Neden ölmek zorundayım? Ya da var olmak zorunda mıydım? Nereden geldik, neyden oluştuk gibi birçok düşünceler insan zihnini meşgul edebilir. Lakin emin olduğum bir şey varsa, o da Tanrı'nın çocukları olmadığımızdır. Bizler onun çocukları değil, oyuncaklarıyız. Bir süre sonra sıkılıp kenara attığı oyuncaklar.
Küçücük bir ilmekten boynumu geçirince başka bir dünyayla tanışacak olmamın heyecanı ve büyüsüne kendimi kaptırmıştım. Parmaklarımın ucunu, vücudumdaki tüyleri, nefes alış verişimi, nabzımı, kalp atışlarımın 1 dakikada kaç kere attığını bile hissediyordum. Her şeyin sonunda ne olacak? Karanlık bir sonsuz mu? Yoksa geçmişindeki hatalarından pişman olan insanların cennet adındaki uydurdukları yer mi? Doğru ya. Yaratıcının verdiği canı kendim almaya teşebbüs edersem, sonsuza dek ateş çukurunun olduğu derinlikte yanarım. Çelişkili bir durum. Başka birisi canımı alırsa eğer, aynı sistem ona karşı uygulanmıyor. Fakat ben affedilmiyorum. Sebep? Çünkü narsist yaratıcının verdiği canı kendi isteğimle sonlandırmaya cesaret ettiğim için rahatsızlık duyuyor olmalı.
Boynumu Alice Harikalar Diyarı'na giden ufak delikten geçirdim; heyecanım nüksetti.
Bir duyguyu hissetmediğimi fark ettim: Korku. Korkmuyorum. Kararımın içten içe doğru olduğunu hissetmemden sebep korkmuyor olabilirim. İronik. Şu anda Azrailim bir sandalye. Hayatım, bir sandalyenin sağlamlığına bağlı.
O sıra dış kapının çarptığını işittim; bu ölmekten daha çok korkuttu amına koyayım.
Yavaş yavaş yükselen adım sesleri duyuluyordu.
Salona bir adam girdi. Tanıdık bir yüz. Fakat karşımdaki kişiyle karşılaşmayı ne bekliyor, ne de inanabiliyordum.
"Yanlış bir zamanda mı geldim?'' diye sordu.
"Sen...'' diye mırıldandım. ''Seninle en son havalanında karşılaşmıştık."
"Evet. Ne yapıyorsun?"
"Gördüğün gibi. İntihar ediyorum."
"Bölmüyorumdur umarım?"
"Yani. Biraz bölmüş oldun."
Mutfağa gitti. Sonra gelip karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Elinde tuttuğu kaseye süt ve gevrek doldurmuştu.
"Biraz acıktım,'' dedi gevşek bir tavırla. ''Bir sorun teşkil edeceğini düşünmüyorum.''
"Buraya nasıl girdin?"
Gevreğinden bir kaşık aldı. Sorumu yanıtlamadı.
"Çocuğunun yakın zamanda doğacağını duydum.''
"Ben de öyle duydum."
"Doğuma artık neredeyse günler kaldı. Neden gidip görmüyorsun?"
"Ne O umurumda, ne de çocuk."
"Görmek istemiyorsun çünkü yanlış insanla o çocuğu büyütmesini istemiyorsun.'' Gevreğinden bir kaşık daha aldı. "Maalesef haklısın. Sen yanlış insansın. O'nu ve çocuğu hak etmiyorsun."
"Yine bilgiçlik taslayıp boş beleş konuşmaya gelmişsin belli ki."
Kinayeli bir tavırla gülümsedi. "Sen de aynı şeyi yapmıyor musun?"
Sabrımı zorluyor.
"Buraya neden geldin?"
Dudaklarını büzdü. Omuz silkti. "Bilmem. Seni özlemiş olabilirim."
"Çok duygusal. Peçetem yok ki gözyaşlarımı sileyim."
Gevreğinden bir kaşık daha aldı. Ardından boş kaseyi komidinin üzerine bıraktı. "Ayakta durmak yoruyor olmalı.''
"Haklısın. Yoruldum,'' dedim. ''Sandalyeyi çeksene."
"O zaman boğulabilirsin."
"Hadi ya?"
Gülümsedi. Sonra çehresinde gevşeklikten uzak bir ifade belirdi. Ayaklandı. Bana baktı. Gözlerimin içine, derinliğine kadar baktığını hissettim. Bu beni ürpertti. Yüzünde hiç beklemediğim bir ifade belirdi; gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.
"Üzgünüm, Beautiful..."
Lakabımı nerden biliyor?
"Artık bu dünyayı, bu hayatı senin için tutabileceğimi sanmıyorum."
Saçmalama konusunda kendini gittikçe geliştirmiş.
Fakat o denli gerçekçi ve acı verici bir şekilde söylüyordu ki, neredeyse bu deli saçması sözler bir mantık içeriyor gibiydi.
"Ne saçmalıyorsun?'' diye çemkirdim. ''Kendini Tanrı mı zannediyorsun?"
"Döndün, dolaştın ve yine aynı seçime geldin hayat çizginde. Galiba inanmadığın kader gerçekten de var. Hayat çizgine intihar ederek karar veriyorsun. Yine."
Söylediklerinin tek kelimesini anlamıyordum.
"İyice saçmalamaya başladın,'' dedim öfkeyle bağırarak. ''İntihardan vazgeçmem için gerzekçe bir oyun mu yapıyorsun?''
"Hayatın boyunca birisi verdiğin karardan vazgeçiremedi seni," dedi. "Anlamıyorsun. Üniversiteye katılmadan önce ne oldu, hatırlıyor musun? Üniversiteye katılmadan önce ne yaptın? Nasıl katıldın?"
Üniversiteden öncesini sahiden hatırlamıyordum.
Hatırlamıyorum.
"Peki benim kim olduğumu düşünüyorsun?"
Kaşlarımı çatıp dik dik baktım. "Ne demek istiyorsun?"
"Etrafına bak.''
Onunla aynı hizada olduğumu fark ettim; altımdaki sandalye, boynumdaki halat uçup gitmişti.
"Bu nasıl ol-''
Etrafıma göz gezdirdim: Zifiri karanlık. Karanlık. Boşluğu olmayan bir boşluğun üzerinde duruyorduk yalnızca.
"Kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu.
Üniversiteden önce ne olmuştu?
Hatırladım!
Hatırlıyorum...
Hatırlıyordum.
Yutkundum. "Sen,'' dedim güçlükle. ''Bensin.''
Usulca kafa sallarken gülümsedi.
Sakalları yitip gitti ve asker tıraşlı saç kesimi benim saçlarımla denk uzun saçlara yerini bıraktı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..