Sadece yaşama gayreti güdenler mi solmayı hak eder?
Uçaktan indim. Şehir kalabalık, gök koyu-griydi. Birkaç parça bulut da keyfine göre turluyordu.
Hırvatistan'a ayak bastığımda, pek de gerekli olmayan maziyi anımsamıştım. Kimi kandırıyorum; o bengi geçmiş, hayatımın en büyük parçasıydı. En parlak parçası.
Yarım saatlik sürenin sonunda maziyi canlandıran bir başka yerde kendimi buldum. Güçlü anılar. Bir dönüm noktası yaratan o uğursuz koruluk. Gri yapıların, habislerin cenneti. O tanıdık yolda ayak sürerken başımı sol yukarı kaldırmadan edemedim; tel örgü ve ardında beni izleyen bir-iki yabancı yüz.
Başka bir anı. Başka bir mazi. Ama bu sefer burada ne yeniydim ne de hükümlü. Buraları iyi bilen bir misafirdim.
Görüşme salonu ironik bir şekilde hatıralarımı hüzünle dürtmek istercesine tanıdık gözüküyordu. Çaresiz, özlem dolu gözler güçlü görünmeye çalışıyordu. Güçlü değillerdi. Hükümlüsü de ziyaretçisi de bunu biliyordu. Fakat bazen güçlü görünmek, güçlü olduğunu hissettirirdi. Burada yaşananlar da o anlardan biriydi.
Sessizce, sevgi dolu sözler fısıldaşan masaların arasından geçtim. Sonunda duraksadım ve o abanoz gözlerle karşılaştım; beni düşmanından ayırmadan bakıyordu. Veya zaten düşmanıydım.
Saçları kısa kesilmişti, yüzündeki kemikler belirginleşmişti ve uzun sarı sakallarında ağarmış kıllar mevcuttu.
Çelik sandalyeyi çektim, sırtımı arkalığına dik yasladım.
Gözlerini kırpmıyordu. Bir yırtıcının avına olan bakışları değildi; bir yırtıcının avcıya diktiği gözlerdi.
''Buraya geleceğini düşünmemiştim.'' Ivan arkasına yaslandı ve şaşırmışçasına ağzındaki havayı püfürdü. ''Demek mesajımı aldın.''
''Ölmediğimi nereden biliyordun?'' Ağzımdan çıktığı gibi sorunun ne kadar aptalca olduğunu fark ettim.
''Bilmediğimi düşündüren şey nedir?'' diye sordu Ivan.
''Babanı öldüren adamı...'' Duraksayıp derin bir iç çektim. ''Asla affetmezsin sanıyordum.''
''Affetmedim,'' dedi Ivan, ifadesine göre hafif kalan bir tavırla. ''Yaşıyor olman, affettiğim anlamına mı gelir?''
''Merhamet ettiğin anlamına gelir,'' diye karşılık verdim. ''Neden canımı almıyorsun?''
''Hatırladığın üzere zarı tanrının atmasını istemiştim,'' dedi Ivan. ''Görüldüğü üzere senin gibi bir orospu çocuğunu kolladı.'' Burnundan genişçe bir nefes verdi. ''Yine.''
''Ne kadar da kırıcısın. Yüreğimi dağladın.''
Ivan, ''Başka yerlerine de aynısını yapabilirdim,'' diye sert bir dille ekledi.
''Evet,'' diye doğruladım. ''Bunu yapabilecek fırsatın vardı.''
Bir sessizlik çöktü. Adı bilinen, mazi kokan bir sessizlik. Gülümseyemedik. Bunu yapacak cesareti gösteremedik. Zaten istesek de yapabileceğimizi sanmıyorum.
''Şimdi ne olacak?'' Gerginlikten beynim uyuşmuştu. ''Aciliyetin büyük. Yoksa burada olmazdım.''
Ivan derin bir iç geçirdi, başını usulca iki yana salladı. ''Sana ne olacağını düşünüyor olmalısın. Sen cesur olamayacak kadar aptalsın. Ayağıma, babasının canını aldığın adamın ayaklarına kendi isteğiyle gelen bir insan cesur olamayacak kadar aptaldır.'' Ivan, bakışlarını bana doğrulttu. ''Düşünüyorum: önce tırnaklarını, sonra parmaklarını, ardından saçlarının her bir telini tek tek çektirseydim, buraya geldiğin için seni pişman eder miydim.''
Sözlerini soğukkanlılıkla, tek hakikat buymuşçasına sarf etmişti. Sanki Ivan için her şey mümkünmüş gibi. Olanaksız hiçbir şey yokmuş gibi. Ve öylesine basit, tehditkar bir nezaket vardı ki, sırtımdan soğuk soğuk terler akıtmıştı. Göğsümün içindeki, göğsümü tekmeleyip duruyordu.
''Şimdi sen böyle söyleyince,'' dedim bozuntuya vermeden, ''pişman oldum bile.''
Sırıttı, ama sırıtması sinirlerinin bozulmasından kaynaklıydı. ''Benden korkmuyor musun?''
''Senden mi?'' Olabildiğince sakin görünmeye çabalıyordum. ''Senden korkmuyorum. Yapabileceklerinden korkuyorum. Bana yapabileceğin tüm menfiliği, meşumluğu kabulleniyorum.''
''Güzel,'' diye şakıdı Ivan, sahte olduğunu belli eder bir tebessüm göstererek. ''O zaman sana yapacağım şeylere hemen başlayalım.''
''Aslında,'' diye ekledim, ''hazır değilmişim. Benimkisi laftan ibaretmiş. İyisi mi boş verelim.''
Hala şaka kaldırabiliyordu. Ya da bana karşı öylesine kin doluydu ki, öfkesini sahte bir sakinlikle gizliyordu. Gerçek, aslında Ivan'ın koyu mavi gözlerinde bir kaya kadar ağır bir biçimde duruyordu. Fırsatı olsa şuracıkta boğardı beni. Ve bunca yolu o ağır gerçeğe şahit olmak için gelmiştim.
Ivan dudaklarını büzdü, gözleriyle tarttı beni. ''Buradasın; çünkü Branka'ya sahip çıkman gerekiyor.''
Sahiden şaka yapıp yapmadığından emin olmak için bir süre durup baktım. Ciddiydi. ''Branka'yı emanet edeceksin? Bana?'' diye şaşkınlıkla sordum.
Ivan özensizce omuz silkti. ''Tek istediği kişi sensin. Adamlarımın korumasını kabul etmiyor. Onu uzaktan takip ettiriyorum, sadece seni kabul edeceğini söylüyor.''
Beni özlemediniz. Ben de sizi özlemedim. O zaman niye döndüm? Yaza... Neyse. Anmayalım. Umarım buralarda birileri kalmıştır. Kaldıysa şunu söylemek isterim: Manyak mısınız ulan siz? Beklenir mi bu seri? Bir sonraki bölüm ne zaman gelir bilmem. Gelse de ben bir daha gelmem. Gelmek istemem aslında. Malumunuz serinin karakteri olduğumdan mütevellit gelmek durumunda bırakılacağım. Öptüm, korona morona umrum dışı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..