanların dikkatini çekiyordu. Ancak, Dean ormanda ve yaban da hayatta kalırken dış görünüşünü önemsemeyi bırakmıştı.
“…Gardiyan Aslan’ın tapınağı da burada.”
Uzun süredir temiz hava almadığından ilk nefesi öksürüklere boğulmasına neden olmuştu. Ancak artık kendini bir nebze de olsa rahatlatabileceğinden sevinçliydi. Aylar süren hayatta kalma çabası, Kara Orman ve ölümler onu çok yormuştu. Kişiliğinin daha da dengesiz hale gelmesine vesile olmakla beraber, onun özgüvenine zararlar vermişti.
“En azından hayattayım.”
İskelede yürürken güzel giyimli bir genç kızın eline bir broşür tutuşturmasıyla dikkati dağıldı.
“Şehri tanımanıza neden olacaktır.”
Genç kız broşürü verdikten sonra başka insanlara odaklanmaya başladı. Dean’ın yüzüne bakmamıştı bile.
“Gardiyan Aslan tapınağı…”
Broşür de şehrin kısa tarihi, meşhur yemek ve yerleri bulunuyordu. Ayrıca ertesi gün yapılacak olan etkinliğin haberleri de vardı. Dean ilk başta bu bilgilerin işe yaramayacağını düşünse de, etkinliğin ismi anında dikkatini çekti.
‘Kahramanın Geçiş Töreni… Prenses Elena ve Kahraman Genji’nin düğünün de son durak Doğu Stesk şehri olacak…’
“Bingo! Kaoru Genji… İlk hedefim sen mi olacaksın?”
Asaletin Aslan’ı Kaoru Genji… Doğa’nın İlahı tarafından seçilen kişiydi. Dört elementin ve bazı ara elementlerin mutlak kontrolüne sahipti. Aynı zamanda kılıç ve büyü sanatlarında ekstra yetenekliydi. Doğası gereği bir aslanın asaletine, kudretine ve kuvvetine sahip olmalıydı. Bir prensesle evlenmesi garipti.
“Demek onu burada tutmak için prensesle evlendiriyorlar. Kral bir aptal değil sanırım. Onun İlah’lar tarafından bu dünyaya çağırıldığını biliyordur.”
Politik evlilik antik zamanlarda sıkça başvurulan bir prangaydı. Tarafında yer alınması istenilen kişi ile bir kadını evlendiriyorlar ve karşı tarafı bağlıyorlardı. Ancak burada bir kahraman söz konusu olduğundan en değerlilerini vermek zorundaydılar.
Tam o esnada arkasından tanıdık bir ses gelmesiyle irkildi.
“Hey, beni bekle!”
CAmachte elinde bavuluyla Dean’ın yanına koştu.
“Beni hatırlıyorsun değil mi?”
Dean ona bir bakış attı ve “Kısmen.” dedi.
“Hadi ama… Ben Camachte. Amazon insanlarından birisiyim. Geçen sefer güvertede sana merhaba diyen kişiyim.”
“Bana bak Camachte. Şu anda oldukça önemli bir işin başındayım. Başka birisi ile ilgilenecek durumda değilim.”
“Oh…”
Camachte’nin yüzü bir anda düştü. Ancak zorlukla da olsa gülümsedi ve parlak bir gülümseme ortaya çıkarmayı başardı.
“Peki öyleyse, bir şeye ihtiyacın olursa Franco’nun Yeri’nde olacağım.”
Camachte başı eğik bir şekilde onun yanından ayrıldı ve gitti. Dean onun arkasından kötü bir ifadeyle bakarken alnını ovdu ve yürümeye devam etti. Bir han bulmalı ve geçimini sağlayacak kadar para kazanmalıydı. Bir maceracı olabilirdi. Goblin avlamak onu hayatta tutacak kadar para kazandırabilirdi.
“Klaem Hanı…”
Şehrin göz alıcı güzelliğinde kanmadan yarım kilometre yürüdükten sonra ortalama bir hana gelmişti. Hanın dış görünüşü oldukça temizdi. Yeşil bir tabelada yazan ‘Klaem’ parlatılmış koyu tahtalar dışında başka bir şey olmasa da bu onu temiz gösteriyordu.
“Bir de pencereler var.”
Etrafta ki insanlar ona garip bir şekilde bakana kadar orada durduktan sonra hanın kapısından içeriye girdi.
“Hoş geldiniz…”
Temiz hizmetli kıyafetleri giyen sarı saçlı güzel bir kadın onu karşıladı. İçerisinin kalabalık olmayışı Dean’ı biraz şaşırttı. Çünkü bir hayli güzel olan bu yerin, bu kadar az müşteriye sahip olması mantıksızdı. Erken mi düşünüyorum? Diye sorsa da kendisine, müşteri olmaması garipti.
Dean’ın etrafa bakındığını gören kadın kuru kuru öksürdü.
“Neden bu kadar az müşterimizin olduğunu düşünüyorsun herhalde?”
“Doğal olarak.”
Kadın bir süre ona baktıktan sonra tekrardan konuştu.
“Bunun sebebi güzel yemek yapamamamız. Buranın odaları güzel olsa da yiyecekleri kötü olduğundan burayı tercih eden insan sayısı neredeyse yok. Her ne kadar temizliğe ve hijyene önem versek de.”
“Bunu açıklamanız iyi oldu. Haftalık ücreti ne kadar?”
Dean sessiz ve sakin ortamlardan hoşlanırdı. Bu hanın müşterisinin olmasından şikayet etmezdi.
“Haftalık ücretimiz 10 Venia kadar. Civarda ki en düşük fiyat budur.”
Venia, LionGuard’ın para birimlerinden birisiydi. Genellikle alt sınıfın kullandığı para birimiydi. Değeri strandarttı. 100 Venia bir altın ediyordu. En azından Dean’ın bildiği kadarıyla böyleydi.
“Peki bir Oldham altını ne kadar?”
“Oldham Altını mı?”
“Evet.”
“Güncel kura göre 1-100 şeklinde. Ancak yakında Oldham parası değersizleşecek. Duyduğuma göre yakında birlikler oradan çekilecekmiş.”
“Hm, yakınlarda bir Döviz Bürosu var mı?”
“Döviz bürosu mu? O da ne?”
“Altınları bozdurabileceğim bir yer; Venia’ya çevirebileceğim.”
“Ah, yakınlarda bir yer olması gerekiyor. İsterseniz sizin için halledebilirim.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, hizmetlerimizin içinde bu da var.”
“Müşterilerinizin dövizlerini bozdurmak mı?”
“Ehe…”
Dean onun müşteri kazanmak için çabaladığını görebiliyordu. Bu yüzden tereddüt etmeden kesesindeki yirmi beş altını ona uzattı.
“Burada yirmi beş altın var, hepsini veniaya çevirmeni istiyorum.”
“Tabii ki.”
Kadın hızlıca handan çıktı ve Dean bir masaya oturdu. Lobi de çok masa yoktu ancak masalar geniş ve rahattı. Dean burada rahat edeceğini anladı.
“Bir gün dinledikten sonra iş bulmam gerekiyor. Maceracılar Loncası’na katılıp görevler tamamlamaya başladığımda rahatlayacağımdır.”
Belinde asılı duran Arthfael’i çekti ve okşamaya başladı. Bu kılıç ile kaç can aldığı bir muamma idi. Ancak az olmadığı kesindi.
Şarlatan’ın ruhu yok olunca Arthfael’in keskinliği düşmüştü ancak hâlâ oldukça keskindi. Bu kılıç sıradan malzemeler ile yapılmamıştı. Dean bile sığ bilgisine rağmen anlayabiliyordu. Çünkü binlerce yıl boyunca keskinliğini korumakla kalmamış, aynı zamanda çok uzun yıllar İlah seviyesindeki bir ruha dayanmıştı.
Efsanevi canavarın ruhu artık olmasa bile hala çok değerliydi.
“Güçlenmemin anahtarı olabilir.”
*
Birkaç dakika sonra sarı saçlı kadın geldi ve 2,500 veniayı teslim etti. Dean veniaların banknotlar halinde olduğunu fark etti. En küçük banknot yüzlüktü. En büyük ise binlikti. Birden yüze kadar ise metalik paralardı.
“Buyurun, bir hafta kalacağım.”
Dean on venia verdikten sonra rastgele bir oda seçti ve yumuşak yatağa attı kendini. Belki de ilk defa bu kadar rahat uyku çekecekti; bu dünyaya geldiğinden beri.
*
Ertesi gün Dean’ın beklediğinden daha hızlı geldi.
Yatağından kalktıktan sonra ilk defa bu kadar huzurlu hissettiğini fark etti. Sonunda biraz rahatlayabilecekti.
“Ancak fazla rahatlayamam.”
Zihni rahat olduğundan duyuları daha farklıydı. Bu yüzden odaya yayılan iğrenç kokuyu anında fark etmişti. Ancak bundan daha önemli bir şey vardı; bu kokunun kaynağının kendisi olmasıydı.
“Duş almalıyım.”
Üzerindeki kıyafetleri çıkarmadan önce hanın sahibinden onun için temiz kıyafet hazırlamasını istedi. Tabii ki, bahşiş olarak beş venia bırakmayı unutmamıştı. Bu kısa sohbette de kadının adını öğrenmişti.
Uehara Ikumu’ydu.
“Sikik Japon isekailerinden birisinde olmalıyım.”
Dean Japonlardan nefret ederdi. Çünkü kendisi hariç buraya çağrılan herkes japondu. Üstelik hepsi de seçilmiş ve krallar gibi hayatlar yaşıyordu.
“Her neyse, eşşek ölüsü gibi kokuyorum. Banyo yapmam gerekiyor.”
Banyoda kovalardaki suyu tahta küvete boşalttı ve suyu ısıtmak için konulmuş ateş taşını açtı. Ateş taşı, oldukça yaygın bir madendi ve her evde en azından bir tane bulunurdu. Su ısıtmak ve ateş yakmak için kullanılırdı.
Suyun yeterince ısındığına karar verdikten sonra soyundu ve suya uzandı. Sıcak suyun içine girince acıyla inledi. Birkaç yarası suyun sıcaklığı yüzünden yanmıştı. Bu ise onun ani acı karşısında savunmasız kalmasına neden olmuştu.
“Owowowo…”
Suya alıştıktan sonra vücudunu yıkamaya başladı. Çok uzun süredir vücudunu yıkamadığından kir artık bir derisinin üzerinde bir tabaka oluşturmuştu. Bu onun için büyük bir sıkıntı olmuştu, çünkü çıkarmak için çok uğraşması gerekmişti. Kirli tabaka çıktıktan sonra beyaz teni gözler önüne serildi. Artık temiz olduğuna karar verdikten sonra kokulu sabunlarla vücudunu temizledi ve durulandı.
“Yeterli.”
Küvvetten çıktıktan sonra aynaya baktı. Önceki hayatında ünlü bir aktris olduğundan dış görünüşüne çok önem vermişti. Oynadığı filmlerde, yeteneğinden bile çok dikkat çeken şey görünüşüydü. Annesi bir İtalyan iken babası bir Alman’dı. Ancak o onların genetiğini miras almamıştı sanki, çünkü ikisi de sarı saçlı olmasına rağmen kendisi siyah saçlıydı.
Onlardan aldığı tek şey mavi gözleriydi. Ancak onlar bile artık siyaha dönüşmüştü. Dean, aynada ki yansımasına bakarken gözlerinin korkutucu olduğunu fark etti. Büyük bir karanlık gözlerinin içindeydi, sadece gözbebeği beyazdı.
“Her şeye rağmen yakışıklıyım.”
Vücudu aylar boyunca savaşmasından ve mücadelelerinin zorluğundan dolayı gelişmişti. Kol ve göğüs kasları kendisini belli ediyordu.
“Her neyse, bir kılıç darbesinde yok olacak şeye bu kadar zaman ayırmak doğru değil. Yemek yedikten sonra Maceracılar Loncası’na gitmem gerekiyor.”
Aynadaki yansımasına bir kez daha bakmadan banyodan çıktı ve Uehara’nın onun için hazırladığı kıyafetleri giydi. Siyahı sevdiği için siyah kıyafetler almıştı. Kıyafetlerini giydikten sonra para kesesini ve kılıcını aldıktan sonra dışarı çıktı. Şafak daha yeni söküyordu ancak şehrin sokakları insan doluydu.
İnsan kalabalığını görünce dilini tıklattı ve kuzey-doğu yönüne doğru baktı.
“Maceracılar Loncası…”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..