Devir o kadar kötü ki; taklitler aslını değil, taklidi yüceltir oldu.
Şehrin göbeğinde, şaşaalı bir oteldeydik. Ben, Aylin ve Mirko: Aylin ve bendeki tedirginliğin seçilebilir olmamasını umuyordum. Mirko, yer edinmiş ciddi tavrıyla, mimiksiz suratıyla dikiliyordu yanımızda.
Üçümüze de bir kadın eşlik etti; açıkçası kim olduğu, neye hizmet ettiği hakkında fikrim yok. Ne resepsiyon görevlisine, ne otelin sahibine, ne de başka birine benziyor. Öylece geçti aramızdan, Mirko'nun işaretiyle takip ettik kadını. Dördümüz birlikte asansöre bindik. Kadın, elinde tuttuğu onlarca anahtarların arasından ufak olanlardan birini seçti, kat düğmelerinin en altındaki anahtar yuvasına anahtarını sokup açtı, ve eksi bir katı bulunmamasına rağmen aşağı inmeye başladı asansör.
Gergin, sabırsız ve heyecanlıydım. Mirko önümüzde kapı gibi dikiliyor, Aylin ile ben, Mirko'nun arkasında, tedirgin bir ifadeyle bekleyiş içerisindeydik. Kapı açıldı; önce kadın çıkıp sağa döndü ve gözden kayboldu. Ardından Mirko asansörün dışına adım attı, etrafı gözledikten sonra ilerlemeye koyduldu. En son Aylin'le birlikte loş koridora adımımızı attık: Mirko'nun yürüdüğü ileriki yol dışında iki yana ayrılan başka koridorlar da vardı. Yavaş adımlarla Mirko'yu takip etmeye koyulduk. Attığım her adım, korkumdan dolayı güçsüzdü. Ellerim titriyordu, ve içime soğuk bir ürperti yayılmıştı. İlerlerken dönüp Aylin'e baktım; çehresine sakin bir ifade kondurmuştu. Korkusunu benden daha iyi gizliyordu muhtemelen.
Kahverengi, çift taraflı bir kapının karşısında durduk. Kimse yoktu önünde.
Mirko kafasını çevirdi, başını onay istercesine salladı.
Derin bir iç çektim. Gözlerimi kapadım ve düşündüm: Ölebilirdim, daha önce de olduğu gibi. Ölümle iç içeydim doğduğumdan beri. Ölüm, kabullendiğim bir şey değildi. Bunu yeni fark ediyorum. Onu hep benimsemiştim. Ölümden korkmuyordum, ancak şu ana dek. Şimdiye dek. Neden korkuyordum? Bunu iyi biliyorum, sahiden iyi biliyorum: size söylüyorum; çünkü eskiden kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Öyle düşünüyordum. Ama şimdi...
Dönüp Aylin'e baktım, Aylin, emin gözlerle kafasını salladı. Sonra Mirko'ya döndüm ve kafamı sallayarak kendimden emin bir şekilde verdim işareti.
Mirko, çift kanatlı kapın kulpundan tutarak açtı: Önümüzde karanlık bir oda açıldı; odanın ortasında uzun bir masa vardı, üç tane kül tablası vardı ve masanın üzerine ise loş bir ışık düşüyordu. Çehresi karanlığın içinde kalmış dört kişi diziliydi masanın iki tarafına. Siluetleri belli belirsiz duruyordu. Simaların arkasında ise iki koruma dikiliyordu; onların da yüz hatları seçilemez durumdaydı.
Kapıya en yakın olan tarafta, masanın başucunda boş bir sandalye. Bana ayrılmış bir sandalye.
Takım elbisemi düzelttim, sakin adımlarla içeri girdim ve boş sandalyeye oturdum. Sırtımı sandalyenin arkalığına dik yasladım. Çift kanatlı kapının kapandığını işittim; muhtemelen Mirko kapatmıştı. Ardından Mirko ve Aylin'in arkamda dikildiğini hissettim. Bu his sıcak bir güven verdi.
Sonra masayı aydınlatan ışık söndü. Panikledim. Neredeyse kalkacak gibi oldum. Fakat biraz geçmeden odanın tüm ışıkları açıldı.
Yargılayan, beni delmeye çalışan, düşman gözlerle karşılaştım. Suratımı olabildiğince ifadesiz tuttum. Tüm gözler üzerimdeydi; bir kadın ve üç erkek vardı masada.
Kadın orta yaşlardaydı; 35-40 civarı. Ağzının kenarında sigara vardı. İnci siyahı saçları özenle kesilmişti, kısaydı, küt denilebilirdi. Yüzündeki makyaj ağır olmasa da belli oluyordu. Açık tenli bir kadındı. Basık bir buruna, kahverengi gözlere sahipti: Güçlü ve özgüvenli gözler.
Tam karşımda ise ağzında puro tüttüren, yaşını almış bir adam oturuyordu. Omzuna paltosunu geçirmişti. Ak düşmüş uzun saçlarını geriye taramışsa da tepesi dökülmüştü. Burnu uzun olmasa da genişti. Posbıyıklıydı. Gözleri, içimi görüyorcasına derin bir anlama sahipti. Nehrin tam ortasında duran bir kaya misali göbeğe sahipti.
Kadının karşısında ise genç bir delikanlı vardı; benim yaşlarımda denilebilirdi. Aksi tavırlı bir etkileşim aldım ondan. Fırlama bir tip gibi görünüyordu. Kıvırcık sarı saçları ve ergensi seyrek sakallı vardı. İnce, uzun bir yapıya sahipti. Kısa aralıklarla sigarasından bir duman alıp kül tablasına bırakıyordu.
Çocuğun hemen yanında oturan adam, kadın gibi orta yaşlardaydı. Uzun bir surata sahipti. Saçları kısaydı. Hatta bakışlarında da bir iblisin ürkünçlüğü yatıyordu. Oldukça çirkin bir adamdı. Burnunu tiksinircesine kıvırmıştı. Sandalyesinde huysuz bir şekilde kıvranıp duruyordu.
Sırasıyla hepsini kafamla selamladım. Hiçbirinden beni selamladıklarına dair bir karşılık gelmedi.
Kadın, ''Matea,'' diye belirtti ismini.
Posbıyıklı adam purosundan çektiği dumanı genişçe üfürdü, ''Danylko,'' diyerek selamladı.
Genç çocukla göz göze geldik, dudağını kıvırarak çirkin bir bakış attı.
Sanırım benden pek hoşlanmadı.
''Drazan. Bu kanı kaynayan genç de Ante,'' dedi iblis suratlı olan.
''Ben-''
''Beautiful,'' dedi Danylko, muhtemelen sigara ve puro içmekten kalınlaşmış gür sesiyle. ''İlginç bir isim.''
''İlginç değil,'' diye araya girdi Ante. ''Şunun suratına bak; Matea'dan daha karı kılıklı.''
Matea ağzındaki sigaradan kibarca bir duman aldı, Ante'yle göz göze geldi. Ante'nin söyleminin ardından Aylin ve Mirko'nun arkamda ayak değiştirdiğini hissettim. Sakin olmalılardı. Onları bu durumdayken uyaramazdım.
''Baban seni hiç terbiye etmemiş evlat,'' diye payladı Matea. ''Hasta yatağından senin gibi, oğulların en aptalını buraya yolluyor olması, akli dengesini de yitirdiğini işaret ediyor.''
Ante avucunu sertçe masaya indirdi, öteki eliyle işaret parmağını Matea'ya doğrulttu. ''Babam hakkında böyle konuşamazsın.''
İki tarafın da korumalarında ufak bir hareketlenme oldu; bir hazırlık.
Ama Danylko, otoriter bir tavırla, ''Birbirimizle didişmenin sırası değil,'' diyerek tartışmayı kesti. ''Onunla,'' dedi, beni işaret ederek, ''onunla didişmemiz lazım.''
Tüm gözler tekrardan üzerime çevrildi.
''Neden benimle buluşmak istediniz?'' diye sordum.
''Her şeyin bir usulü vardır,'' diye karşılık verdi Drazan. ''Öncelikle, masaya terbiyesizlik yaptın. Bize de öyle. Bunu gençliğine ve kederine sayıyoruz, Beautiful.''
''Ya, öyle mi?'' diye tısladı Ante. ''Resmen bize diklendi. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Ağzının payını vermemiz gerek.''
Danylko, ''Ante,'' diyerek kükredi kaba sesiyle, Baskın çıkan Hırvat aksanını da gizleyemedi. Ve bastırdı Ante'yi, kelimenin tam anlamıyla püskürttü onu. ''Sessiz ol biraz, evlat.'' Danylko purosundan genişçe bir duman aldı, tavana doğru üfledi, ardından gözleri, gözlerimle buluştu. Beni tartıyordu. Sahibini tartan bir yılan gibi, gözleriyle sarmalıyordu. ''Gençsin, tıpkı Ante gibi.'' Bir anlık gözlerimiz Ante'yle buluştu. ''Kanın kaynıyor. Ama durum ne olursa olsun, bu masaya saygısızlık yapılmaz, evlat. Mesajını ilettin, bu da bir adaptır haliyle. Lakin masanın adabı, biz hayvanları sıraya sokar. Burada bir adap olmasaydı, Hırvatistan sokaklarını hala kan götürüyor olacaktı. Öğrenmen gereken şeyler var.'' Danylko, Mirko'ya ufak bir bakış attı. ''Sana öğretilmesi gereken çok şey var.''
Matea gözlerini devirdi, ''Bilmen gereken şeyler de var,'' diyerek iğneleyici bir cevap verdi. ''Mesela Ivan'ın borçları gibi.''
''Bir de mühim bir mesele,'' dedi Dranza, ve Matea'ya keskin bir bakış attı, Matea da aynı şekilde Ante'ye baktı. ''Kan.''
Ante yerinde doğruldu.
''Kan mı?''
''Kan,'' dedi Ante tükürürcesine. ''Ivan benden bir abimi aldı, babamı yatalak bıraktı.''
Alnımdan birkaç ter süzülüyordu fakat istifimi bozmadım. ''Ivan yapmış. Ivan öldü, bitti. Kan gerekmiyor.''
Ante, yumruğunu masaya vurdu. ''Onun kanını ben dökmedim. Bizden biri, ondan birinin kanını dökene kadar bitmeyecek bu savaş.''
Danylko, ''Kan,'' diye ekledi. ''Bu, sizin aranızdaki bir husumet. Ante'yi anlıyorum, onun da kendince sebepleri var.''
Gözlerimi Ante'ye diktim ve burnumdan soludum. ''Ivan'ın yeğeninin kimin oğlu olduğunu biliyor musun?'' Ante cevap vermedi. ''Benim,'' dedim. ''O, benim oğlum. Branka benim eşim. Kan istiyorsan, Ante, kan dökülür. İki taraflı olur.''
Ante iki yumruğunu masaya çarpıp ayağa fırladı, oturduğu sandalyeyi devirdi ve üzerime tükürdü; kravatıma geldi tükürüğü. Parmağını yüzüme doğrulttu, ''BENİ TEHDİT EDEMEZSİN!'' diye bağırdı. ''OROSPU KARIN YA DA ONUN ÇOCUĞU, FARK ETMEZ, KAN DÖKÜLECEK!''
Ante'nin yanı başındaki iki adam silahını belinden çekip doğrulttu, ama silah bana değil, Aylin ile Mirko'ya doğrultulmuştu.
''Özür dile,'' dedi Mirko, serin ve bir o kadar tehditkar sesiyle.
''Seni de, bıyığını da sikerim, ayakçı,'' diyerek elini savurdu Ante. ''Masada sözün geçmez, kapa çeneni ve silahını götüne sok.''
''Emir ver, sözleri ona yedirelim,'' dedi Aylin.
''Ortak dilden konuş, ibne kılıklı, '' diye öfke püskürdü Ante. ''Burada olman bile masaya hakaret.''
''Ne dediklerini anlıyorum, parlak kafalı göt veren. Senden daha erkek göründüğüm kesin.''
Kafam dolmuştu. Bir an çekip gidesim geldi. Her şeyi geride bırakmak istedim; ama içimde bir yerde, birisi bunun yanlış olacağını söyledi. O sese kulak asmak istemesem de doğruluğuna inandım.
Ayağa kalktım, takım elbisemin cebine iliştirdiğim mızrak gümüşü rengindeki mendille kravatımdaki tükürüğü temizledim.
Sol omzuma bir el dokundu, sanki yüreğime. Ne Aylin'di, ne Mirko. ''At mendili masaya,'' dedi.
Söylenileni yapıp attım.
Bir el dokundu sağ omzuma, sanki zihnime. ''Söyle düşündüklerini,'' dedi.
''Borçlarınız ödenecek,'' dedim, gözlerimi masada oturanların üzerinde, Ante'nin, ve onun korumalarının, ve diğer korumaların üzerinde gezdirerek. ''Buradaki herkese tek kuruş Ivan'ın borcu kalmayacak.''
''Yüzde 10'luk bir pay,'' diye ekledi Drazan.
''Hepimize,'' diyerek devamını getirdi Matea. ''Boris öldüğünde, Ivan payından %10 vermeye başlamıştı. Ivan'ın payı dışında sen de %10'luk bir pay vereceksin.''
Omzumdaki ellerin yittiğini hissettim. Ağırlıkları kaybolmuşsa da, izlerini hissedebiliyordum. ''Hepinize %11 olsun. Elim bonkördür.'' Arkamı döndüm; ama bu kadarıyla sınırlı değildim. Çıra gibi aniden alev almıştı yüreğim ve arzularım. Ve hırsım. ''Sana gelince, Ante, kan istiyorsan: istediğin mekanda, istediğin zaman, sen ve ben; ringde, sadece ikimiz. Konum ve zaman bildir.''
Mirko ve Aylin'le birlikte odayı terk ettim.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..